Bilgi kuramı ve bilimin sınırlı yapısı, barış, özgürlük, entelektüellerin sorumluluğu, açık toplum ve düşmanları üzerine görüş ve düşünceleri ile ünlü Karl Popper, 83 yaşında iken Ağustos 1985’de Zürih’te “Bilgi Kuramı ve Barış Sorunu” üzerine yaptığı konuşmada, “en yakın arkadaş ve akraba çevresini Hitler’e kurban verdiğini, kimi zaman çaresiz kaldığını, büyük dertleri olduğunu, yaşamını tarifsiz ölçüde harika ve aynı zamanda iğrenç bulduğunu, ama sonuçta mutlu olduğunu” ifade eder ve dünyayı, hem bilgin, hem bilge ve hem de derin bir duyarlılıkla donanmış şair bir kişi olan Goethe’nin, ünlü eseri Faust’un “Cennet” in girişi bölümünde yer verdiği şu mısraları şeklinde gördüğünü anlatır: “Güneş, eski tarzda,/Kardeş kürelerin uyumlu ahengiyle ses veriyor/Ve yazgı yolunu gürleyen bir hızla tamamlıyor./Kimse bilgisini anlayamasa da,/Onu izlemek meleklere güç veriyor./Kavranılmaz yükseklikteki yapıtlar,/Yazıldığı günkü gibi görkemli!”
Aynı konuşmasında “Bütün bunları anlatıyorum, çünkü günümüzde entelektüeller arasında yaygınlaşan dünyamızın kötülüğü ideolojisini bir budalalık ve sahte bir din olarak görüyorum” diyen Popper şöyle devam eder “Yeni ideolojilere, yeni dinler kurmaya gerek yoktur. Onun yerine: ‘Daha fazla entelektüel tevazua ihtiyaç vardır’ Entelektüeller hiçbir şey bilmiyorlar. Mütevazı olmamaları, küstahlıkları, herhalde dünya üzerinde barışın en büyük engelidir. En büyük umut, ukala olmakla beraber, bunu göremeyecek kadar aptal olmamalarıdır. Elbette hatalar yapmaya devam edeceğiz. Ama şu hipotezin belki de gerçek olabileceği umudu var: İdeoloji olmazsa savaş da olmaz. İdeolojilere karşı savaş, her durumda girişilmeye değer bir savaştır. Hiçbir sözüme inanmamanızı istiyorum. Sizlerin dikkatini, sadece ideolojilerde saklı bulunan tehlikeleri göstermek, evrimsel biyolojimizde, bilgimizin yapısında ve dilimizde gizlenmiş gibi görünen bilgi, inanç ve karşılıklı telkin gereksinimine çekmek için bunları söylemek istedim. Gelecek açıktır. Önceden belirlenmiş değildir. Rastlantılar hariç, kimse olacakları önceden söyleyemez. Ama iyimserlik ödevimizdir. Bunu derken, sadece geleceğin açık olmasını değil, aynı zamanda geleceği yaptıklarımızla hepimizin birlikte belirlememiz gerektiğini kastediyorum. Gelecekte olacaklardan hep birlikte sorumlu olacağız. Bu yüzden kötü bir şeyi önceden bildirmek yerine, geleceği daha iyi yapabilecek şeyler için emek vermek hepimizin ödevidir.”
Goethe’nin, “güneş, eski tarzda, kardeş kürelerin uyumlu ahengiyle ses verirken, yazgı yolunu gürleyen bir hızla tamamlamakta, onu izlemek meleklere güç verse de, hala kimse bilgisini anlayamamaktadır” diye tanımladığı dünya, gerçekte uzun bir yol boyunca alınan kısa bir mesafedir. Ortalıkta anlamdan çok verinin, bilgiden çok enformasyonun, barıştan, kardeşlikten çok acı ve gözyaşının olduğu günümüz dünyasında, teselli bulacağımız tek sığınak Popper’in ödevimiz olduğunu belirttiği iyimserliktir.
İyimserliği ödev olarak görürsek eğer, şiddet olmaksızın yaşamaya kendini adamış bir dünyada yaşayabilmek için, bireysel özgürlüklerimizi genişletebilmek için, geleceği daha iyi yapabilecek şeylere emek vermek için teröre ve adaletsizliğe hep birlikte karşı durmak zorundayız.
