Açlık (2008): Bobby Sands’in hapishanede yaptığı grevi ele alan yapıbozucu bir alt tür örneği. Diyalog odaklı orta bölüm sekansının yanında sessizlik üzerine Godardiyen bir format analizi diyebiliriz. Hapishane filmlerinin verdiği yegane başyapıtlardan. İngiliz sinemasının da medar-ı iftiharlarından biri.
Alcatraz’dan Kaçış (1979): Don Siegel’dan unutulmaz bir kaçışın, hafif görkemli, 70’ler ruhuna uygun öyküsü. Başrolde Clint Eastwood ve ada hapishanesi Alcatraz var. 2.35:1 formatında ve ‘karakter ve mücadelesi’ konseptinde soğukkanlı ama anlamlı bir eser.
Alkatraz Kuşçusu (1962): Gerçek bir hikayeden uyarlanan film, ‘Alcatraz Hapishanesi’ gerçeğinin en çarpıcı beyaz perde temsillerindendir. ‘Yeni Hollywood’ düşüncesini fitilleyen yönetmenlerden John Frankenheimer’ın yaklaşımıyla dikkat çektiği kesindir “Alkatraz Kuşçusu”nun. Bu durum ‘ömür boyu hapis’ cezası aldıktan sonra bunu tek bir hücrede yalnız geçirmeye mahkum edilen bir adamın ‘insanlık’ arayışına, çekici bir ‘akıcılık’ getirmiştir. Elbette Burt Lancaster imzasını da arkasına alarak... Hollywood’da ‘Alcatraz’ kelimesinin ilk ortaya çıktığı yerlerden biridir bu eser.
Con Air (1997): Bir uçak hapishanesinden kaçmanın yollarını arayan ‘çeşitli’ mahkumların direniş hikayesi. Müzikleri, temposu ve Jerry Bruckheimer zekasıyla yürüyen, alanın içindeki ‘su gibi akan’ seyirliklerden biri. Aksiyon dozajıyla da her seyircinin ağzına layık.
Deney (2001): 2010’da bir Hollywood yeniden çevrimine malzeme olan yapıt, popüler sinema anlatısını iyi bilen Oliver Hirschbiegel’in çıkış filmi aynı zamanda. Moritz Bleibtreu’nun bir ‘kapan’a tıkılıp ‘denek’ hayvanı haline getirilmesi kuşkusuz hapishane filmi alanına ‘Biri Bizi Gözetliyor’ mantığını sokmuştu. Bu da zaten “Deney”in kısa sürede uzun yollar kat etmesini sağladı.
Esaretin Bedeli (1994): Biri siyah, diğeri beyaz iki mahkumun olağan dışı dostluğunun öyküsü. Tim Robbins ile Morgan Freeman’ın performanslarından güç alan bu 40’ların hapishane gerçeğine parmak basan eserin Stephen King’in romanından uyarlandığı da not düşülmeli. Ana akım hikaye anlatma sinemasının tavizsiz yönetmenlerinden Frank Darabont ise filme Oscar adaylıkları getirmişti.
Kader Bağlayınca (1958): 1996’da ülkemizde “Kaçaklar” (“Fled”) adıyla gösterilen bir yeniden çevrime dönüşen eser, ABD’nin kökenindeki siyah-beyaz ayrımı üzerine hiciv dolu metinler taşır. Stanley Kramer’ın ‘kara film’ algısını aratmayan derinlikli rejisi ile Tony Curtis’in ‘yakışıklı adam’ performansıyla kalıcı olmuştur. ‘Hapishaneden kaçış’ düşüncesiyle ilgili ilk modern örneklerdendir. Bu damardan birçok filme de esin kaynaklığı yapmıştır.
Kelebek (1973): Hapishane filmlerine ‘destansı’ anlatıyı getirerek çığır açan bir başyapıt. Üç bölümde bir suçlunun tasvirini böylesi bir metotla yaparken Francis Ford Coppola’nın gangster filmine uyguladığını alana tahsis eden bir eser. Yönetmen Franklin J. Schaffner’ın zekasının kaynağında usta oyuncu Steve McQueen var.
Le Trou (1960): Jacques Becker imzalı bir hapishaneden kaçış filmi. Fransa’nın da ‘gangster yaratma’ konusunda Hollywood ile bir zamanlar yarıştığını ispatlayan bir eser.
Ölüm Yolunda (1995): Susan Sarandon-Sean Penn ikilisinin karşılıklı döktürmesini merkezine alan Tim Robbins imzalı bir eser. Özellikle oyunculuklar, etkileşim, gerçekler ve bakış açıları üzerinden çıkardıklarıyla hatırlanıyor. Penn’in sarsıcı yüz ifadesini siz de hala unutamadınız öyle değil mi?
Parmaklıklar Ardında (1967): Paul Newman’ın ‘suçlu’ performasından ve Vietnam Savaşı ile Soğuk Savaş’ın psikolojisinden güç alan dingin bir alt tür filmi. Bir Oscar ödülü bulunan eserin yönetmenlik koltuğunda Stuart Rosenberg oturuyor. Alanın ‘psikoloji’ odaklı bir noktaya uzanılabileceğini kanıtlamasıyla da, seçkinin içinde ‘alternatif’ bir yere yerleşiyor bizde “Parmaklıklar Ardında” adıyla bilinen “Cool Hand Luke”.
R (2010): Hapishanede kalan ‘mahkum psikolojisi’ konusunda ihtisas yapan bir ilk film. Tobias Lindholm-Michael Noer ikilisinin yüksek plan sekans alma ve ses bandı kullanma becerisiyle yükselen, yerine göre ‘şiddet’ ve ‘din’ gibi kavramlara da giren özel bir eser. Üstelik Danimarka mamulü...
San Quentin (1937): Sinema tarihinin ilk dönemindeki hapishane filmlerinin en akılda kalanı. Hollywood’da ‘dedektif’ rollerinin unutulmaz ve karizmatik ismi Humphrey Bogart’ın ortaya çıktığı yer aynı zamanda. Kara film patlaması öncesi son duraklardan birinde ülkenin meşhur hapishanesi San Quentin ve Büyük Bunalım dönemi başrolde.
Zift (2008): 1940’lar Bulgaristan’ında hapse girip 1960’da dışarı çıkan ve totaliter rejime karşı tutunmaya çalışan bir siyasi suçlunun hikayesi. Siyah-beyaz sinemadaki anlatı yetisinden küfürlü diyaloglardaki özenine kadar, gerçek anlamda stil ve vizyon sahibi bir tür denemesi. Javor Gardev ilk filminde Bulgaristan’da nadiren de olsa ‘iyi’ filmler çekilebileceğini kanıtlıyor. Uzun lafın kısası sinemaskop oranında bir daralma ve politik dışavurum denemesi “Zift”.
Zonzon (1998): 90’ların çıkıştaki Fransız yönetmeni Laurent Bouhnik imzalı, görsel açıdan dikkat çekici bir deneme. Pascal Greggory’nin başrol perfomansının yanında açı-mercek tercihleri konusunda sıkışmışlığa yaptığı yorumla halen zihinlerden çıkmadı “Zonzon”.
Gelişmelerden haberdar olmak istiyor musunuz?
Google News’te HUKUKİ HABER sitemize
abone olun.