Felsefenin ne olduğunu açıklamaya, ne olmadığını açıklamakla başlayalım ve bu konuda şu espirili hikayeyi örnek alalım: İlgi duyduğu kız arkadaşıyla ilk kez buluşacak olan, yani kadınlar konusunda pek deneyimli olmayan İrlandalı bir genç, kadınlar konusunda deneyimli ve fena halde çapkın geçinen abisine kız arkadaşıyla buluşacağını, kız arkadaşıyla buluştuğunda ne yapması, ne konuşması gerektiği konusunda akıl danışır, bu bağlamda, “Nasıl konuşmam gerekir, nelere dikkat etmem, neler söylemem gerekir?” diye sorar.
Deneyimli abi “İşin sırrı şu” diye sözlerine başlar ve şöyle devam eder: “İrlandalı kızlar şu üç konuya bayılırlar; yiyecek, aile ve felsefe. İrlandalı bir kıza hangi yemekleri sevdiğini sormak, o kıza olan ilgini gösterir. Ailesini sorarsan, niyetinin iyi olduğunu, ciddi olduğunu göstermiş olursun. Felsefeden konuşman ise, kızın aklına güvendiğini, ona entelektüel yönden değer verdiğini gösterir.”
İşin sırrını abisinden kapan, raconunu öğrenen acemi çapkın, kız arkadaşını arar ve onu akşam yemeğine davet eder. Yemeğe başlarken kız arkadaşına “Lahana sever misin?” diye sorar. Kız şaşkınlıkla “Ne? Hayır” der. Arkasından ikinci konuya geçer ve “Kardeşin var mı?” diye sorar. Kız “Yok” der. Hiç ara vermeden üçüncü soruyu patlatır: “Peki, bir kardeşin olsaydı lahana sever miydi?”
Felsefe, elbette bu değildir. Bu, sadece bir ironidir.
O halde, felsefe nedir?
En yalın, en sade, en ayaküstü tanımıyla felsefe, insanın; dünyanın ve hayatın sayısız olgu ve olayları, kendi varlığı, kendi varlığının anlamı, yapısı, hikmeti, işlevi, yaradılışı üzerine düşünmesi ve bunları merak etmesidir.
Felsefe, insanın, merakla ve öğrenmek amacıyla sorular sorması, sorduğu sorulara cevap aramasıdır.
Felsefe, insanın kendisini araması, kendisini tanıması, “kendini bil-mesi”dir.
Felsefe, ben kimim, evren nedir, ben nasıl meydana geldim, evren nasıl oluştu, beni kim yarattı, dünyayı kim yarattı gibi konuları merak etmek, bunlarla ilgili sorular sormak, bu soruların cevaplarını aramak ve bulmaya çalışmaktır.
Bütün bu nedenlerle ve kısaca felsefe, filozofların, düşünen, merak eden insanların, hakikati arama, bulma, öğrenme çabası ve uğraşıdır.
Esasen öğrenmeyi tetikleyen ve sağlayan en önemli olgu meraktır. Diğer bir deyişle merak, en önemli, en etkili, en yararlı öğretmendir. Nitekim çocuklar merak ettikleri ve öğrenmek istedikleri için soru sorarlar ve öylece öğrenirler. O nedenle, çocuklar ve filozoflar bu yönleri itibariyle birbirlerine çok benzerler.
Jostein Gaarder’in “Sofi’nin Dünyası” isimli kitabında yazdığı gibi “filozofların hakikati bulma çabasını dedektif romanlarına benzetebiliriz. Katil kimdir? Katil, kimine göre Anderson, kimine göre Nielsen, ya da Japsen’dir.” Dedektif, hakikati bulur veya bulamaz. Ama bulsa da, bulmasa da, cinayeti kimin işlediğinin mutlaka bir cevabı ve çözümü vardır. Tıpkı dedektifin hakikati, katili araması ve bulmaya çalışması gibi, filozof da merak eder, hakikati aramaya ve bulmaya çalışır, bu amaçla sorular sorar, bu soruların cevabını arar.
Felsefe dediğimiz şey kısaca budur. Yani hakikati aramaktır!
Felsefenin, gerçek anlamıyla eski Yunanlı bilge Ksenophanes ile başladığı kabul edilir. Ve hatta antik Yunan dünyasının Delos ile birlikte en önemli dini merkezinden birisi olan Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde yazılı olan ve o nedenle Delfik ilkesi olarak bilinen “Kendini bil!” mottosunun ve öz-eleştiri anlayışının temeli Ksenophanes’e dayandırılır.
Ksenophanes, filozof olmaktan daha ziyade din üzerinde çalışmalar yapan bir düşünürdür. Bu çalışmalarıyla Ksenophanes, kökleri Homeros’a ve Hesiodos’a kadar giden, halkın Tanrı kavramına ve Tanrı’nın insan biçiminde tasarlanmasına karşı çıkmış, Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmaya çalışmış, o dönemde genel kabul gören çok tanrı anlayışının ve tasavvurunun karşısına tektanrıcılık düşüncesini çıkarmıştır.
Ksenophanes, bu düşüncesini “Ölümlüler sanıyorlar ki tanrılar da kendileri gibi doğmuşlardır, kendileri gibi giyinirler, kendileri gibi yerler ve içerler, yani kendilerinin biçimindedirler. Tanrı, en büyük olan, ne biçim, ne de düşünce bakımından insanlara benzemeyen tek varlıktır. Tanrı tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır. O, görür, düşünür, duyar ve hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle yönetir. Tanrı, hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur, zira bir o yana, bir bu yana gitmek O’na yakışmaz” sözleriyle temellendirmeye çalışmıştır.
Bu yaklaşımı ve anlayışı, Ksenophanes’i monist/tekçi, diğer bir deyişle tek bir Tanrı’nın olduğu anlayışına götürmüş, daha aşağıda ele alacağımız Elea Öğretisi, Ksenophanes’in öğrencisi olan Parmenides’in, Ksenophanes’in bu yaklaşımının, bu anlayışının, bu düşüncesinin üzerine kurulu bir felsefe okulu olarak biçimlenmiştir.
Felsefe; varlık, bilgi, değer, iyi, hakikat, adalet, doğruluk, hak, zihin, akıl gibi konularla ilgili soyut, genel ve temel problemlere ilişkin olarak ve bunlar üzerine yapılan sistematik bir çalışmadır. Bu çalışma oldukça geniş bir alanı kapsar, bu bağlamda, felsefe, fizik, psikoloji, mantık, dilbilim, tarih, din, etik, ahlak, siyaset, hukuk gibi disiplinleri de ele alır ve bunları da inceler.
Esasen daha önce genel felsefenin kapsamında olan bütün bu disiplinler, günümüzde genel felsefeden ayrılmışlar, bunların her biri ayrı olarak ele alınan, incelenen yeni birer disiplin haline gelmişlerdir. O nedenle, günümüzde varlığın ve hakikatin doğasını inceleyen metafizik, bilginin ve inancın doğasını inceleyen epistemoloji, yani bilgi felsefesi, bir değer yargısı olarak ahlakı inceleyen etik, doğru akıl yürütmenin kurallarını inceleyen mantık gibi yeni akademik disiplinler ortaya çıkmış, felsefe, bilim felsefesi, din felsefesi, ahlak felsefesi, dil felsefesi, tarih felsefesi, hukuk felsefesi, siyaset felsefesi gibi alt dallara bölünmüştür.
Bu gelişmelere göre, tek bir felsefe, tek bir felsefi sistem yoktur. İleride daha geniş olarak inceleyeceğimiz üzere, bilimi, dini, ahlakı, dili, tarihi, hukuku, siyaseti, insanı, dünyayı, hayatı, yaradılışı, varlığı ne kadar değişik yönlerden incelemek mümkün ise, bunları o kadar değişik yönden inceleyen felsefi görüşler, sistemler ve okullar vardır.
Kuşkusuz bunlar arasındaki fark ya da farklılık, sadece bunların çalışma konularında ve alanlarında değildir. Değildir, zira bu görüşlerin, sistemlerin, okulların üzerinde çalıştığı konu bellidir. Bu konu, az yukarıda da işaret ve ifade ettiğimiz üzere; bilimdir, dindir, dildir, tarihtir, hukuktur, siyasettir, dünyadır, evrendir, hayattır, insandır, yaradılıştır, varlığın kendisidir, bilgidir, değerdir, hakikattir, ahlaktır, etiktir, doğruluktur, yani bunların toplamından, bütününden oluşan felsefedir,
Sadece bu görüşlerin, bu görüş sahiplerinin vardıkları sonuç veya sonuçlar birbirlerinden farklıdır. Esasen değişik felsefi görüşlerin, buna bağlı olarak farklı felsefi sistemlerin ve okulların olmasının nedeni de budur.
Felsefe, Sokrates’in, Plato’nun/Eflatun’un, Aristoteles’in, Sofistlerin, Stoiklerin memleketi ve doğdukları yer olan kadim Yunanistan’da doğmuştur. Nitekim felsefe sözcüğü eski Yunanca’da “bilgeliği sevme” anlamına gelen “philosophía” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı “hikmete”, yani “bilgeliğe aşk”tır.
