Hepimizin bildiği üzere dil bir iletişim aracıdır, bu bağlamda dil, sosyal işlevi itibariyle insanlar arasında haberleşmeyi ve yanı sıra duygu, düşünce ve istekleri aktarmayı sağlar. Zira insanlar haberleşmelerini, duygu, düşünce ve isteklerini aktarmayı sadece konuşarak veya yazarak yaparlar. Toplumun ortak ürünü olan bilgi birikimi, edebiyat ve kültür, dil sayesinde oluştuğu gibi milli kimlikte sadece dil sayesinde oluşur.
Diğer taraftan toplumun inşasında, yaşamasında, korunmasında ve değişmesinde araçsal önemi ve değeri olan, insanın toplum içindeki davranış kalıplarını belirleyen hukukun en önde gelen özelliği ise normatif olması, yani normlardan oluşmasıdır.
Buna göre hukuk düzeninin temelini oluşturan normlar, bir yandan hukuki kurumları düzenlerken, diğer yandan hukukun zorlayıcı niteliğinin, yani hukuka itaatin gerçekleşmesini sağlamaya yarayan yaptırımları içerirler.
Hukuk normunun konulmasında, bu norma uyulmasında ve bu normun bir yargı organı tarafından verilen hüküm yoluyla uygulanmasında karşılaşılan önemli sorunlardan birisi de normun anlaşılabilir olmasıdır.
Normun anlaşılabilir olması veya “anlaşılabilir hukuk” denildiğinde ilk aklımıza gelen şey hiç kuşkusuz dildir. İnsanların birbirleriyle iletişim kurmalarının aracı olan gündelik dilin yanı sıra ve diğer bütün bilim dallarında olduğu gibi hukuk biliminin de adına yasa dili veya hukuk dili denilen kendisine ait ve özgü bir dili vardır.
Her ne kadar dil felsefesi tanımlarla ilgili olmayıp daha çok kavramların ve kurumların tipik kullanılmalarında sahip oldukları anlamlarla ilgili ise de, ortak kullanımın kendisi, anlamlılığın ölçütü olması nedeniyle dilsel formülasyonların hukukta çok fazla çeşitliliği vardır.
Onun için burada vurgu, sözcüklerin tanımına yönelik sorundan daha çok, son derece karmaşık olan anahtar kavramların tipik cümlelerdeki kullanımının açıklanması üzerinde yoğunlaşır. Buna göre, linguistik analiz, bir yandan hukuka ilişkin ortak dildeki ifadelerin baskın niteliği olan bilmecemsi özelliklerin bir kısmını çözmekten, diğer yandan da gündelik dili anlamlılığın temeli olarak almaktan oluşur.
Eğer bu tespite linguistik analiz bağlamında bir ekleme veya katkı yapmak gerekirse, Türkiye’deki hukuk/yasa dilinin, en az diğer ülkelerin hukuk/yasa dilleri kadar gündelik dilden farklı bir sözlüksel yapıya sahip olduğunu ifade etmek gerekir.
Burada ve yeri gelmiş iken kimi dil bilimcilerin ve hukukçuların işaret ettiği bir inceliğe, bir nüansa vurgu yapmak gerekir ise, bu incelik, bu nüans, hukuk dili ile yasa dilinin farklılığı veya farklı olması gerektiği noktasıdır. Bu bağlamda işaret etmek gerekir ki, hukuk dili yasa dilini de içeren, ancak ondan farklı olarak hukuk uygulaması ve öğretisinde kullanılan dili de kapsayan son derece geniş bir alana sahiptir.
Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, İngiliz Dil Bilimi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Sayın Işıl Özyıldırım’ın, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi’nin cilt 16, sayı 1, sayfa 89-114’de yayınlanan “Türk Yasa Dili” başlıklı makalesinde işaret ettiği üzere; Türkiye yasa dilinin sözcük düzeyindeki en çarpıcı özellikleri – yeni yasalarda ve yargı kararlarında bu nitelikteki sözcüklerin sayısı önemli ölçüde azalmış olmakla birlikte – Arapça ve Farsçadan alınan ve hukuk ile yasa dilini gündelik dilden koparan “ferağ-takyid-nizamname-sarahaten-ruzname” gibi ödünç sözcüklerin fazlalığı: “kaza-tasarruf-kabahat-sabit” gibi gündelik dilde belli bir anlam yüküyle ve sıkça kullandığımız kimi sözcüklerin hukukta ve yasada başka anlamlarda kullanılması: “Kamu-Amme/Veya-Yahut-Veyahut/Şahıs-Kişi/Azami-En Çok” gibi Türkçe, Arapça ve Farsça eş anlamlı sözcüklerin varlığı: “Herkes-Her kimse-Bir kimse-Her şahıs, Her kim-Hiç kimse” gibi özne durumundaki kişisiz ve kapsamlı sözcüklerin kullanılması: “Her doğum bir ay içinde nüfus memuruna bildirilir”, “Bu görevler meslekten yargıç ve savcılar eliyle yürütülür” gibi dikkati, kişisiz olan özneden daha çok yapılan eylem üzerinde yoğunlaştıran pasif tümceler ile “Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” örneğinde olduğu gibi olumsuz tümcelerin çokluğudur.
Bütün bu örneklerin de gösterdiği üzere, gündelik dil ile yasa ve hukuk dili arasında ciddi bir farklılık, önemli ölçüde bir kopukluk vardır. O nedenle, günümüzdeki içeriği, üslubu ve işleyişi bağlamında yasa ve hukuk dilinin kendisine özgü amacı, işlevi ve kullanımıyla, anlaşılabilir olması, kimi zaman son derece düşük, gündelik dilden uzak yapısıyla özel ve gerçekten değişik bir dil örneği oluşturduğunu ifade etmek pek yanlış olmasa gerekir.
Bu doğru mudur? Ya da bu böyle mi olmalıdır? Bu soruların yanıtı konusunda birbiriyle çatışan iki görüş vardır: Bunlardan birincisi “hukukun ve yasanın kendisine özgü bir dili olmalıdır” derken, ikincisi “hukukun ve yasanın kendisine özgü bir dilinin olmamasını, gündelik dille bir farkının bulunmamasını, bu bağlamda hukuk ve yasa dilinin hemen herkes tarafından anlaşılabilecek kadar açık ve sade olması gerektiğini” savunur.
Aksine görüşlere de saygı duymakla birlikte, kanımızca, hukuk ve yasa dilini birbirinden ayırmanın daha doğru bir yaklaşım olacağı hususudur. Bu cümleden olarak hukukçular, hukukla ilgili olarak yazdıkları kitaplarda, makalelerde, eleştirilerde hukuk biliminin sınırları içerisinde ve onun gerektirdiği teknik bir dili, yani, hukuk dilini elbette kullanabilirler. Esasen buna hakları da vardır. Kaldı ki hukukun kendisine özgü, teknik ve bilimsel bir dilinin olması hem hukuk biliminin hem de hukuk kültürünün gereğidir.
Ama mademki “yasayı bilmemek mazeret sayılmıyor”, o halde ve mutlaka yasa dilinin, yargı kararları dilinin, ortalama yurdum insanı tarafından anlaşılabilecek kadar açık, yalın, sade ve gündelik dile uygun olması gerekir.
Bu, yurttaşların haklarını anlamaları, haklarının takipçisi olmalarını kolaylaştıracağı gibi, hukuk kültürünün yerleşmesine, içselleştirilmesine ve sonuç itibarı ile toplumda bir hukuka aidiyet bilincinin yerleşmesine de katkı yapacaktır. Aksine uygulama yurttaşı kendi diline yabancılaştıracağı gibi hukuka da yurttaşa yabancılaştıracaktır.
