Bugünlerde etik ve ahlak gibi kavramlar, irtifa kaybedip gözden düşmüş, adil olmak, hakkaniyet çerçevesinde, kadir kiymet bilmek, tedavülden kalmış gibi. Galiba insan olmanın doğasını artık etik, ahlak, adil olmak ve kadir kıymet belirlemiyor. Bu ulvi, yüce kavram ve değerlerin yerini çok hızlı biçimde kişisel menfaatlerimiz alıyor. Eğer bu doğruysa, o zaman “insan birey” olarak bizimle, kurbağalar arasında ne fark kalıyor? Kurbağaların doğası ve dünyasında etiğin, ahlakın, adil olmanın ve kadir kıymet bilmenin yeri yoktur. Kurbağalar, sadece içlerinde var olan kurbağa doğasını takip ederler ve onlar için bunu yapmak, onlar için en iyisini yapmaktır. En iyi kurbağa, en iyi kurbağamsı davranışlar sergileyen kurbağadır.
Çok şükür ki biz kurbağa değiliz. Menfaatlerimizin yanı sıra bir akla, bir ahlaka, bir etiğe ve bir iyi kötü ayrımına sahibiz. Hayatımıza yön verirken, çiğ içgüdülerin bizi yönlendirmesine izin vermeyiz. Gerçekten de öyle miyiz? İşte ben bundan pek emin değilim. Şeklen kurbağaya benzemesek bile, ruhlarımızın hızla kurbağaya dönüştüğünü hissediyor ve görüyorum. Öğle yemeği için birbirini ezen kurbağalar örneğinde olduğu gibi, kişisel menfaatlerimiz için ötekinin omuzuna basmaktan hiç çekinmiyoruz. Ön plana çıkan birini hep birlikte, elbirliğiyle aşağıya doğru çekmek meselesinde üstümüze yok.
Mesela, hepimiz kişisel menfaatlerimizin bizi doğrudan mutluluğa götüreceğinden, neredeyse hiç şüphe etmeyiz. Esasen kişisel menfaatlerimize bu kadar tutkun olmamızın bir nedeni, bizi kişisel cennetimize, kesin olarak ulaştıracağı düşüncesidir. Bundan o kadar eminiz ki, ne ahlak, ne etik dinler, insan ilişkileri içerisine bodoslama dalar ve hemen herkesi kenara itip, biraz direneni de ezip geçeriz. Bu kadar sefil ve acımasız olmayı göze almak, ancak kişisel refah ve cennet ödülünü, herkesten önce kapmak içindir.
Bu çirkin, çıkarcı narsizim, hemen her şeyi zehirler. İlişkiler iltihaplanır, değerler küflenmeye başlar ve dil zehir zemberek bir saldırgana dönüşür. Ne demokratlık kalır, ne demokrasinin kural ve kaideleri ne de demokratik kültür ve yöntemler. Her şey açgözlü menfaat canavarının kurbanı olur. Etik esir edilir, ahlak kuşatılır, adil olmak sürgüne yollanır. Sonra da sanki bütün bunlara sebep olanlar bizler değilmişiz gibi, insanlığın neden bu kadar yozlaştığından, hayatlarımızın neden çoraklaşıp, çöle dönüştüğünden yakınırız.
İyinin de kötünün de hem sorumlusu hem de sahibi biziz. Aristo, bizim türümüzdeki insanlar için tabiri caizse, en iyi yaşam imkanı sağlayan, belirli bir yaşam tarzının var olduğuna inanıyordu. Ona göre bu hayat tarzı erdemlilerin rehberliğinde yaşanan hayattı. Ama maalesef bugünlerde erdem de yok piyasa da, erdemlilik de. Erdemini kaybetmiş insan merhametini de kaybetmiş insan demektir. Bir kere merhamet kaybolmaya görsün, işte o zaman insanı sınırlayacak hiçbir değer olmaz. Erdemsizlik, değerlerin kaybından başka bir şey değil.
Soru şudur; üç kuruşluk dünyevi menfaatler için, bu kadar yoksunlaşıp yoksullaşmak, bize ne kazandırdı. İnsani ve ahlaki kapasitemizi sadece kişisel çıkarlarımız için seferber ettiğimizde elde ettiğimiz nedir?
Neden yalan söyleriz? Neden iftira etmekten sakınmayız? Neden herkes ve her şeyi kendi çıkarımız için araçsallaştırırız? Neden herkesten ve her şeyden daha üstün olduğumuzu düşünürüz? Neden her şeyi önce biz hak ediyoruz düşüncesinden hareket ederiz. Birbirimizi, birbirimiz için kullanışlı aptal konumuna düşürmekte ne ve nasıl bir fayda umuyoruz.
Doğruyu söylemek çok mu zor ve maliyetli? Şeffaf olmak mucize bir davranış mı? Başka ajandalar geliştirmek ahlaki bir tutum mu? Basitçe olduğumuz gibi görünmek hiç mümkün değil mi? ve dahası ve en önemlisi birbirimizin kurdu olmaktan ne zaman vazgeçeceğiz?