Ne var ki, aşkın bu türüne kimileri aşina değildir. Onun için bu kişiler, felsefeye, bilgeliğe, bilgelere karşı mesafeli ve soğukturlar. Zira bu insanlar, düşünmek istemezler ve hatta düşünceden, düşünmekten korkarlar. Düşünceden ve düşünmekten korktukları için de, ne merak ederler, ne soru sorarlar, ne sorgulama yaparlar, ne de öğrenmek isterler. Bu insanlar akıllarını, vicdanlarını, yüreklerini söndürmüşler, duygularını, gözlerini, kulaklarını, diğer duyularını kapatmışlardır. Öyle oldukları için de, bakmamayı, görmemeyi, duymamayı, hissetmemeyi, düşünmemeyi, merak etmemeyi, sorgulamamayı tercih ederler.
Oysa felsefe bize, bakmak, görmek, duymak, hissetmek gibi duyuları, merak etmek, öğrenmek, düşünmek, eleştirmek, sorgulamak gibi yolları, bunlar için gerekli olan araçları ve insani yetenekleri kazandırmayı ve bunları kullanmayı öğretir. Felsefe bize, kendimizi, kamil bir insan, ahlaklı, erdemli bir insan olarak oldurabilmemizin yollarını gösterir ve bunun için gerekli olan araçları verir. Felsefe bize, aynı zamanda, varlık olarak, insan olarak nereden gelip nereye gittiğimizi öğretir, kendimizi tanımamızın ve bilmemizin yol ve yöntemlerini gösterir. Büyük İslam düşünürü Farabi’nin “Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun?” demesi bundandır, bundan dolayıdır. Çünkü bunları bilmeyen, merak etmeyen, araştırmayan, öğrenmeyen, öğrenmek istemeyen insan, insan olarak var değildir ve o insan hayatı bir ot gibi, kurufasulye gibi yaşıyordur. Oysa yaşamak ciddir bir iştir. Nitekim usta şairimiz Nazım Hikmet bir şiirinde; “yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın…yaşamayı ciddiye alacaksın…” der.
Kendisi, “insanın kendisiyle ilgili olması” şeklindeki “objektivist” anlamda felsefi görüş sahibi olan Rus asıllı, Amerikalı mimar, filozof ve yazar Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle felsefe; “kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu hiç değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olmak konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.”
Ayn Rand ile başladık, yine ondan ödünç alarak devam edelim; “Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolu olduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı kullanmayı ret etmişiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe ve kullanmadıça, hayatınızı bu tür sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğumuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.”
Uzmanların ifadesiyle, aklımız, zihnimiz, algılayabildiğimiz hemen her şeyin kavramlar halinde bütünleştirilmesi şeklinde çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir ve getirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında; üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, hayatımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında; hayat ve hayatın sonsuz olgu ve olayları hakkında; yaradılış hakkında; varlığın anlamı, hikmeti, yapısı ve niteliği hakkında; kendimiz ve başkaları hakkında; bilginin kendisi ve araçları hakkında bize bilgi veren ve yol gösteren sonuçlara ulaşırız.
Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle; “…Bütün bunlar için, varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristoteles’in kendiliğinden oluş olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin nasıl yönetmeleri ve yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen, dahası gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, rafine eden sanata, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bütün bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.”
Felsefesi olmayan insanın tarzı, üslubu, içeriği, heyecanı olmadığı gibi hayatının da bir anlamı yoktur. Oysa insan anlam arayan, hayatının anlamını bulmaya çalışan bir varlıktır. İnsan olarak felsefeye bunun için, yani hayatımızın anlamını bulmak için ihtiyacımız vardır. Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da, olmasa da; iyi bir işe, iyi bir meseleğe, iyi bir mevkiye sahip bulunsak da, bulunmasak da; önemli veya değerli olsak da, olmasak da, felsefeye ihtiyacımız vardır. Doğamız gereği vardır, görebilmek, duyabilmek, hissedebilmek, düşünebilmek, sorgulayabilmek, eleştirebilmek, anlayabilmek, davranabilmek, öğrenebilmek, yaşayabilmek için vardır.
İçimizden kimileri, Romalıların söylediği gibi “önce yaşamak, sonra felsefe yapmak” veya “ben somut şeylere ilgi duyarım, yaşamın gerçekleri ile uğraşırım, soyut şeyleri düşünmek bana bir yarar getirmez, beni yorar, beni bozar, benim karnımı doyurmaz, onun için benim felsefeye ihtiyacım yok” diyebilir ya da böyle düşünebilir. Ama esas bunu diyenlerin, böyle düşünenlerin felsefeye ihtiyacı vardır. Neden mi? İşinde ve mesleğinde başarılı olmak, kendisini ve varolduğunu bilmek, hayatının anlamını kavrayabilmek, kendisini tanımak, zihnini, kirlenen düşüncelerini değiştirmek, hayatta karşılaştığı sorunları çözebilmek, yaşama uğraşını sürdürebilmek, ayakta kalabilmek için felsefeye ihtiyacı vardır.
Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek; zihnimizin ve yüreğimizin birileri tarafından bozulmasına, iğfal edilmesine, yalan yanlış doldurulmasına izin vermemek; yalanları doğru, doğruları yalan göstermemek; bu şekilde gösterenlere ve gösterilenlere aldanmamak; hakikatin bozulmasına izin vermemek; soygunları sıradanlaştırmamak; dilin ve sözün içini doldurabilmek; siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinmemiz vardır.
Klişelerle, sloganlarla, hamasetle, işe yaramaz metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmemesi, bilincimizi ele geçirip bizi yönlendirmemesi ve yönetmemesi, aklımızın, basmakalıp görüş ve düşünceleri, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartılmaması için felsefeye ihtiyacımız vardır.
Zihnimizde sağlıklı bir kuşkunun olması, bu kuşkunun bizi tetikte ve dengede tutması, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer verebilmesi için felsefeye ihtiyacımız vardır. Sadece bunlar için değil, Filistin asıllı Arap olan, sağlığında Filistin sorununun en önde gelen savunucularından olan Edward W.Said’in “Entelektüel-Sürgün-Marjinal-Yabancı” isimli eserindeki ifadesiyle, “etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir dile sahip olmak, her türden otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koymak için” felsefeye ihtiyacımız vardır.
İnançlarımızda, düşüncelerimizde, davranışlarımızda tutarlı olmak, kirlenen fikirlerimizi değiştirebilmek, yeni şeyleri öğrenebilmek ve keşfedebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Özgür olmanın ve kalmanın yolunu bulabilmek, hakikati söyleyebilmek ve temsil edebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Bir haminin veya vasinin ya da bir otorite- nin/iktidarın bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni diller ve ruhlar icat edebilmek, mutluluğu aramak ve bulmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.
“Cognitia historiana cognitia factorum, cognitia philosophica cognitia causarum”, yani “tarihi anlayış olayları, felsefi anlayış bunun sebeplerini anlamaktır” diyor Romalılar. Buna göre tarihi, siyasi olayları, felsefi anlayışları anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, bu olayların siyasal, sosyal ve ekonomik sonuçlarını tespit etmemiz gerekir. Siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını, nedenini araştırmamız ve bilmemiz gerekir. Bu ise, ancak ve ancak siyaset felsefesini, tarih felsefesini, hukuk felsefesini bilmekle mümkündür. Bunun için felsefeye ihtiyacımız vardır.
“Rollerimizi, hayatın her alanındaki rolümüzü, daha başından hangi ideolojiler içerisinde kalarak oynayacağımızı, bu rolleri hangi ideolojinin belirleyeceğini ve taşıyacağını oturup ciddi ciddi düşünmek zorundayız… Biz iki yüz yıldır her olguyu sadece kendi alanında görüp, değerlendirebil-dik; aynı olguyu var eden sorunsalın başka bir alanda yaşayıp soluk aldığını ya fark etmedik, ya görmezden geldik. İki yüz yıllık kültür tarihimiz, Türkiyeli aydının iki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına yaşamasının tarihidir.” diyor Murathan Mungan. Doğru da diyor. İki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına ve çeşitli düşünce kalıpları altında yaşamamızın, bu düşüncelere tutsak olmamızın nedeni, bu düşüncelerin felsefesini bilmememiz, bilsek de bunu içselleştiremememiz, yaşamımıza uygulayamamamızdır. Yani birey olarak, toplum olarak bir felsefemizin olmamasıdır.
“Mutlu bir domuz olmaktansa, tedirgin bir Sokrates olmayı tercih ederim” diyor yıllar, yıllar öncesinde John Stuart Mill. Mutlu bir domuz değil, tedirgin bir Sokrates olmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.
Peki, arkasında yazılı hiçbir şey bırakmamış olmasına rağmen 2500 yıldır insanlığı etkileyen Sokrates kimdir? “Atina uyuşuk bir at, ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim.” diyerek kendisini tanımlayan Sokrates, büyük devlet adamı, avukat, bilgin ve yazar olan Cicero’ya göre: “felsefeyi gökyüzünden dünyaya indirip, kentlerde dolaştıran, evlere sokup, insanları; hayat, töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye sevk eden ve zorlayan adamdır.” Kant’ın nitelemesiyle “aklın ideali”, Hegel’in takdimiyle “bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozoftur” Sokrates.
