GÖLCÜK’TEKİ UZAYLILAR!

Abone Ol

Zannediyorum 1997 yılıydı. Ben ilkokul 3 sınıftaydım. Sosyal bilgiler dersinde “doğal afetler” konusunu işliyorduk. 5 dakikadan fazla üzerinde durmadığımız, depreme ilişkin bölümü anlatırken hocamız, “depremin yalnızca 4 – 5 saniye süren hafif bir sarsıntıdan ibaret bir doğa olayı olduğunu” söylemişti. O yıllar için, depreme dair hatırladığım bir başka şey de belki senede bir iki gece bizi yoklayan ve tıpkı hocamızın anlattığı gibi ufak, kısa süreli sarsıntılar ile bu sarsıntıların sabahlarında yetişkinlerin,

­“— Aaa dün gece deprem oldu, duydun mu?

— Öyle mi? Yok yaa duymadım ben.

— Hahaha…”

şeklindeki lakayt diyaloglarıydı. İlkokulda deprem konusunu işlememizin ardından 2 yıl bile geçmedi ki 17 Ağustos 1999 depremi, benim yaşadığım şehri de içine alan büyük bir bölgeyi vurdu. 3 aydan kısa bir süre sonra da bir ikincisi, tam da benim olduğum şehirde patladı. Bildiğiniz üzere, binlerce insan hayatını kaybetti. Yıllar sonra, 17 Ağustos’a ilişkin izlediğim arşiv kayıtlarından birinde, Gölcük’te depreme yakalanan vatandaşların deprem anında yaşadıklarını ve hislerini anlattığı kısa röportajlar vardı. Birkaç yurttaşın şunları söylediğini işittim: “Tüpraş patladı zannettik.”, “Uzaylılar işgal etti sandık.”, “Bombardıman oluyor diye düşündük.” …

Oysa İhsan Ketin, Kuzey Anadolu Fay Hattının yapısını tâââ1948’de ortaya koymuştu. Geçen yıllar içerisinde birçok çalışma yapılmış, fay haritaları detaylı olarak çıkarılmıştı. Bir sürü bilimsel yayın, onlarca bilim insanının uyarıları vardı. Hadi onları da bir kenara bırakalım, tarihsel kayıtlar vardı. Hem de öyle son yıllarda kimilerinizin gayet iyi öğrendiği İstanbul depremleri gibi yaklaşık 250 yıllık periyotlarda tekrar edenlerden ibaret de değildi bunlar. Bir insan ömrüne sığacak kadar kısa dönemlerde dahi pek çok deprem olmuştu bu bölgelerde. Üstelik coğrafya dersleri de hâlen zorunlu olarak okutuluyordu o yıllarda. Ancak o derslerden benim payıma düşen, yukarıda anlattığım; “4 – 5 saniye süren hafif bir sarsıntıdır” şeklindeki anlatıydı. Kim bilir, o gece Gölcük’te uzaylıların dünyayı işgal ettiği fikrini depremden evvel aklına getiren ağabeyimizin payına ne düşmüştü o derslerde?

1999 yılında yaşanan, o büyük acının ardından bir şeylerin değişeceğini düşündük. 2001 yılında 4708 sayılı Yapı Denetim Hakkında Kanun yürürlüğe koyuldu. Hâlihazırda yürürlükte bulunan 1998 tarihli deprem yönetmeliğinin daha sıkı uygulanması sağlandı. 2007 yılında yeni yönetmelik yürürlüğe girdi. Son olarak, 18 Mart 2018’de Resmî Gazete’de yayınlanan Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği, takip eden yılın ilk günü yürürlüğe girdi. Yine bu süreçte, yeterli hızda olmasa da eski yapılar yenilendi. Yeni yapılarda, çıplak gözle dahi görülebilir gelişmeler vardı. Kolon kalınlıkları, taşıyıcı olmayan alanlarda kullanılan daha hafif malzemeler, işin uzmanı olmayanlarca dahi gözlemlenebilir, güven yaratır unsurlardı. 1999 yılı bizim aklımızı başımıza alışımızın miladıydı! Ülkemizde o tarihten sonra da yıkıcı etki yaratan pek çok deprem olmuştu ve bu depremlerde 1999 sonrası yapılan binalarda yıkım olmamıştı. En azından kamuoyuna yansıyan böyle bir haber yoktu. Ta ki 6 Şubat 2023 günü yaşanan büyük afete kadar… Art arda yaşanan iki büyük depremle 10 ilimizde binlerce yapı yıkıldı. İçlerinde kamu binaları, yollar, havaalanı pistleri vardı. Ama en önemlisi çok sayıda yeni bina da yerle bir olmuştu. Bu illerin bazıları haritadan silinecek oranda yıkımla karşılaştı. Çok büyük, fakat öngörülebilir ve hattâ bilim insanlarınca öngörülmüş olan bu depremler, merkezde ve yerelde siyasî sorumluluk taşıyanların, bürokratların, yereldeki memurların, yapı denetim şirketlerinin, müteahhitlerin, sorumlu mühendislerin elbirliği ile asrın felaketine dönüştü. Yuva dedikleri yerler vatandaşlarımıza mezar oldu. Ortaya çıkan tablo öyle acıydı ki bu felaketin kurbanları dahi en şanssız olanlar değildi. O cehennemde canını kurtarabilen, fakat yakınları enkaz altında kalanlar, acının en büyüğünü yaşadı.      