On sekizinci yüzyıl bize İngiliz hukukçu ve düşünür Jeremy Bentham’ın buyruğunu miras bırakmıştır: “Ahlak, en çok sayıda insana mutluluk veren şeydir; insan hiçbir zaman, kendi varlığının bekasından yana olmayan bir şeyi arzu edemez.” Uygar dünyanın bu kadar rahat, bu kadar işine gelen, bu kadar değerli bir öğüdü büyük bir hevesle kabul ettiğini ve fakat bu öğüde uygun davranmadığını görmek gerçekten üzücüdür. İçinde yaşadığımız geç modern çağda, özveri düşüncesi, dayanışma ruhu, paylaşma duygusu, yardımlaşma anlayışı, vefa duygusu ve benzeri soylu değerler ile komşuluk, arkadaşlık, dostluk, meslektaşlık türü kavramlar anlamını yitirmiştir. Bu türden değerlere ve düşüncelere mesafeli duran insanlar, ahlaki ideallere ulaşmaya, ahlaki değerleri korumaya, bunun için kendi sınırlarını zorlamaya istekli olmadıkları gibi, ne yazık ki bu konuda teşvik de edilmiyorlar.
Alman filozof Annemarie Pieper’in “Etiğe Giriş” isimli özgün eserinde ifade ettiği üzere, her şeyin hesaplanabilir bir büyüklüğe indirgendiği, insanlar ve uluslararası alanda dayanışmaya açık ve hazır olma isteğinin giderek azaldığı, paranın ve teknolojinin dünyada olup biten hemen her şeyi belirlediği bir çağda yaşıyoruz. Böyle bir çağda felsefenin bir disiplini olan ve kendini ahlaki eylemin bilimi olarak anlayan etik, yaşamın tek yönlü kaygılarla rasyonalize edilmesine yönelmiş olan bireysel çıkar ve hesapların yıkıcı etki ve sonuçlarını eleştirel bir aynadan yansıtan önemli bir uyarıcı ve yol gösterici görevi üstlenmiştir. Etik bize, kendisini sadece paraya, mala, mülke, bireysel çıkarları en üst düzeye çıkarma kaygılarına sabitlemiş niceliksel düşünce karşısında; bu değerlere sığmayan ve hatta onları aşan, her birisi pratik aklın ahlaksal yetkinliği ile doğrulanmış olan özgürlük, eşitlik, adalet, hoşgörü gibi amaç ve hedefleri sunan bir nitelikler dünyasının var olduğunu anlatır.
Bu niteliksel değerler, kolektif sorumluluklarının bilincinde, ahlaksal talepleri genel bağlayıcı talepler olarak benimseyip yaşamlarında onları kendilerine mal etmiş olan bireylerin, kendi kaderlerini tayin etme hakkını, bütün hakların en üstüne koyan bir yaşama biçiminin ahlakını sunar. Bireye ahlaki eylemin anlamının sistematik biçimde aktarılması, ancak etik aracılığı ile olur. Ama etik, ahlaki eylemin yerini tutmaz, sadece bu türden eylemlerin bilgiye dayalı yapısını ortaya çıkarır.
“Nicomachean Ethics” isimli özgün eserinde, hazza/zevke, üne, zenginliğe karşı çıkan Aristoteles, mutluluğu yaşamın amacı olarak niteleyerek, insanın mutluğa ve başarıya, ancak felsefi derinliğe, olgunluğa ve gerçekliğe ulaştığı zaman kavuşabileceğini belirtir ve sitede geçerli ve yürürlükte olan töreye uygun olarak kendini eğitip geliştiren kişinin, genel kabul gören ahlak normlarını izlediği sürece etiğe uygun davrandığını ileri sürerek şunları söyler; “… İçimizdeki töresel iyilikler ne doğanın zorlaması sonucu, ne de doğaya karşı oluşmuştur. Onları kendi varlığımıza ve değerlerimize katma yeteneğimiz, bizim içimizde ve doğamızda vardır. Ancak ahlaki özelliklerimizi alışkanlık haline getirmek suretiyle mükemmelliğe ulaşabiliriz… Özet olarak: herkesin aynı eylemi çok sık ve birer birer yapmasıyla ortak ve pekişmiş bir tavır ortaya çıkar. O nedenle, erdemin ne olduğunu öğrenmek için değil, erdemli insanlar olmak amacıyla felsefe yapıyoruz.”
Aristoteles’in “pratik, hem etiğin var olma koşulu ve hem de onun hedefi ve amacıdır” diyerek vurgu yaptığı üzere, pratiğin bilimi olarak etik, bilgi adına değil, eylem adına harekete geçen bir ahlaki eylem kuramıdır. Öyle olduğu için etik, Rus asıllı Amerikalı yazar ve düşünür Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle, “kuram oluşturmak amacıyla geliştirilmiş olmadığı gibi, entelektüel zevklere ve züppeliklere hizmet eden düşünsel bir uğraş da değildir. Bütün bunlardan uzak bir kuram olarak etik, uygulamada kendini gösteren, yani eylem üreten bilgi olarak düşünce ile eylemin birlikteliğidir.”