Sokrates’in zamanının Atina’sı nasıl uyuşuk bir at idi ise, ne yazık ki günümüzün Türkiye’si de uyuşuk bir at gibidir. Bu atı uyandırıp canlandırmak için bir Sokrates bulamayız ve yaratamayız elbette. Ama herhalde bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide, hukukta bizi canlandıracak, bizi tatlı uykumuzdan uyandıracak at sinekleri yaratabiliriz.
Türkiye’de böyle insanlar yok mudur? Elbette vardır. Ama bu insanlar sayısal olarak yeterli olmadıkları gibi, nitelik olarak da aktif değillerdir. O nedenle, bu insanların sayısını daha da çoğaltmamız, kalitesini, niteliğini artırmamız, bu insanları daha aktif hale getirmemiz gerekir. Aksi halde, bizi bu dünyadan indirirler!
Kant’ın felsefesini Budizm ile harmanlayan, insanlığı aldanmadan ve aldatmadan kurtaran bir ahlak felsefesi sunan On Dokuzuncu yüzyılın önemli bilgelerinden Schopenhauer ünlü aforizmalarından birisinde şunları söylüyor; “Yaşamımızın ilk kırk yılı bize metni sunar, sonraki otuz yıl bu metnin yorumunu, gerçek anlamını ve bağlamını verir, bu metnin ahlakını ve tüm inceliklerini de ancak hakkıyla anlamamızı sağlar. Yaşamımızın sonuna doğru, bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı an’a benzer bir durum ortaya çıkar. O andan sonra yaşamımız boyunca birlikte olduğumuz kişilerin gerçek yüzlerini görürüz. Artık karakterler gün ışığına çıkmış, emek ve çalışmalar meyvelerini vermiş, başarılar hak ettikleri değeri bulmuş, yanıltıcı tüm görüntüler dağılmıştır.”
Ne var ki, insan hayatı, önceden belirlenmiş bir proje olmamakla, hayatın kendisi Schopenhauer’in veya başkaca bilgelerin sunduğu klişe ya da şablon hayat tarzlarından çok daha farklı ve hatta ilginç olmakla; biz, şimdilerde bize sunulan öğrenme fırsatı başta olmak üzere, her fırsatı iyi değerlendirmek, ilgimizi ve hedeflerimizi geleceğe yönlendirmek zorundayız. Zira hayatımızın geri kalan kısmını gelecekte geçireceğiz.
Kullandığı değişik imgeler, sahip olduğu zengin düş gücü, incelikli üslup ve güçlü teknikle, divan edebiyatının ve tasavvuf düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan Şeyh Galip, oldukça ünlü olan dizelerinin birisinde; “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen/Hoşça bak kendine, çünkü sen kâinatta yaratılmışların göz bebeği olan insansın” diyor.
Sadece çağdaş Türk şiirinin değil, günümüzdeki Türk entelektüel yaşamının da seçkin isimlerinden olan Hilmi Yavuz’un özgün ve yerinde yaklaşımıyla, Şeyh Galip’in bu dizeleriyle vermek istediği esas mesaj; eski Yunanlıların gözünde, hem site düzeninin hem de toplumsal ve bireysel davranış ve yaşama biçiminin temel ilkelerinden birisi olan “kendine dikkat etmek”, “kendinle ilgilenmek”, “kendine özen göstermek” anlamlarına gelen “epimelesthai sautou” ilkesidir.
Yaşama sanatının temel ilkelerinden birisi olan “epimelesthai sautou” ilkesi, insanın maddi ve gündelik anlamda, yani giyim kuşam, yeme içme, gezip tozma, eğlenme bağlamında, kendisine dikkat etmesinden, kendisiyle ilgilenmesinden, kendisine özen göstermesinden daha çok manevi yönden, ahlaki yönden, yani felsefi ve entelektüel anlamda kendisine dikkat etmesini, kendisiyle ilgilenmesini, kendisine özen göstermesini, hem ifade hem de talep eder.
Eski Yunan felsefesini benimseyen ve Mevlevi terbiyesi ile kültüründen gelen Şeyh Galip’in de savunduğu bu temel ilke, antik felsefenin en önemli ahlak ilkesi olan ve gaipten gelen bir bilgenin sözü olarak eski Yunan’daki Delfi Tapınağı’nın kapısında yazılı bulunan ve “Delfik İlkesi” olarak isimlendirilen “kendini bil” ilkesidir. Bu ilke “epimelesthai sautou” ilkesiyle birlikte yaşama sanatının iki temel ilkesini oluşturur.
Fransız düşünür Michel Foucault’nun bir söyleşisinde ifade ettiği üzere, her iki ilkenin de temel amacı; “insanın başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.” İnsanın başlangıçta olmadığı kişi olabilmesi için, kendisine emek vermesi, kendisini oldurması, bunun için de kendisine bir aynadan bakması gerekir. Aksi halde insan kendini bilemez, kendisini tanıyamaz, kendisiyle ilgilenemez, kendisine özen gösteremez. İnsanın kendisini bilmeye, kendisiyle ilgilenmeye, kendisine özen göstermeye yönelik bir çabası olmadığı takdirde, ahlaklı olması, kendisini oldurması, yaşamda doğru bir yerde durması, yaşama tutunması, mutlu, verimli ve yaratıcı olması mümkün olmadığı gibi, doğru bir siyasal görüşü ve eylemi benimsemesi, bunun tarafı olması, kendisini bu yönlerde geliştirmesi de mümkün değildir. Bir Alman atasözü “çok düşman, çok şeref” der. Bu sözün anlamı düşmanı olmayan insanın şerefsiz olması demek değildir, düşmanı olmayan insanın yanlış yerde durduğunu, eyyamcı olduğunu ifade etmektir.
İnsanın başlangıçta olan kişi olmaması, kendini bilmesi, kendini tanıması, kendisine ilgi ve özen göstermesi, ahlaklı olması, yaşamda doğru bir yerde durması, durabilmesi, verimli ve yaratıcı bir hayat sürebilmesi, doğru bir siyasi görüşe ve tercihe sahip bulunması, bulunabilmesi için felsefeye, felsefeyi bilmeye ihtiyacı vardır.
“Her şeyi bilmeyi/tanımayı arzu eden insan, kendini de bilmeyi/tanımayı arzu eder. İnsanın bilmeyi/tanımayı arzu ettiği tek şey (ona en ilginç gelen o olsa dahi) sadece kendisi değildir. Eğer insanın kendisiyle ilgili bazı bilgileri yoksa, diğer şeylerle ilgili bilgisi de eksik ve kusurludur. Çünkü birisinin bildiğini bilmeksizin bir şeyi bilmek, sadece yarı bilmektir, bildiğini bilmek ise kendini bilmektir/tanımaktır. Öztanıma/özbilme/kendini bilme/kendini tanıma, insanın sadece kendi yararına değil, başka hiçbir bilginin eleştirel olarak haklılaştırılamayacağı ve güvenli bir şekilde temellendirilemeyeceği bir durum olarak, önemli ve arzu edilen bir şeydir…Öztanıma/özbilme/kendini tanıma/ kendini bilme, burada, insanın bedensel yapısını, anatomisini ve fizyolojisini tanıması/bilmesi demek olmadığı gibi hissetmeden, duyudan, duygudan ibaret olan zihnine ilişkin bir bilgi, bir tanıma da değildir. Bu, insanın düşünce, anlayış veya akıl yeteneklerini tanıması ve bilmesi demektir. Bu bilgiye, bu tanımaya nasıl ulaşılır? Bu, üzerinde ciddi olarak düşünülünceye kadar kolay bir mesele gibi görünür ama insan bunu düşünmeye ayartıldıktan sonra, bu bize o kadar zor görünür ki, biz, bunun imkânsız olduğunu düşünürüz. Hatta kimileri ileri sürdükleriyle, işi başka şeyleri bilmek olan zihnin bu nedenle kendini bilme ve tanıma gücüne sahip olmadığını söyleyerek bu ayartılmayı güçlendirirler. Ancak bu açıkça safsatadır/yanıltmadır. Zira bu durumda önce zihnin doğasının ne olduğunu söylersiniz, sonra da doğası öyle olduğu için kimsenin onu bilemeyeceğini söylersiniz. Aslında, bu argüman, zihni incelemek için belirli bir girişim metodunun bozulduğunu ve başka herhangi bir olasılığın öngörülemediğini kabul etmeye dayanan bir umutsuzluk tavsiyesidir… Zihnimizin doğasını anlamaya giriştiğimizde, çevremizdeki dünyayı anlamaya çalışırken takip ettiğimiz yolun aynısını takip etmek oldukça makul bir öneri gibi görünür. Doğa dünyasını incelerken, bu incelemeye var olan ve devam eden belirli şeyleri ve belirli olayları tanımakla başlarız. Daha sonra bunların genel türler olduklarını, bu genel türlerin de birbirleriyle ilişkili bulunduklarını görür ve bunları anlamaya girişiriz. Bunların arasındaki iç ilişkilere doğa yasaları adını veririz ve bu yasaları tespit ederek bunlara uygun düşen şeyleri ve olayları anlarız. Aynı yöntem, zihnin anlaşılması sorununa da uygulanabilir. Konuyu incelemeye ilk önce kendi zihnimizin ve başkalarının davranışlarının belirli koşullar altında nasıl davrandığını dikkatli bir şekilde gözlemleyerek başlayalım; daha sonra, zihinsel dünyanın bu olguları hakkında bilgi sahibi olarak, bunları yöneten yasaları belirlemeye çalışalım…” (R.G.Collingwood, “Tarih Düşüncesi”, sayfa 311, 312, Dorlion Yayınları – 2020) Bütün bunlar için, bunları yapabilmek için felefeye ihtiyacımız vardır.
