“Felsefe, insanın kendisini araması, kendini bil-mesidir.”
Felsefe nedir? Bu sorunun doğru cevabını vermezden once, yıllar once okuduğum ama şimdi ismini hatırlayamadığım bir kitapta yazan iki güzel espiriyle söze başlamak istiyorum.
Bunlardan birincisi şudur; Çayırda otlayan iki inekten biri diğerine “Pi sayısı genellikle beş sayıyla yazılır ama aslında sonsuza kadar devam eder” der. Diğer inek kafasını çevirir ve şu cevabı verir: “Mö.” Sonsuzluk meselesi felsefenin bir dalı olan metafizikle ilgilidir. O nedenle metafizikle, felsefeyle ilgisi olmayanlara, yani felsefe nedir sorusuna “Mö” diye cevap verenlere hitap etmiyor bu yazı! Onlar okumasalar da olur, hatta zahmet edip okumasınlar da.
İkinci espiri ise şöyle; İlk kez kız arkadaşıyla buluşacak olan, yani kadınlar konusunda pek deneyimli olmayan İrlandalı bir genç, kadınlar konusunda deneyimli ve fena halde çapkın geçinen abisine ne yapması, ne konuşması gerektiği konusunda akıl danışır, bu bağlamda, “Nasıl konuşmam gerekir, nelere dikkat etmem, neler söylemem gerekir? Azıcık yol yordam göster bana” diye sorar. Deneyimli abi “İşin sırrı şu” diye başlar sözlerine ve şöyle devam eder: “İrlandalı kızlar üç konuya bayılırlar; yiyecek, aile ve felsefe. İrlandalı bir kıza hangi yemekleri sevdiğini sormak, o kıza olan ilgini gösterir. Ailesini sorarsan, niyetinin iyi olduğunu, ciddi olduğunu göstermiş olursun. Felsefeden konuşman ise, kızın aklına güvendiğini, onu entelektüel bir konuma yerleştirdiğini gösterir.” İşin sırrını abisinden kapan, raconunu öğrenen acemi çapkın kızı arar ve akşam yemeğine davet eder. Yemeğe başlarken “Lahana sever misin sen?” diye sorar. Kız şaşkınlıkla “Ne? Hayır” der. Arkasından ikinci konuya geçer ve “Kardeşin var mı?” diye sorar. Kız “Yok” der. Hiç ara vermeden üçüncü soruyu patlatır: “Peki, bir kardeşin olsaydı lahana sever miydi?”
Elbette felsefe bu değildir. Bu, sadece bir ironidir. Peki, nedir felsefe? Felsefe, en yalın, en ayaküstü tanımıyla merak etmektir, hayret etmektir. Merakla, hayretle, öğrenmek amacıyla soru sormak, sorulara cevap aramaktır. Kuşkusuz İrlandalı acemi çapkının kız arkadaşına sorduğu sorular değildir felsefenin soruları ve cevapları. Ben kimim, evren nedir diye merak etmek, sormak ve bunların cevabını aramaktır felsefe. Filozofların gerçeği arama ve bulma çabasıdır felsefe. Jostein Gaarder’in “Sofi’nin Dünyası” isimli kitabında yazdığı gibi “filozofların gerçeği bulma çabasını dedektif romanlarına benzetebiliriz. Katil kimdir? Katil, kimine göre Anderson, kimine göre Nielsen, ya da Japsen’dir.” Dedektif, tıpkı filozof gibi gerçeği bulmanın peşindedir. Gerçeği bir gün bulur veya bulamaz. Ama bulsa da, bulmasa da, meselenin mutlaka bir cevabı ve çözümü vardır. İşte, felsefe bu cevabı, bu çözümü bulmaya çalışır.
Türkçe karşılığı “hikmete”, yani “bilgeliğe aşk” olan felsefe, kendisi “kendiyle ilgili olma” şeklindeki objektivist anlamda felsefi görüş sahibi olan Rus asıllı, Amerikalı mimar, filozof ve yazar Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle; “kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu hiç değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olmak konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.”
Ayn Rand’dan ödünç alarak devam edelim; “Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı ret etmişiniz, ondan sonra da ev¬renin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe, hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğumuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.”
Uzmanların ifadesiyle, aklımız, algılayabildiğimiz hemen her şeyin kavramlar halinde bütünleştirilmesi şeklinde çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında; üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, yaşamımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında; yaşam ve yaşamın sayısız olgu ve olayları hakkında; yaradılış hakkında; varlığın anlamı, hikmeti, yapısı ve niteliği hakkında; kendimiz ve başkaları hakkında; bilginin kendisi ve araçları hakkında bize bilgi veren ve yol gösteren sonuçlara ulaşırız.
Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle, bütün bunlar için, varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristo’nun “kendiliğinden oluş olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen, dahası gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.”
Felsefesi olmayan insanın bir tarzı, bir üslubu, bir içeriği, bir görüşü yoktur. Bir tarzımızın, bir üslubumuzun, bir içeriğimizin, bir görüşümüzün olması için felsefeye ihtiyacımız vardır. Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da, olmasa da; iyi bir işe, iyi bir mevkiye sahip bulunsak da, bulunmasak da; önemli veya değerli olsak da, olmasak da, felsefeye gereksinimimiz vardır. Doğamız gereği vardır, düşünebilmek, davranabilmek, yaşayabilmek için vardır.