Peki bunlar niçin oldu? Ahlâksız olduğumuzdan mı? Belki evet. İyi bir ahlâk inşa edebilseydik ve işlerimizi ona uygun yapsaydık daha az ölür, daha az acı çekerdik. Ancak ahlâk, toplumun değerlerini ve bu değerlere dayalı kuralları ifade eder. Toplum bu kuralları kendi bilgi ve görgüsü ölçeğinde oluşturabilir. Peki bizim ahlâkımız, bilimsel verilere uygun olarak hazırlanmış olan deprem yönetmeliklerine aykırı iş yapılmasını baskılıyor mu? Tabii ki hayır. Hepimiz biliyoruz ki bu yönetmeliklere aykırı biçimde inşa süreçlerini yürütenler, bunu büyük bir gizlilik içinde yapmıyorlar. Çünkü toplum bunu yadırgamıyor. Hattâ öyle ki -belki birilerinizin başına gelmiştir- Türkiye’de kimi konularda kurallara uygun davrandığınızda çevreniz sizi küçümsüyor, sizinle dalga geçiyor. Bu durumda, yönetmeliğe aykırı bina inşa etmek de bizim ahlâksızlığımızdan değil, olsa olsa kötü ahlâkımızdan ileri geliyor.

Toplumumuz, ne bilimi doğru düzgün öğrenebiliyor ne bilimden gelenlere saygı duyuyor ne de neyin bilim neyin safsata olduğunu, kimin bilim insanı kimin soytarı olduğu ayırt edebiliyor. Bunun kaçınılmaz neticesi olarak da neden sonuç ilişkileri arasındaki bağlantıları kuramıyor. Belki; uzun yıllar sürecek olsa da eğitim alanında doğru planlamalar yaparak, bu planlar üzerinde sebat ederek, bir deprem kültürü ve buna paralel bir ahlâk anlayışı inşa edip içinde ölmeyeceğimiz evler yapabiliriz. Ancak, bunun günün birinde gerçekleşeceğini ummak fazla iyimserlik olacağı gibi o gün gelene kadar geçecek zaman, yine binlerce cana mal olacaktır.

Bu durumda, yıllara sâri çözümleri beklemektense hukukun enstrümanlarını kullanarak kısa vadeli sonuçların elde edilmesi elzemdir. Fakat; deprem sonrası, yıkılan binaların müteahhitlerine ve diğer tüm sorumlularına verilecek olan ağır cezaların da ileride benzerlerinin yaşanmasına engel olacağını düşünmüyorum. Şüphesiz ki bu cezalar, adaletin tesisi için son derece önemli ve gereklidir. Tüm sorumlular, adil biçimde yargılanmalı ve hukukun sınırları içinde en ağır cezalara çarptırılmalıdır. Geçmişteki depremler sonrası olduğu gibi, yalnızca birkaç müteahhide tüm yıkımların cezası yüklenmekle kalınmamalı, bütün sorumlular en ağır biçimde cezalandırılmadır. Fakat bu cezaların, caydırıcı bir etki yaratmaması beklenmemeli. Öyle ki, bu cezaların caydırıcı olacağını ummak; yönetmeliklere aykırı bina inşa edenlerin ve buna göz yuman diğer sorumluların, “günün birinde o binalar yıkılsa ve onlarca insan ölse de ben bir ceza almam nasılsa” duygusuyla hareket ettiklerini kabul anlamına gelir. Bu akılcı bir önerme değildir. Bir kişi psikopat olmadığı takdirde, bir eylemi sonucu, hiçbir ceza almayacağını bilse dahi onlarca insanın ölümüne sebebiyet vermeyi istemez, bunu göze almaz. Şunu kabul etmeliyiz ki; deprem yönetmeliğine aykırı davrananlar, bunu sefil bir cehaletle yapıyorlar. Yaptıkları şeyle günün birinde ortaya çıkabilecek olan ölümler arasındaki illiyet bağını kurabilecek ne eğitme ne öğrenime ne görgüye sahipler. Ne de içinde yaşadıkları toplum bu kültüre sahip…