“Felsefe, bilgelik alıştırması ve öğretisidir” diyor Kant. Bilgelik alıştırması yapmak ve bunun öğretisini öğrenmek; sorgulama yapabilmek, dünya ve hayat üzerine, kendimiz üzerine, başkaları üzerine, insanlık tarihi üzerine, siyaset üzerine düşünebilmek, yanılsamaların, önyargıların önüne geçebilmek, ideolojilerin eleştirisini yapabilmek demektir. Özel yaşamımızda olsun, mesleki yaşamımızda olsun ayakta ve diri kalabilmek, mücadele edebilmek için bilgelik öğretisini öğrenmeye ve bunun alıştırmasını yapmaya, yani felsefeye gereksinim duyarız.
Bütün bunları yapabilmek için felsefenin gereksinim duyduğu ve kullandığı yegane araç akıldır. Onun için felsefenin en iyi dostu aklın geliştirdiği bilimdir. Felsefenin düşmanları ise; ahlaksızlıktır, bağnazlıktır, budalalıktır, aymazlıktır, yalandır, kötülüktür, her türden fanatizmdir. Felsefe, bu düşmanları ile savaşmak, onları alt etmek için aklı kullanır ve bilimle işbirliği yapar.
“Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de, ancak kendi bilgimizle bilge olabiliriz” diyor bilge Montaigne. Doğru da diyor. Çünkü bilgili olmak, bilge olmak demek değildir. Esasen felsefe, ne bilimdir, ne de bilgidir. Bilme edimi hiç değildir. Felsefe, sadece ve sadece var olan bilgiler üzerine, insan üzerine, yaşama dair olan her şey üzerine, ahlak üzerine, adalet üzerine, özgürlük üzerine, tarih üzerine, siyaset üzerine, sanat üzerine, hukuk üzerine düşünmektir.
İnsan aklı üzerine eleştiriler yapan Montaigne, Yunan şüpheciliğinin iyi bilinen bütün geleneksel argümanlarını kullanır. Ama Montaigne, bu argümanlara elinde olan ve en büyük güç ve olağanüstü öneme sahip olduğu kanıtlanan yeni bir silahı daha ekler. Zira ona göre, hiçbir şey bizi küçük düşürmeye ve insan aklının gururunu kırmaya, fiziksel evren hakkındaki önyargısız bir görüşten daha uygun olamaz. O nedenle, Montaigne, “Apologie de Raimond Sebond/Raymond Sebond’tan Özür“ isimli kitabının bir pasajında, “bırakın insanı” der ve şöyle devam eder: “Ben insanın diğer yaratıklar üzerinde sahip olduğunu sandığı bu büyük üstünlüklerini aklının gücüyle hangi temeller üzerine kurduğunu anlıyorum. İnsanı, bu hayranlık uyandıran gök kemeri kavramına, başının üzerinde dönen o nurların ebedi nuruna, o sonsuz okyanusun harikulade ve ürkütücü hareketlerine, insanın hizmetine ve bu hizmetin binlerce yıl devam etmesi gerektiğine kim inandırmıştır? Kendi malının efendisi olmaktan daha çok, her şeyin yaralarına tâbi olan bu acınası ve zavallı mahlûka, kendisinin hâkim olamadığı, en küçük parçasını dahi bilecek güce sahip bulunmadığı bir şeyin bütününden daha azına hükmedecek kadar dünyanın efendisi ve imparatoru denmesi kadar gülünç bir şey düşünülebilir mi? İnsan, her zaman içinde yaşadığı küçük çevreyi dünyanın merkezi olarak görmeye ve kendi özel hayatını evrenin standardı haline getirmeye eğilimlidir. Ama insanın bu nafile iddiadan, bu küçük taşralı düşünme ve yargılama tarzından vazgeçmesi gerekir.” Yine Montaigne aynı eserinde şunları yazar: “Köyümüzün asmaları donduğunda, kilisenin rahibi, Tanrı‘nın öfkesinin tüm insan ırkının karşısında olduğu sonucuna varır. …Kim ola ki, bizim iç savaşlarımızı görünce, dünyanın bütün makinelerinin üzücü olduğunu ve kıyametin yaklaştığını haykırmayan! …Kim ola ki, bir resimde olduğu gibi, tüm görkemi ve parlaklığıyla dökülen doğa anamızın büyük görüntüsünü hayaline sunacak olan; her kim onun yüzünde çok genel ve çok sabit bir çeşitlilik okursa, kim kendisini o figürde gözlemlerse, kendisini değil, bütün bir krallığı, bütünün karşısında bir kurşun kalemin en ufak bir dokunuşundan daha büyük olmayan, şeyleri/nesneleri gerçek tahminlerine ve ihtişamlarına göre değerlendirebilen sadece o insandır.” (Ernst Cassirer, “İnsan Üzerine Bir Deneme-İnsan Kültürü Felsefesine Giriş”, sayfa 40, 41, Dorlion Yayınları-2022)
Zira insan, bu tür sorular sorarak, bunlar üzerine düşünerek, bunları özümseyerek, bunları içselleştirerek, bunları uygulayarak bilge olur, kamil bir insan olur. Onun için bilge olmak daha iyi yaşamak, daha iyi düşünmek, daha ahlaklı olmak, daha dingin, daha huzurlu, daha mutlu olmak demektir. Felsefe, bilgili olmanın değil, sadece bilge olmaya giden yolun taşlarını döşer. O nedenle, felsefeye ihtiyacımız vardır.
“Sorgulanmış bir hayat, daha iyi bir hayattır” diyor Sokrates. Bunu yapamayanlar, yapamadıkları için de yaşadıkları hayatın altında ezilip kalan insanlar, hasta olurlar, hasta olunca da Prozac’a, Cipram’a ya da benzeri diğer antidepresanlara sığınırlar. Oysa bunlar hastalanan insanı tedavi etmez, aksine insanı hayattan ve hakikatlerden koparır. Ama Sokrates, yani felsefe insanı eğitir, geliştirir, terbiye eder, hayatla, kendisiyle, başkalarıyla ve hakikat ile buluşturur. Eğer hasta ise, tedavi eder. Onun için hasta olan insanın kendisini antidepresanlara değil, felsefeye teslim etmesi gerekir. Felsefeye bu nedenle de, yani hasta olmamak, hasta olsak da iyileşmek için ihtiyacımız vardır.
Felsefenin ne olduğunu, hem genel hem de Marksist açıdan inceleyen ve bu amaçla “Felsefe Nedir? Marksist Bir Deneme” isimli bir kitap yazan Amerikalı Marksist düşünür ve yazar Howard Selsam, sözü edilen eserinde felsefe konusunda şunları yazıyor: “… Felsefe nedir? sorusunun pek çok cevabı vardır, fakat bu soruya verilen dünyadaki hiçbir yorum ve cevap, Marksist cevap ve yorum kadar ilginç değildir. Öyle ki, ister dost, isterse düşman olsun, giderek artan sayıda insan, felsefenin sadece üzerinde konuşulacak bir konu değil, eyleme geçilecek bir konu olduğunun farkında değildir. Dahası Marks’ın felsefesi, sadece geçmişe ait bir felsefe değil, aynı zamanda geleceğe dair olan bir felsefedir. Yine bu felsefenin somut amacı ve hedefi, belirli ülkelerdeki ilerleyici reformlar ve sosyal devrimler ile bütün insanların ve ırkların yoksulluktan ve baskıdan kurtularak özgürleşmelerine yöneliktir… Fizik, psikoloji, ekonomi veya tarih çalışmak istediğinizde, bu alanlarda spesifik konulu bir mesele, işe yarar özellikli bir bilgi bütünlüğü ve toplamı bulursunuz. Felsefeyle ilgili tanıdık herhangi bir şey aradığınızda ise, çok miktarda ve oldukça geniş sayıda mesele ve metotla karşılaşırsınız. Zira felsefe insanlara, değişik ve farklı çağlarda çok değişik şeyler sunmuştur.