Başta Kant olmak üzere, pek çok etikçi, bireysel özerkliğin son derece önemli ve değerli olduğunu düşündükleri için, özerkliği etik teorilerinin en önemli parçası olarak kabul etmişler, kendi kendini yönetmek koşulu ile insan yaşamının eşsiz değerde olduğunu ifade etmişlerdir
Yaşamımız, ancak nasıl yaşayacağımızı kendi seçmemiz ve bu seçimlerimizin mevcut verilerin değerlendirilmesine dayalı, rasyonel seçimler olması durumunda özerktir. Eğer ve gerçekten kendi kendimizi yönetiyorsak, o zaman, kötü talih hariç, yaşamımız daha keyifli, verimli, üretken ve başarılı olacaktır. Yapmak istediğimiz şeyi bilmiyorsak eğer, yapmak istediğimiz hiçbir şeyi yapamayız. Arzularımızı, tutum, davranış, eylem, inanç, düşünce, yetenek ve eğilimlerimizi bilmiyorsak eğer, yaşama ve geleceğe dair rasyonel hiçbir plan yapamayız. İnsanın özerk olması, diğer bir deyişle kendi kendini yönetmesi ise, ancak kendisini tanıması ile mümkündür. Kendimizi tanımadan, mesleğimiz, dostlarımız, arkadaşlarımız, siyasi tercihlerimiz, evliliğimiz, çocuklarımız konusunda sağlıklı ve bilgilendirilmiş kararlar veremeyiz.
Aklımız, algılayabildiğimiz verilerin kavramlar halinde bütünleştirilmesi yoluyla çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir. Böylece, kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında, üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, yaşamımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında, yaşam ve yaşamın sayısız olgu ve olayları hakkında, yaradılış hakkında, varlığın anlamı, hikmeti, yapısı ve karakteri hakkında, kendimiz ve başkaları hakkında, bilginin kendisi ve araçları hakkında, bize bilgi verecek ve yol gösterecek bütünleşmeleri elde ederiz.
Bütün bunlar için, Ayn Rand’ın ifadesiyle: “varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristoteles’in “kendiliğinden oluş” olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen ve gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı olarak sanatı inceleyen estetiğe, yani bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.”
Kökleri eski Yunanda Stoacı felsefe ile Roma hukuk düşüncesine kadar uzanan ve yanı sıra entelektüel düzeyde Hıristiyan düşüncesinin dünyevileştirilmesi ve tanrısal Özne’nin insan-özneye dönüşmesinin izlerini taşıyan evrensel nitelikteki doğal hukuk öğretisine dayanan ve kişinin salt insan olduğu için sahip olduğu haklardan olan insan hakları, evrensel düzeyde ilk ifadesini bulduğu 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden günümüze kadar olan süreçte kabul gördüğü biçimiyle en üstün ahlaki haklardır.
Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinde de işaret edildiği üzere, insan hakları “insan olarak bireyin özündeki ahlaki değerden ve onurdan’ kaynaklanır. Onun için insan haklarının öznesi insan olmakla, insan hakları, sivil ve siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel diğer haklar gibi bireysel haklardır. Bu bağlamda, insan haklarının, toplumun veya başka bir topluluğun hakları niteliğinde sayılabilecek herhangi özel bir kategorisi mevcut değildir. Esasen toplulukların hakları olmadığı gibi, toplumun bireylere karşı meşru iddiaları da olamaz. Bireylerin ise insan olarak topluma karşı sadece bazı ödevleri vardır.
Jack Donnelly’nin özlü yaklaşımıyla modern toplumun standart tehditlerine karşı kişi onurunu korumak için insan zekâsının bugüne kadar geliştirdiği en iyi ve tek yetkin siyasal araç olan insan hakları, birey ile devlet arasındaki ilişkinin temelini, insan hakları ile korunan alanlarda bireyin devlete önceliğine dayandırır. Bu bağlamda, kaynağı insanın ahlaki doğasına dayanan insan hakları, siyasal meşruluğun da kıstasıdır. Zira siyasal iktidarlar ile onların bu iktidarı kullanma biçimleri, insan haklarına saygılı oldukları ve bu hakları korudukları ölçüde meşrudurlar.
Amerikalı siyaset bilimci ve insan hakları savunucusu Jack Donnelly’den ödünç alarak ifade etmek isterim ki: insan hakları talebi burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını koruma taktiği olarak başlamış olsa da, evrensel ve vazgeçilmez kişi hakları mantığı bu kökenlerden çoktan kopmuştur. Sosyo-politik bireyselleşme ve devlet kurma süreçleri Batıda gerçekleşmiş olmakla birlikte, bunlar zamanla bütün dünyaya yayılmıştır. Eşit ve özerk bireylerden oluşan bir toplumun yapısal temeli böylece, kökeninin tarihsel bakımdan özgül ve rastlantısal olmasına rağmen evrenselleşmiştir. O nedenle, bireysel insan hakları, gitgide artan ölçüde, yalnızca ahlaki idealler olarak görülmemekte, fakat aynı zamanda insan onurunu korumak ve gerçekleştirmek için hem objektif ve hem de sübjektif bir zorunluluk olarak görülmektedir.