1999 depreminden bu yana, jeologlar, jeofizikçiler, sismologlar toplumun karşısında yeterince konuştular. Toplumu uyardılar. Siyasetçileri uyardılar. Yeni yönetmeliklerin düzenlenmesine katkı sağladılar. Söylenenleri, anlayanlar anladı. Anlamayanlar ise bugünden sonra da anlamayacak. Şunu biliyoruz; deprem yönetmeliğine uygun yapılan binalar, olası depremlerde yıkılmayacak. O hâlde, yapmamız gereken ilk şey, yönetmeliğe uygun bina inşa edilmesini sağlamak. Bunu yapamadığımız takdirde, riskli eski binaların yıkılıp yeniden yapılmasının bir anlamı olmayacak.

Özetleyecek olursak, şu an elimizde: “yönetmeliğe aykırı davranılsa da buna engel olmayacak bir ahlâk anlayışı”, “yönetmeliğe aykırı davranılsa da bunun ölüme sebebiyet vereceğini kavramaya aklı yetmeyecek müteahhitler, mühendisler, kalfalar, bürokratlar, siyasetçiler”, “toplumda deprem bilinci oluşturamamış bir eğitim sistemi” ve fakat “bize doğru yolu gösteren bilim insanları ve onların katkısıyla oluşturulan, uyulduğu takdirde olası afetlerde can güvenliğimizi temin edecek olan deprem yönetmeliğimiz” var.

Benim görüşüm; hiç vakit kaybetmeden, deprem bilinci, deprem kültürü oluşturmayı beklemeden, cezanın caydırıcılık etkisini en dinamik biçimde kullanmamız gerektiği yönündedir. Yalnız, burada kastettiğim ceza, ölümler sonrası uygulanacak olanlar değil, yönetmeliğe aykırı eylemin tespiti anında herhangi bir zararın ortaya çıkmasını beklemeden uygulanacak olan ağır, caydırıcı ceza hükümleridir. Nasıl ki; alkollü araç kullanılmasını, alkollü araç kullandığı esnada bir kişinin ölümüne sebebiyet veren şoföre vereceğiniz cezanın ağırlığıyla engelleyemezseniz, deprem yönetmeliğine aykırı bina inşa eden müteahhidi de yaptığı binanın yıkılması durumunda ortaya çıkacak ölümlere karşı vereceğiniz ceza ile engelleyemezsiniz. Tıpkı alkollü araç kullanan kişinin kaza yapmayacağına olan inancı gibi yönetmeliğe aykırı bina inşa eden kişi de binasının yıkılacağına inanmaz. Veya kaderci bir anlayışla, ben ne yapsam da yıkılacaksa yıkılır diye düşünür. Bu yüzden; alkollü araç kullanılmasını engellemenin yolu, bunun tespiti anında ortada bir zarar olmasa da uygulanacak olan yaptırımın ağırlığı olduğu gibi yönetmeliğe aykırı bina inşa eden müteahhidi ve diğer tüm sorumluları yönetmeliğe uygun davranmaya zorlamanın yolu da aykırılığın tespiti anında ağır cezalar uygulamaktır.

Tabii bu da sorunu bütünüyle çözemeyecek olsa da yönetmeliğe aykırı bina inşasını belli oranda sınırlayacaktır. Fakat siz de “Her 3 – 5 yılda bir imar affı çıkan ülkede, seçimlerinin dahi anayasa uygun yapılıp yapılmayacağı konusunda ciddi endişeler olan ülkede, bir yönetmeliğe uymamanın ne kadar ağır bir cezası olabilir, olsa da o cezalar ne kadar disiplinli uygulanabilir?” derseniz eğer… İtirazım olmaz.  

19 Şubat 2023, İstanbul