Felsefenin doğumunun kaydedildiği Hristiyanlıktan önce ve Altıncı Yüzyıldan, günümüze kadar olan sürede, Çin’de, Hindistan’da ve Yunanistan’da, felsefenin birçok formlar ve şekiller aldığını, insanların bazen felsefe olarak isimlendirilebilecek tek bir şey olmadığını söylediklerini görür ve duyarsınız. Bu söylenenler arasında, dünyanın ne olduğu, insanların nasıl ve ne amaçla dünyada bulundukları, iyi bir hayatı yapan şeyin ne olduğu konusunda, tek tek insanların uzun ve bireysel olan bir tahminler dizisi var gibi görünür. Ancak gerçekte durum o kadar skandal bir haldedir ki, felsefe öğretmenleri öğrettikleri konu hakkında kendi aralarında dahi anlaşamadıkları gibi, belirli doktrinler üzerinde de anlaşamazlar. Zira bu konularda, bu kadar fazla ve böyle saçma bir şey yok gibi görünür, yine bazı filozoflar bunu nihai bir gerçek olarak kabul etmezler ya da hiçbir kurum veya iktidar, bu kadar yıpranmış ya da bu kadar baskıcı olan şeyin ne olduğunu bulamadıkları gibi, bazı filozoflar da nihai yaratılışın amacını bulamazlar. Bu üzücü durumu gören dindarlar mutlu bir şekilde tanrılarına dönerlerken, alaycı insanların alay eden bakışlarını gören bilim adamı, kendi laboratuvarına doğru geri çekilirken, “sağduyulu” iş insanı kâr peşinde koşmaya devam eder ve sonuç itibariyle bu insanların hepsi aynı şekilde “filozofun” rüzgârlı spekülasyonlarından veya çılgın fikirlerinden kaçarlar veya kaçınırlar. Ne var ki, felsefe bu durumdan kolay kolay kaçamaz ve bir yerlere saklanamaz. Çünkü bilincinde olmasalar dahi, insanların bir felsefeleri vardır. Zira felsefe, tıpkı düzyazının hepimizin konuştuğu bir şey olması gibi, hepimizin sahip olduğu bir şeydir.
Bilinçli düşünceden ve teoriden önce pratik vardır. İnsan hayatını sürdürmek için karmaşık, inatçı ve çoğu zaman düşmanca bir çevreyle başa çıkmak zorundadır. İnsan, ister avlanarak, ister balık tutarak, ister bono/tahvil kuponu biriktirip keserek, ister çiftçilik ya da fabrika işçiliği yaparak yaşıyor olsun, birçok eylemde bulunur, aletler kullanır, kendisi ve içinde yaşadığı dünya ile ilgili şeyleri ifade eden ilişkilere girer. O nedenle, bir dünya ve hayat teorisi olarak felsefe, hiç kimsenin kaçamayacağı ve kaçınamayacağı bir şey olmakla, felsefe hakkında biraz araştırma yapmak gereklidir ve bunu yapmak iyi de olacaktır.
İnsanlar, felsefeyi araştırmaktan ve felsefeyi teşvik edip arzulamaktan iki nedenle kaçamazlar. Bunlardan birincisi, insanların ayaklarını yere sağlam basmamalarının onlar için biraz tehlikeli bir şey olmasıdır. İnsanlar, soyut spekülasyonlarla kendilerini kaybederler ve felsefenin hayat için olduğunu, hayatın ise felsefe için olmadığını unuturlar. Mesela, ben, genç bir insanı hatırlıyorum. Bu genç, yüksekokulda felsefe eğitimi almış, dünyada kendi fikirlerinden başka hiçbir şeyin olmadığını “öğrenmiş” ve yüksekokuldan yeni mezun olmuştu. Bu genç adam intihar etmeye ve bu suretle mevcut savaşı, sefaleti ve işsizliği protesto etmeye karar vermişti. Neyse ki, bu genç, daha sonra kendi öncüllerini gözden geçirmiş, bu sosyal hastalıkları ortadan kaldırmanın daha etkili yolları olduğunu görmüş ve o yöne dönmüştür.
İkinci olarak, felsefeye karşı uyarıda bulunanların çok daha fazla korktuğu şey, felsefe gibi temel soru(n)lar üzerinde ciddi bir şekilde düşünmenin, dini veya politik ortodoksiyi yok edebileceği olgusudur. Bu konuda itiraz edilen husus, tek başına ve sadece felsefe değil, inanmamız için iyi olduğu varsayılan felsefeden başka herhangi bir felsefenin olmasıdır.
İçinde bulunduğumuz yüzyıla kadar, yüksekokullarımızdaki felsefe öğretmenlerinin çoğu, ya din adamıydı ya da teolojik bir geçmişe sahipti. Bugün dahi bir Amerikan yüksekokulunda ya da üniversitesinde açıkça bir materyalist öğretim felsefesi bulmak zordur. O halde, felsefe denen bir şey var mıdır ve eğer var ise, bu, tek tek insanların düşüncelerinden başka bir şey midir? Felsefelerin incelenmesinde, tarihsel silsileler, bu soruya ışık tutar. İlk Yunan filozofları, şeylerin/nesnelerin doğası hakkında bize “tahminler” gibi görünen şeyleri sunmuşlar ve bu konuda sahip oldukları kendi bireysel görüşlerini tanımlamışlardır. Mesela Thales, her şeyin ilk ilkesinin su olduğunu söylemiştir. Anaximenes, her şeyin ilk ilkesinin su değil hava olduğunu ifade etmiş ve daha sonra Heraklet, her şeyin ilk ilkesinin su ateşi olduğunu düşünmüştür. Bunlar tahmin değildir, çünkü bu insanların farklı olarak düşündükleri şeyler, yüzeysel olgudan çok daha önemli olan, benzer bir soru sormaları, benzer varsayımlarda bulunmaları ve kendi zamanlarının düşüncesine uygun sonuçlara varmış olmalarıdır. Bu düşünürler, bir şeyi/maddeyi varsaymışlardır, o da, cennette yaşayan/canlı oluşumların farklılıklarının ve çeşitliliklerinin, bunların bazı ortak unsurlardan sonsuz bir değişim süreciyle türetilmiş olmasıdır. Bu düşünürler, ikinci olarak, bütün bu türetilen ortak şeylerin/maddelerin, Yunanların temel olarak kabul ettikleri toprak, hava, ateş ve su şeklindeki dört maddeden biri olduğunu varsaymışlardır. Bu düşünürlerin varsaydıkları üçüncü husus, şeylerin/maddelerin ortak bir şeyden/maddeden türetildikleri sürecin doğal olarak oluştuğu, yani bunların oluşum ve türetilmelerinin tanrıların müdahalesi veya rehberliğiyle gerçekleşmediği, bazı genel ilkelere ve kanunlara göre oluştuğu ve türetilmiş olduklarıdır…
Felsefe tarihinde en temel olarak adlandırılan iki sorun madde ya da zihin ve gerçekliği oluşturan kalıcılık ya da değişim sorunları, felsefe ve bilim arasındaki ilişki sorununu gündeme getirir. Bilim, dünyamızdaki şeyleri ve olayları bulduğu şekliyle ele alır ve insanın çevresini öngörme/tahmin etme ve kontrol etme ihtiyacından ve arzusundan ortaya çıkar. Şeylerin/maddelerin doğasını ve bunların işleyişine göre ilkelerini bulup ortaya çıkaran; iştir, meslektir, ticaret ile bunlara ilişkin faaliyetlerdir.
Bilim için problemler her zaman somut olan şeylerdir; öyle ya da böyle bir durumda, gözlemlenen değişiklikler gerçekte nasıl meydana gelir ve şu veya bu şekilde arzu edilen bir durum nasıl sağlanabilir? Yunanlılar tarafından bilimden önce geliştirilen felsefe, toplumsal etkilerle bu soruların farklı bir şekilde formüle edilmesine neden olmuştur. Bu filozoflar için önemli olan, neyin gerçek olduğuna ilişkin olgu sorunundan daha çok, hangi şeylere diğerlerinden daha çok değer verilmesinin ya da hangi şeylerin tercih edilmesinin gerekli olduğu hususudur. Örneğin, Platon, kendi sınıfının ahlaki ve politik değerini koruma ve böylece statükoyu koruma arayışındadır ve bunları evrenin ebedi yapısında kök salmış bir şekilde bulmaya çalışmıştır. Bu, onları otomatik olarak sıradan vatandaşın (köleden bahsetmiyorum) inceleme ve eleştirisinden uzaklaştırmış ve onları, sadece hayatını bu ebedi gerçeklerin tefekkürü ile geçirebilecek boş zamanın beyefendisi olan düşünüre bırakmıştır. Böylece, bu, aynı zamanda gerçekliği, dünyevi olan maddi dünyamız tarafından yalnızca belli belirsiz tezahür ettirilen bu değişmez ilkelerden ibaret hale getirmiş ve bu yaklaşım sadece gerçekleri düşünerek, tek başına toplumu yönetmeye muktedir olan aristokrat filozof idealinin kurulmasına ve oluşmasına neden olmuştur.