Modern demokratik anayasaların da temelini oluşturan insan haklarının tanınması ile korunması düşüncesi, giderek ulusal ve uluslararası düzeyde barışın sağlanmasının ve sürdürülmesinin de ön koşulu haline gelmiştir. Zira Kant’ın yüklediği anlamda sürekli/kalıcı barış düşüncesine ulaşılmasının yegâne yolu olan uluslararası sistemin demokratikleştirilmesi, ancak ve ancak ulus aşırı düzeyde insan haklarının tanınması ve korunması ile mümkündür.
Bu bağlamda, insan haklarının tanınmaması ve korunmaması durumunda, demokrasinin; demokrasi olmadığı takdirde, çatışmaların barış temelinde çözüme ulaşmasının asgari koşullarının mevcut olamayacağı açıktır. O nedenle, insan hakları, demokrasi ve barış üçlüsü, yukarıda sözü edilen tarihsel hareketin vazgeçilmez unsurlarıdır. Demokrasi bir yurttaşlar toplumu olmakla, tebaa, ancak temel haklara sahip olduğu zaman yurttaş statüsünü kazanır. Kalıcı ve sürekli barış ise, bir devletin yurttaşlarının, kendilerini sadece o devletin yurttaşı olarak değil, aynı zamanda bir dünya yurttaşı olarak gördükleri zaman sağlanabilir.
Fransız toplumbilimci Alain Touraine’ın işaret ettiği üzere, günümüzde “özgürlüğü yurttaşlıkla özdeşleştiren, insan haklarıyla yurttaşın ödevlerini karşıt kutuplara koyan her türden kültürün aşındığı göz önüne alındığında, çeşitliliği savunan demokratik kültürün” gelişmesine birey ve toplum olarak katkı yapmamız gerektiği açıktır. Bilmemiz gerekir ki, demokratik kültürün öngördüğü halkın iktidarı ifadesi, “halkın tahta geçmesi olmayıp, tahtın olmaması, olası en çok bireyin özgürce yaşaması, yani olmak istediği kişiyle olduğu kişiyi birleştirerek, hem özgürlük, hem de kültürel bir kalıta bağlılık adına iktidara katlanarak bireysel yaşamını kurması” demektir.
Diğer taraftan adalet kavramı, sosyal düzenin sürdürülmesinde merkezi bir yere ve öneme sahiptir. Sadece hukuk bilimi ve hukuk felsefesinin inceleme alanı ile sınırlı olmayan, felsefe, siyaset bilimi ve hatta iktisat teorisi gibi diğer sosyal disiplinlerin de incelediği bir kavram olan adalet kavramı, düşünce tarihinin en tartışmalı konularından birisidir. Öyle olduğu içindir ki, düşünce tarihinin ne geçmişinde, ne de bugünün de üzerinde tam olarak uzlaşılmış bir adalet tanımı yoktur.
Nitekim düşünce tarihinde küçük bir gezinti yaptığımızda, Platon’un felsefesinde adalet kavramının gerçek bir olgudan daha çok bir düşünce, bir ide olduğunu, aşkın bir kavram olarak hukukun nihai amacı ve uygunluk ölçütü olarak anlaşıldığını görürüz. Dağıtıcı adalet anlayışı ile adaleti eşitlik temeline dayandıran Aristoteles’e göre, geniş anlamda adalet, kendi amacını kendinde taşıyan bir erdemdir. Evrensel bir adalet anlayışını destekleyen doğal hukuk anlayışına göre adalet, insan vicdanında yaşayan ve hukukun yüksek idealini oluşturan bir düşüncedir. Pozitif hukuk olmadan adaletle ilgili bir değerlendirme yapılamayacağını ileri süren hukuksal pozitivizme göre, adalet tarihsel olarak pozitif hukuktan sonra gelir.
Nitekim saf hukuk kuramının fikir babası, normlar hiyerarşinin yaratıcı Hans Kelsen’e göre adalet kavramı, siyasal ve ahlaksal bir içeriğe sahiptir ve o nedenle adaletle ilgili objektif bir değerlendirme yapılması mümkün değildir. Romalı ünlü hukukçu Ulpianus’a göre adalet, aynı zamanda doğal hukukun da temel ilkeleri olan “onurlu yaşamak, başkalarına zarar vermemek ve herkese hakkı olanı vermektir.”