İçimizden kimileri, Romalıların söylediği gibi “önce yaşamak, sonra felsefe yapmak” veya “ben somut şeylere ilgi duyarım, yaşamın gerçekleri ile uğraşırım, soyut şeyleri düşünmek bir yarar getirmez, beni yorar, beni bozar, karnımı doyurmaz, onun için benim felsefeye gereksinmem yok” diyebilir ya da böyle düşünebilir. Esas bunu diyenlerin, bunu düşünenlerin felsefeye ihtiyacı vardır. Neden mi? Mesleğinde başarılı olmak için, kendisini bilmek ve tanımak için, zihnini değiştirmek, yaşamda karşılaştığı sorunları çözebilmek, yaşama uğraşını sürdürebilmek, ayakta kalabilmek için felsefeye ihtiyacı vardır.
Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek, zihnimizin ve yüreğimizin birileri tarafından bozulmasına, yalan yanlış doldurulmasına izin vermemek, yalanları doğru, doğruları yalan göstermemek, gösterenlere aldanmamak, hakikatin bozulmasına izin vermemek, soygunları sıradanlaştırmamak, dilin ve sözün içini doldurabilmek, siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinmemiz vardır.
Klişelerle, sloganlarla, hamasetle, işe yaramaz metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmemesi, bilincimizi ele geçirip bizi yönetmemesi, aklımızın, basmakalıp görüş ve düşünceleri, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartılmaması için felsefeye ihtiyacımız vardır.
Zihnimizde sağlıklı bir kuşkuya, onu tetikte tutmaya, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer verebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Sadece bunlar için değil, Edward Said’in ifadesiyle, “etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir dile sahip olmak, her türden otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koymak için” felsefeye ihtiyacımız vardır.
İnançlarımızda ve düşüncelerimizde tutarlı olmak, kirlenen fikirlerimizi değiştirebilmek, yeni şeyleri öğrenebilmek ve keşfedebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Özgür olmanın ve kalmanın yolunu bulabilmek, hakikati söyleyebilmek ve temsil edebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Bir haminin veya vasinin ya da bir otoritenin/iktidarın bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni diller ve ruhlar icat edebilmek, mutluluğu aramak için felsefeye gereksinimimiz vardır.
“Cognitia historiana cognitia factorum, cognitia philosophica cognitia causarum”, yani “tarihi anlayış olayları, felsefi anlayış sebeplerini anlamaktır” diyor Romalılar. Buna göre tarihi ve siyasi olayları anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, bu olayların toplumsal ve ekonomik sonuçlarını tespit etmemiz gerekir. Bu ise, ancak ve ancak siyaset felsefesini, tarih felsefesini, hukuk felsefesini bilmekle mümkündür. Bunun için felsefeye gereksinmemiz vardır.
“Rollerimizi, hayatın her alanındaki rolümüzü, daha başından hangi ideolojiler içerisinde kalarak oynayacağımızı, bu rollerin hangi ideolojinin belirleyeceğini taşıyacağını oturup ciddi ciddi düşünmek zorundayız… Biz iki yüz yıldır her olguyu yalnızca kendi alanında görüp, değerlendirebildik; aynı olguyu var eden sorunsalın başka bir alanda yaşayıp soluk aldığını ya fark etmedik, ya görmezden geldik. İki yüz yıllık kültür tarihimiz, Türkiyeli aydının iki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına yaşamasının tarihidir.” diyor Murathan Mungan. Doğru da diyor. İki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına yaşamamızın nedeni, o düşüncelerin felsefesini bilmememiz, bilsek de bunu içselleştiremememizdendir, yaşamımıza uygulayamamamızdandır. Yani bir felsefemizin olmamasından dolayıdır.
“Mutlu bir domuz olmaktansa, tedirgin bir Sokrates olmayı tercih ederim” diyor yıllar, yıllar öncesinde John Stuart Mill. Tedirgin bir Sokrates olmak için felsefeye ihtiyacımız vardır. Peki, arkasında yazılı hiçbir şey bırakmamış olmasına rağmen 2500 yıldır insanlığı etkileyen Sokrates kimdir? Kendisini “Atina uyuşuk bir at, ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim.” diyerek tanımlayan Sokrates, büyük devlet adamı, avukat, bilgin ve yazar olan Cicero’ya göre: “felsefeyi gökyüzünden dünyaya indirip, kentlerde dolaştıran, evlere sokup, insanları; yaşam, töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye zorlayan adam” dır. Kant’ın nitelemesiyle “aklın ideali”, Hegel’in takdimiyle “bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozoftur” Sokrates.
Sokrates’in zamanının Atina’sı nasıl uyuşuk bir at idi ise, günümüzün Türkiye’si de uyuşuk bir at gibidir. Bu atı uyandırıp canlandırmak için elbette bir Sokrates bulamayız ve yaratamayız. Ama herhalde bilimde, sanatta, siyasette at sinekleri yaratabiliriz. Türkiye’de böyleleri yok mu? Elbette var. Ama yeterli değil. Bunların sayısını daha da çoğaltmamız, kalitesini artırmamız gerekir.
Bunun için daha çok İmam Hatip Lisesi’ne değil, seküler eğitim yapan, aklı, bilimi, felsefeyi esas alan nitelikli okullara, iyi eğitilmiş hocalara ihtiyacımız vardır.
İbadet için Musevinin havraya veya sinegoga, Hıristiyanın kiliseye ihtiyacı vardır. Oysa Müslüman, kıbleyi bulduğu her temiz yerde ibadet edebilir. Onun için Müslümanın daha çok camiye değil, Kuran’ın daha ilk sözünde “Oku” diye emretmesine, Hazreti Muhammed’in bir hadisinde “ilmi Çin’de de olsa git bul” demesine göre, daha çok ilme, daha çok felsefeye, bunun için de daha çok okula, daha çok kitaba, daha çok kütüphaneye ihtiyacı vardır.
Yoksa işimiz zor, hem de çok zordur!