Felsefe ile çeşitli bilimlerin ilişkisinin sona ermez anlaşmazlık kaynağı içinde olmasıyla, filozoflar, hemen hemen her zaman ilk ve son sözleri söyleme hakkının kendilerinde olduğunu iddia etmişlerdir. Felsefenin bilime her zaman sıcak bakmadığı, esasen bilime karşı olduğu hususu daha önce ifade edilmişti. Zira bilimin kendisinin sosyal kökleri vardır ve bilim bu sosyal etkilere karşı duyarlıdır. Ne var ki, bilim her zaman, dünyamızın seçilmiş yönlerinin (uzun vadede ticaret, sanayi ve genel olarak teknolojinin ihtiyaçlarına bağlı olarak seçilen yönler) dikkatli bir şekilde gözlemlenmesi ve bilginin arandığı malzemenin manipülasyonu yoluyla elde edilmesi anlamına gelir. Bu tür bir bilgi, güçlü konumlarda olanlar tarafından her zaman arzu edilmez, çünkü bu onların sürdürmeye çalıştıkları fikirlere ve kurumlara ters düşebilir. Örneğin On Altıncı ve On Yedinci yüzyıllarda Galileo ve Descartes gibi insanlar tarafından kazanılan bilimsel doğa bilgisi, denizcilik, savaş, maden işletmeleri vb. gibi alanlar için kesin bilgiye ihtiyaç duyan yükselen orta sınıfın çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Aynı zamanda, tek arzusu toplumun mevcut ekonomik düzenini ve dolayısıyla Hıristiyanlığın dogmalarını ve kilisenin gücünü korumak olan feodal sınıflar tarafından kontrol edilen üniversitelerde de bilime karşı şiddetli bir şekilde mücadele edilmiştir. Günümüzde ve giderek artan bir şekilde ırksal sınırların yapaylığını ve tüm ırkların temel eşitliğini göstermeye eğilimli olan antropoloji bilim dalının altında yer alan ırk biliminin, Güney Afrika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde gücü elinde tutan bazı çevreler tarafından reddedildiğini, beyazların üstünlüğünü öğreten ve buna dayanan ırkçı yarışın sürdürüldüğünü görmekte ve buna tanıklık etmekteyiz.
Genel olarak ve Batı Hıristiyan dünyasının tarihi boyunca, hem Katolik feodalizmi, hem de Protestan kapitalizmi altında egemen olan güvensizliğe dayalı ve bilime yönelik üstü kapalı bir küçümsemeye kadar değişen tutumlarla karşılaşırız. Buna bağlı olarak felsefi görüşlerin çoğu, bilim ile dini uzlaştırmanın ve dikkatli bir şekilde bilimi sınırlı bir yerde tutmanın aracı olmuştur. Kitabımızın daha sonraki bölümlerinde buna ilişkin olarak yapılanlar ve bunun yapılmasında izlenen yollar tartışılacaktır, ancak bu yapılanlar ve bu konuda izlenen yollar, genel olarak bilimin sadece şeylerin/nesnelerin görünüşleri olarak adlandırılanlarla ilgilendiğini ve dinin sadece daha yüksek gerçekliğe nüfuz edebileceğini aramaktan ibaret olduğunu göstermektedir. Korunması gereken eski ve çağdışı kurumları olmayanlar, mevcut düzenden yararlanmayanlar, bu insanların dünyanın ve insanın doğasıyla ilgili olarak gizlemek istedikleri şeyin ne olduğunu elbette sorabilirler. Şeyler/nesneler üzerinde dikkatli deneyler yoluyla fiilen keşfedilen hakikatlerin üstünde ve dışında bir hakikat ya da insan yığınlarının maddi ve kültürel refahından başka bir şey olan bir iyinin olduğu hususu, neden bu kadar kararlı bir şekilde korunmalıdır?
Felsefe evren hakkındaki genel spekülasyonlarla başlamış, daha sonra bilginin özel bir bölümü olarak gelişmiş ve değişik bilimlere nüfuz ederek branşlaşmıştır. Felsefenin bu erken dönemi, ebeveyn akımının ve akıntısının giderek artan sayıdaki çocuğuyla birlikte ve deyim yerindeyse evlilik yoluyla olan ilişkisi gibi bir sorun yaratmıştır. Bunun sonuçlarından birisi, felsefenin, metafizik olarak adlandırılan çalışma ya da özel bilimlerin konusunun üstünde ve dışında olduğu varsayılan ve bir ebedi hakikatler bütünü olarak kabul edilen ilk ilkelerin incelenmesiyle birlikte daraltılması olmuştur. Diğer bir sonucu ise, felsefenin ya da isimlendirilen şekilleriyle, fizik felsefesi, sanat felsefesi, zihin felsefesi (psikoloji bilimine yol açmıştır) vb. gibi felsefe çeşitlerinin ortaya çıkmasıdır. Bu anlamda felsefe, pratiğe karşı bir şeyin teorisi veya bir öznenin daha sınırlı ve özel yönlerine karşı daha genel ve soyut özellikleri anlamına gelir. Bu tür teorilerin olması elbette önemlidir, ancak bu, farklı insanların birbirinden ayrılamaz görevleri yerine getirdiği bir işbölümü olduğunda kimi tehlikeleri de beraberinde getirir ve bu tehlikeleri de içerir. Bu, sadece saf teoriye veya özellikle hiçlik teorisine eşit olan yaklaşımın ve anlayışın teorisi olarak bir felsefe anlayışının yolunu açar ya da günümüzde yaygın olduğu üzere, felsefeyi bir semantik bilime/anlambilime, yani dilin analizine indirger. Böylece felsefe kendisini, dünya ve insan hakkında açıklama aramak yerine, kendisini terimlerin ve önermelerin uzun, sıkıcı, yorucu, tekdüze ve tekrar eden incelemesiyle sınırlar.
On Yedinci ve On Sekizinci yüzyıllarda yükselen orta sınıfın ilk filozoflarının karşı karşıya kaldıkları gerçek pratik problemler vardı ve bunların çoğu, yerini almak üzere tasarlandıkları feodal bir toplumunkilerin aksine modern burjuva kurumları için teorik gerekçe sağlama sorunu etrafında toplanmıştı. Oysa günümüzde, uluslararası işçi sınıfı hareketinin, kurumları ve kapitalizmin teorik gerekçelerini ve bunların haklılaştırılmasını eleştirmek için aracı ve yeni sosyalizm teori ve pratiğinin temeli olarak kullandığı kendi felsefesi vardır. Bu durum, felsefenin hedef ve amaç meselesini ortaya çıkarır. Farklı tür ve çeşitteki her felsefenin, temel olarak felsefenin sahip olduğu kendi felsefi kavramı vardır. Bunun en önemli ve farklı amaçlarından bazılarının kısaca gözden geçirilmesi bizim için gerçekten kıymetlidir.
Kadim felsefe, Hıristiyanlık tarafından sahiplenildiğinde ve üstlenildiğinde, ‘teolojinin evlatlığı/beslemesi’ olarak tanımlanmıştır. Bu gelenekte hedef, Hıristiyan inançlarının yapısını desteklemek ve ona payanda olmaktır ve günümüze kadar da ağırlıklı olarak bu amaç için kullanılmıştır. İncil’de bulunduğu şekliyle vahyedilen ve hakikat denilen şey, rasyonel ve bilimsel araştırmalardan önce gelir. Elbette, bu amaç çoğu zaman açıkça ifade edilmemiş ama sıklıkla sulandırılmıştır. Ortodoks Hıristiyanlık seyreltilmiş ve inceltilmiştir, ancak daha hala çoğu felsefenin amacı, dini bir tutumu ve davranışı esas olarak dünyaya karşı sürdürmektir. Bunun iyi bir ifadesi, yaklaşık elli yıl önce St. Louis’de yayınlanan bir felsefe dergisinin ‘Felsefe ekmek vermez, ama bize Tanrıyı verir’ şeklindeki mottosunda/sloganında mevcuttur. Özetle, bu noktadan hareketle felsefenin amacı, temel özellikleri ve hususları sorgulanamayacak olan bir dünyaya karşı mevcut dini tutuma bir gerekçe bulmaktır.
Kadim Yunan için felsefe, esas itibariyle insanların hayat tarzı için rasyonel bir temel sağlamayı tasarlamak ve amaçlamaktır. Mesela, Epikür, barışı ve acıdan kaçınmayı, gelecekteki hayatın başına bela olmayacağına dair bir güvenceyi aramış, bunu bulmaya çalışmış ve kendisine arzuladığı huzuru verecek bir dünya anlayışını formüle etmiştir. Felsefe, Epikür ve Epikür’ün okulu için, doğaüstü şeyleri ortadan kaldıracak ve insanların rasyonel ve mutlu bir hayat elde etmek için kendilerine güvenmelerine yardımcı olacak bir düşünme biçimidir.
Stoacılar, dünyanın sert/haşin ve çoğu zaman acımasız olduğunu, ancak dünyanın ilahi bir planla ve bir nedenle var olması gerektiğini düşünmüşler ve buna bağlı olarak tüm insanların bu hayatta kendilerine verilen görevi, sadakatle ve şikayet etmeden yerine getirmeleri gerektiğini savunmuşlar ve bunu öğretmişlerdir. Yine Stoacılar, dünyanın ve tüm insanların doğasında var olan akla yaptığı vurguyu esas almışlar ve o nedenle, dar ırkçılığın ve milliyetçiliğin sınırlarını aşan bir hümanizme/insancıllığa yönelmişlerdir.
