Kanaatimce, hangi gerekçe ile olursa olsun “formül karar” uygulamasının savunulması mümkün ve isabetli değildir. Yargıtay’ın “içtihat mahkemesi” özelliği, “formül karar” uygulamasını fiilen haklı göstermeye yönelik tüm itirazları ortadan kaldırmaya da yeterlidir. Bu sebeple, “Formül Karar ve Yargısal Aktivizm” başlığı altındaki tespitimin, bölge adliye mahkemelerinin kurulup kurulmaması tartışmasına, deyim yerinde ise “kurban” edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Aynen, geçen bir yazımda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin HAGB’yi de içeren kararlarındaki konunun ve Türkiye Cumhuriyeti açısından asıl endişenin HAGB olmayıp, işkence ve kötü muamele yasağı olduğu gerçeği gibi.
“Formül karar” meselesini, sadece bölge adliye mahkemelerine indirgeyip tartışmamalıyız. Bu sorunu, yerleşen hatalı uygulamada ve hukukçular olarak şahsımızda aramalıyız. Bir hukukçuyu, “formül karar” vermeye iten temel sebep nedir; iş yoğunluğu mudur, ihsas-ı rey midir, umursamazlık mıdır, denetimsizlik midir, yoksa alışkanlık mıdır?
Bir hukukçuyu, yargılamaya konu maddi vakıaya ilişkin değerlendirmede diğer insanlardan ayıran en önemli fark, somut olaya özgü fiili sebeplere karşılık gelecek şekilde ortaya koyduğu hukuki tespitler ve nitelendirmelerdir. Ceza yargısında ihtilafların karşılıklı ve bir tez-antitez-sentez üçlü ilişkisi şeklinde sonuçlandırıldığı dikkate alındığında, elbette koruma tedbirleri, yargılamanın esası ve kanun yolları ile ilgili kararların da tez ve antitezde sunulan hukuki argüman, tespit, iddia, savunma ve talepleri karşılaması gerekir.
“Formül karar” sorununu, sadece Yargıtay ile sınırlı tutamayız. Anayasa, kanun ve özellikle hukukun evrensel ilke ve esaslarına uygunluğun, yeknesaklığın, istikrar, eşitlik ve dolayısıyla adaletin gerçekleştiğine inanılan yargı kararlarında, “formül karar” uygulaması asla yer bulmamalıdır. Tutuklama, arama-elkoyma, iletişimin denetlenmesi ve benzeri kişi hürriyetini, güvenliğini, özel hayatı, haberleşme hürriyetini ilgilendiren, kısıtlayan yargı kararları da, elbette ve öncelikle somut hukuki ve fiili gerekçeler içermelidir. Bir hukuk devletinde bu gerekçelerin, iş yoğunluğu veya ihsas-ı rey gibi bir anlayışa feda edilmesi de mümkün değildir. Savcı tarafından yapılan bir koruma tedbiri talebi, genel geçer gerekçeler ve soyut yasal dayanağın tekrar edilmesi suretiyle sonuçlandırılamaz. Talep, hem kabulü ve hem de reddi yönü ile gerekçesiz bırakılamaz.
Yargıtay noktasında ise, yapılan hukukilik denetiminin neticesinde verilen onama veya bozma kararı, bir sonuç olarak temyiz incelemesi ile verilmesi gerekendir. Ancak bu sonucun gerekçelendirilmesi şarttır. Bir başka ifadeyle, bozma talebinin hangi gerekçeyle kabul gördüğü veya neden temyiz sebeplerinin reddi suretiyle onama kararının verildiğine dair somut gerekçenin Yargıtay ilamında ayrıntılı şekilde açıklanması gerekir. Yukarıda değindiğimiz “adalet inancı” da, yargı kararlarının sonuçları ile değil, içerdiği gerekçelerle sağlanabilir. Bir yargı kararı elbette herkesi memnun etmek zorunda değildir, fakat hukuki karşılık içeren gerekçeleri bulundurmalıdır.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)