Platon, kendisinin “saf/katıksız” teorik çıkarları her ne olursa olsun, felsefeyi, Yunan toprak sahipleri aristokrasisinin dinlenme ve boş zaman hayatını savunmak için yapmış, felsefeyi, devlet işlerinin sadece kendilerine ait olabileceği ve güvenle emanet edilebileceği seçkinler tarafından yönetilen oligarşik bir devlet idealini desteklemek için kullanmıştır. Platon‘a göre hayatın amacı ve hedefi, sadece bilmek ve bu bilgiyi geliştirebilecek durumda olmayanların işi olan kişiler için çalışmaktır. Bu bilme, bizim bugün tasavvur ettiğimiz şekliyle bir bilgi olmadığı gibi, tüm bilimlerin altında yatan ve temeli olan belirli şeylerin bilgisi de değildir. Bu bilgi, zanaatkârlara, elleriyle iş yapanlara ait bir bilgidir. Gerçek bilgi, örneğin belirli bir güzel nesne ya da güzel bir heykel ya da bina yapmanın gerçek araçları olmadığı gibi, sözde saf ya da soyut olan bir güzellik de değildir. Platon’a göre bilgi, şeylerin/nesnelerin ebedi biçimleri olarak varsayılan şeylerin tefekküründen oluşur. Ne var ki, güzelliğin ne olduğu belli olmadığı gibi, bu güzellik belirli bir kişinin veya şeyin güzelliği de değildir, esasen bu güzelliğin ne olduğu hususu hiçbir zaman da açıklığa kavuşturulmamıştır. Ama buna rağmen, Platon, aynı şekildeki ve eşit derecedeki soyut bir adalet, hakikat ve iyilik fikrini ve tefekkürünü aramıştır. Platon‘un eğilimi, felsefenin toplumsal iyiliğe hizmet etmesinden daha çok, sosyal sınıflar piramidinin tepesindeki filozofların olacağı bir toplumsal düzeni dayatmaktır. Platon, kendisini yeni bir ticari ve imalatçı sınıfın yükselişinden mustarip hisseden varlıklı bir toprak sahibi ailenin mensubudur, o nedenle, onun felsefesinin birçok yönünün, kendi sınıfının eski düzenini koruma arzusuna atfedilebilmesi mümkündür, dolayısıyla o felsefesini, kesin olarak tanımlanmış sınıfları muhafaza etmek ve değişiklikten kaçınmak üzerine inşa etmiştir.
En büyük Yunan filozoflardan birisi olan Aristoteles ise, oldukça farklı bir pozisyondadır. Aristoteles, Makedonyalı Filip’in ülkesindendir, babası fizikçidir, doğunun neredeyse tamamını zapt eden çok geniş Makedonya İmparatorluğu idealinin etkisi altındadır. O nedenle, Aristoteles geniş bir sosyal perspektif sahibidir ve onun felsefe bilgisi belirli ve özel alanlarda Platon‘un felsefesinden daha farklı, daha fazla ilgi çekicidir, zira o daha çok etrafındaki gerçek dünya ve o dünyayı bilmekle ilgilidir. Aristoteles, toplumu sadece kölelik temelinde düşünmüş ve onun bu düşüncesi insanlarla ilgili düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir. Aristoteles, insan hayatıyla ilgili düşüncesini ve idealini Ethics/Etik isimli eserinde geliştirir. Ona göre fakirin her zaman erdemli olabileceğini inkâr etmek ve elbette köleleri hiç dikkate almamak, zengin adamın ahlakıdır. Yine, Platon‘da olduğu gibi, onun tarafından da, tüm insan toplumunun amacının, birkaç kişinin boş zaman ve zenginlik içinde yaşayabilmesi ve bu durumda insanın tüm faaliyetlerinin en yüksek düzeye ulaşacağı, evrenin ilk ilkelerinin saf bilgisi ile meşgul olacağı kabul edilir. Bu analiz elbette aşırı şekilde basitleştirilmiş ve sadeleştirilmiştir. Zira herhangi bir insana etki eden kuvvetler ve etkiler sonsuz derecede karmaşıktır. Ancak bu yaklaşım tarzının, filozofların anlayışına başka hiçbir yaklaşım sağlayamayacağının ipuçlarını verdiği söylenebilir. Bir düşünürün çağının ürünü olduğu hususu, uzun zamandır yaygın olarak kabul edilen bir görüştür. Bu görüşle savunulan tek şey, böyle bir doktrinin çok geniş olmasıdır: Bir düşünür, bir çağdaki konumunun ya da başka bir deyişle, onu etkileyen belirli toplumsal güçlerin bileşkesinin/karmaşıklığının bir ürünüdür.
John Dewey’i takip eden pragmatistler ve bilimlerin metodolojisine gerçekten ilgi duyan ampiristler veya pozitivistler dışında, son zamanlardaki felsefenin tamamında, vurgu tekrar saf tefekkür üzerine yapılır. Çok iyi tanınan bir filozofun, yakın zaman önce, filozofların insanlar ve bu insanların sosyal hayatları gibi önemsiz/değersiz şeyleri düşünmelerinin ‘uygunsuz/yakışıksız’ olduğunu ifade ettiği duyulmuştur. Bu yorum, metafiziğin soyut soru(n)ları üzerine yapılan spekülasyon adına, felsefenin ‘saflığı’ ile ilgili olarak yapılmıştır. Felsefenin çağdaş bilimin ve sosyal hayatın baskılayıcı bütün sorunlarından bu şekilde ayrılmasının, felsefe mesleğinin asaletini, geçici, dünyevi ve insani olan her şeyin üstünde olduğunu gösterdiği kabul edilir. Oysa bu daha ziyade, Platoncu felsefi geleneğin çöküşünü ve iflasını doğrular.
Modern bilimin gelişiminin ilk yüzyılları boyunca ve o zamandan beri tekrar eden dönemlerde, bazı filozoflar, bu yeni bilimi yorumlama, insanın artan bilimsel bilgisi aracılığıyla dünyayı daha eksiksiz ve daha tam bir şekilde anlamaya çalışmak gibi önemli bir görevi gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Daha önce de ifade edildiği üzere, bu, gelişmekte olan imalat ve ticaret sınıfı için bilim ve teknolojinin büyümesinin gerekli olduğu olgusuyla da bağlantılıdır. Ne var ki, bu sınıf güçlendikçe, bu olgu yerleşik feodal düzenin muhalefetiyle karşılaşmıştır. Bu durum, söz konusu görüşün teorisyenlerine, mevcut feodal kurumların eleştirisi için sağlam bir temel, bir ilave ve son derece pratik bir dayanak sağlamıştır. Bu anlamda felsefe devrimci bir duruma gelmiştir.
On Yedinci Yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’deki burjuva devriminin önde gelen teorisyeni John Locke, bilimdeki yeni gelişmeler ile kendi zamanının siyasi çatışmalarının etkisi ve yönlendirmesiyle, bilgiyi nasıl elde ettiğimiz ve bunu kesin olarak nasıl test edebileceğimiz konusunda yepyeni bir analiz geliştirmiştir. O, bunu, belirli doğru fikirleri içeren ve insan zihninin kendi içinde deneyimle doğrulanmasını gerektirmeyen engelleyici kavramları temizlemek için yapmıştır. Locke’un bu yöntemi, kralların iktidarlarının ilahi nitelikte bir hak olduğuna ilişkin görüşten vazgeçmek ve genel olarak siyasi soru(n)ları tamamen rasyonel bir temele oturtmak konusunda bir üstünlük ve yarar sağlamıştır.
Ne var ki, İngiliz devrimi benzersiz bir uzlaşmalar sistemini temsil etmekteydi, o nedenle, ilerici toplumsal roldeki felsefeye daha net bir bakış için On Sekizinci Yüzyıl Fransa’sına dönmemiz gerekir. Orada, monarşik, rahiplerin egemen olduğu Fransa’nın kendilerine dayattığı engelleyici koşullara karşı mücadele eden, kendi sosyal sınıflarının öncüsü olan, şaşırtıcı derecede usta ve enerjik düşünürler ile entelektüeller topluluğu buluruz. Bu insanlarla ilgili çarpıcı olan husus, bu insanların hepsinin kısmen veya tamamen materyalizmi benimsemeleridir. Bu onlar için öncelikle insanların çevrelerinin ürünleri olduğu ve o nedenle, insani gelişmeye yönelik daha iyi sosyal kurumlar, daha iyi bir çevre için herhangi bir talebin olması gerektiği anlamına gelir. Onlar, amaçlarının insanın mutluluğu olduğunu ve bunun için insanın kendisini ve doğayı bilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Yine onlar, insanlığın ilerlemesinin önündeki en büyük engelin, tüm hurafe, rahipler ve kutsallığın araç gereçleriyle birlikte dinin yozlaştırıcı gücü olduğunu düşünmüşlerdir. Bugün, dine yönelik bu saldırının, kısmen kilisenin siyasi, ekonomik ve sosyal hayat üzerindeki tutumu tarafından motive edildiğini ve bu felsefelerin eksikliğinin, siyasi kurumları ve sosyal güçleri ekonomik durumun ifadesi olarak toplumsal süreci analiz etmekteki başarısızlıkları olduğunu görebiliriz.
Burada ekonomik süreç ile kastedilen, sadece insanların geçimlerini sağlama yolları ve insanın varoluş araçlarının üretimiyle dağıtımında yer alan dinlerin oluşturduğu sistemdir. Bu felsefi hareketin tüm açıklaması, Fransız Devrimi’nin ‘Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik’ şeklindeki sloganıdır. Devrimle amacına, diğer bir deyişle, siyasi iktidara ulaşan Fransız burjuvazisi, daha sonra bu ilkelerden ‘kardeşliği’ terk etmiş, özgürlüğü ve eşitliği ise, yasa önünde soyut eşitlik ile parası olan insanların istedikleri gibi sanayi ve ticaretle uğraşma özgürlüğü olarak kabul etmiştir. Ama bütün bu eksiklikler, On Sekizinci Yüzyıl Fransa’sının materyalist felsefesinin, insanlığın henüz halk kitleleri için bir felsefeye, tek amacı genel insan refahının avantajı olan tamamen rasyonel bir felsefeye yönelik olan yaklaşımıdır. Bu felsefenin Amerika’da, aralarında Thomas Jefferson’ın da bulunduğu, Alexander Hamilton liderliğindeki federalistlerin artan gücünden korkan ve Amerikan Devrimi’nin demokratik ilkelere geri dönüşünü arayan ve talep eden bir grup insan tarafından tamamlanmaya çalışıldığını belirtmek ilginçtir.
Felsefenin bu aşamasının daha da geliştirilmesini görmek için Almanya’ya dönmemiz gerekir. Almanya’da, uzun pratik ve teorik kargaşadan sonra, büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin feodal kurumlara hapsolmuş insanlar üzerindeki yansımalarından esinlenen filozof Hegel‘in yazıları ortaya çıkmıştır. Sınıflar arasındaki mevcut çatışma, Hegel‘in felsefesine çatışan unsurlar getirmiş ve bu durum Hegel’in ölümünden sonra onun müritlerinin şiddetle karşıt gruplara ayrılmalarına yol açmıştır. Bunun nedeni büyük ölçüde Hegel‘in devrimci değişim teorisinin Protestan Hristiyanlığın ve Prusya Devletinin yüceltilmesiyle birleştirilmeye çalışılmasıdır; bu çalışma yeni burjuva düzeninin bir savunucusu iken, eski rejime de birçok taviz vermeye eğilimlidir. Daha teknik olarak bakıldığında, Hegel, insan düşüncesinin ve eyleminin dinamik bir yorumunu, mutlak fikir olarak adlandırdığı doğa ve insan dünyasında tezahür eden ve Platon‘dan türetilen ebedi bir fikir veya ilkeler sistemi fikriyle birleştirmiştir. O nedenle, Hegel’in felsefesinin birinci yönü diyalektik, ikincisi ise idealizm olarak adlandırılır. Böylece Hegel, bir eliyle, zaman içinde gelişen, genişleyen bir sarmalda birbirini izleyen bir evre olan dinamik bir evreni öngörmüş, diğeriyle de bunu almış ve buna sabit ve zamansız bir mutlak ruh (Tanrı’nın başka bir adı) adını vermiştir. Bu yaklaşımın birincisi, insanın, toplumun gelişme yasalarının bilgisiyle, toplumsal değişimi yönetip kontrol edebileceğini ve kontrol etmesi gerektiğini ifade ederken, ikincisi, mevcut kurumlara mutlak olanın kutsamasını bahşederek, her şeyin yolunda olduğunu ve olduğu gibi geride bırakılması gerektiğini ifade eder. Böylece, insan düşüncesinin aktif yaratıcı yönünü ve toplumun dinamik sürecini geliştirerek Fransız materyalistlerinin çok ötesine geçen Hegel, mevcut düzenin tavizlerinden ve bunun kendi düşüncesindeki tefekküründen memnun kalmasıyla mutlak olanı durdurur.
Hegel‘in ölümünden sonra Berlin Üniversitesi’nde toplanan ve felsefe okuyanlar arasında genç bir Alman olan Karl Marx da vardır. Marx, pek çok teorik mücadeleden sonra ‘Hegelci’ olmuş, ancak kısa bir süre sonra, Hegel‘in meşruti monarşiye hayranlıkla sonuçlanan idealizmini, Almanya’daki fiili durumla uzlaştırmanın imkansız olduğunu görmüştür. Aktif politik çalışmaya öncülük eden Marks, her zaman ezilenlerin ve haksızlığa uğrayanların yanında yer almıştır. Bu tercihi onu polisle çatışmaya sokmuş ve onun sürgüne gönderilmesine neden olmuştur. Bu aşamada Marx, İngiliz ekonomisinin (Engels İngiltere’de yaşadığı için) yaptığı işi ve çalışmalarını bilmenin gerekli olduğunu vurgulayan bir başka Alman öğrenci olan Fredrick Engels ile tanışmıştır. Bunlar Marx’ın, kendi pratik deneyimiyle, işçi sınıfının mücadelelerini incelemesine, bunlara katılmasına, Fransız ütopik sosyalizmi ile ilgili bilgiyi ve İngiliz politik ekonomisini öğrenmesine neden olmuş, bütün bunlar, Marx’ın kendi ustalığıyla birleşmiş ve sonuçta Marx’ı, materyalist felsefeyle birlikte Hegel‘in değişim teorisini dönüştürmeye yönlendirmiş ve nihayet Marx, On Sekizinci Yüzyıl Fransız filozoflarının öğretilerini yeni ve devrimci bir felsefeye dönüştürmüştür.
Bu konuda Marx’a, ustasının idealizm anlayışına başkaldıran ve Fransız materyalistlerinin öğretileriyle birlikte Spinoza‘ya dönen, Hegel‘in öğrencilerinden ve müritlerinden olan Ludwig Feuerbach’ın çalışması da yardımcı olmuştur. Bu bağlamda, Feuerbach, Marx‘ın materyalizme yönelmesine yardım etmiştir, ancak Marx, onun Hegel‘in idealizmiyle birlikte diyalektik anlayışı materyalist bir şekle dönüştürmek yerine yanlışlıkla reddettiğini düşünmüştür. O nedenle, Marx, Fuerbach’ın materyalizminin sınırlarını görmüş ve onu on kısa nottan oluşan bir dizi yazısıyla eleştirmiştir. Bunlar arasında en önemlileri, eski materyalizmin, pratik bir insan faaliyeti yerine edilgen ve öznel bir şey olarak duyum/duyu kavramına yer verdiğini tespit etmiş olması ve bunu ‘koşulların tam olarak insanları ve eğitimcinin kendisini eğitmesi gerekir’ şeklinde ifade etmiş bulunmasıdır. Bu, Marx’ı, aynı şekilde, eşzamanlı olarak ve aynı güçler tarafından ütopyacı bilimsel sosyalizme dönüştürmeye yönlendirmiştir. Marx ve Engels birçok konuda düşünmüş ve yazmış, bu bağlamda, her ikisi de ekonomi politik, tarih ve felsefe üzerine ciltler dolusu eser oluşturmuşlardır. Ancak, onların bütün bu eserlerinin temelinde, diyalektik materyalizmin felsefesi bulunmakta ve bu felsefe iki temel ve ayrılmaz unsurdan oluşmaktadır: bunlardan birincisi, katı bir şekilde materyalist bir evren anlayışı ile tüm hareket ve süreçlerin doğasına ilişkin diyalektik anlayış, ikincisi ise, gerçek bir analiz tekniği ile birlikte gelişen güçlerin bileşik ve karmaşık oluşudur…
Marx ve Engels için felsefenin yerine getirmesi gereken büyük ve önemli bir görevi vardır; bu görev, toplumları ve doğal dünya hakkında tüm insanları, mümkün olan en eksiksiz gelişimini sağlayacak bilgilere yönlendirmektir. Zira Marx ve Engels’in her ikisi de, felsefenin anlamlı olması için, insan kitlelerinin gerçek ihtiyaç ve arzularıyla, bu arzuların gerçekte gerçekleştirilebileceği tek şey olan doğa ve toplum hakkındaki bilimsel bilgiyle ilgilenmesi gerektiğini görmüş ve anlamışlardı. Esasen onlar, kapitalist toplum koşullarında işçi sınıfının bir felsefeye – proletaryanın koşullarını iyileştirmek için başarılı bir şekilde mücadele etmesini sağlayacak bir felsefe ve bilime – ihtiyacı olduğuna inanıyorlardı. Bu felsefe, yapılacak mücadeleler sonunda siyasi gücü kazanacak ve tüm toplumu kapitalist ekonominin zincirlerinden kurtararak bu sistemin sömürüsüne son verecektir. Ancak felsefe, bu amaçları görmekle birlikte, geleneksel anlamda felsefe olmaktan çıkmıştır. Oysa Engels, modern ya da diyalektik materyalizmin gelişmesiyle eski felsefeden geriye kalan tek şeyin düşünce bilimi ve yasaları olduğuna işaret etmiştir. Ona göre geriye kalan her şey, doğanın ve tarihin pozitif bilimlerinde birleşmesidır. Başka bir deyişle, bu yeni materyalizmin, artık bilimlerin üzerinde bir felsefeye ihtiyaç duymaması gerekiyordu. Böylece felsefe, Marx ve Engels için salt bir teori değil, daha iyi bir hayat talebinin ve bu hayata ulaşmak için gerekli olan bilginin fiili ifadesi haline gelmiştir. Önceki tüm felsefi görüşlerin yanıldığı nokta burasıdır. Onun için Marx, ‘Filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa şimdi asıl olan dünyayı değiştirmektir.’ demiştir…” (Howard Selsam, “Felsefe Nedir? Marksist Bir Deneme”, sayfa 19, 27, 28, 20, 30, 31, 32, 33, 34, 35, 36, 37, 38, 39, 40, 41, 42, 43, 44, 45, 46, 47, Dorlion Yayınları – 2022)
Av. Vedat Ahsen COŞAR
*Vedat Ahsen Coşar, Hukuk Felsefesi, Yetkin Yayınları, 2022.