Yasa dilinin açık, sade ve anlaşılabilir olması, sadece yurttaşlar yönünden değil, uygulamanın içinde olan yargıçlar, avukatlar, savcılar için de yararlı ve gereklidir. Zira yasanın açık, sade ve anlaşılır olması durumunda, karar verecek olan yargıcın olayı nitelendirmesi kolay olacağı gibi, her zaman için öznelliği içinde barındıran ve o nedenle kişisel, keyfi ve dolayısıyla tehlikeli olan yorumlamaya da çok fazla gereksinme olmayacaktır. Böylece hukuktan beklenen adil sonuca ulaşmak hem mümkün ve hem de daha kolay olacaktır.
Kuşkusuz bu konuda en önemli görev yasa koyucuya düşmektedir. O halde yasa koyucunun, yasanın yapımında esas aldığı iradeyi hiçbir insani yoruma yer bırakmadan yasa diline sade, açık, anlaşılabilir biçimde yerleştirmesi, bu konuda hem dil bilimcilerden ve hem de yetkin hukukçulardan yararlanması gerekir.
Sonuç itibarı ile devletin yasa dili hem “mülkün/devletin temeli olan adaleti” hem de bu adalet anlayışının kolayca ve herkes tarafından anlaşılmasını sağlayacak kadar açık ve sade olmalıdır.
Yargıçların, savcıların ve özellikle avukatların düşüncelerini ve hissettiklerini iyi ifade edebilmeleri için kelime dağarcıklarının zengin, entelektüel alt yapılarının sağlam olması gerekir. Bu ise ancak bu meslek mensuplarının kendi dillerine egemen olmalarıyla mümkün-dür. Bunlar iyi hukukçu, iyi yargıç, iyi avukat, iyi savcı olmanın, yasaları gerek sözel gerekse tarihi ve özellikle amaçsal yönden doğru yorumlayabilmenin, somut olaya uygulayabilmenin olmazsa olmaz koşullarıdır. Bu ise, ancak yargıçların, avukatların, savcıların felsefeye, edebiyata, edebi eserlere, sanat eserlerine, felsefi esrlere ilgi göstermeleriyle, bunları okumalarıyla, izlemeleriyle, seyretmeleriyle mümkündür.
Bu bağlamda demek gerekir ki, okuyan, edebi eserlere, felsefi eserlere, sanat eserlerine ilgi duyan bir yargıç, bir savcı ve bir avukat, bu eserlerde ortaya konulan hayatları, bu hayatların sahibi olan insanları, bu insanların edebiyatta tematize edilen dramlarını, trajedilerini çok daha yakından görmek, tanımak imkanını bulabilir, edebiyat aracılığıyla empati ve sempati yeteneğini geliştirebilir, hukukun en önemli idesi ve amacı olan adaletin gerçekleşmesine katkı yapabilir.
‘İnsan okur’ Neden okur? Farkında olmak için, farkında olduğunun farkında olmak için okur. Okuması gerekir. Aydınlanmak için okur. Okuması gerekir. Bilgi ve fikir sahibi olmak için okur. Okuması gerekir. Kişisel gelişimini sağlamak için okur. Okuması gerekir. Ama hukukçular, özellikle avukatlar, yargıçlar, savcılar daha fazla okur. Daha fazla okumaları gerekir. Aksi halde Shakespeare’in söylediği gibi ‘kelimeleri kıt olur, kıt olduğu için de kelimeler nadiren boşa harcanır.’
Hukukta ve yargılama faaliyetinde, kelimelerin kıt olması, beraberinde çok fazla düşünmemeyi, yargıcın kararına, savcının iddianamesine ve mütalaasına, avukatın savunmasına ve dilekçelerine ilişkin ifadelerine zafiyet olarak yansır. Bu zafiyet ise, hukukun olumlu yönde gelişmesine, ilerlemesine engel olur, yargı kararlarını isabetli, vicdani ve tatmin edici olmaktan uzaklaştırır.
Okuma kültürünün, terbiyesinin, alışkanlığının kazanılmasında ailenin, okulların önemi büyüktür. Ama eğitim, öğrenim sadece okumak değildir. Hem okumak hem de okunanlar üzerinde düşünebilme ve sorgulama yapabilme becerisidir. Bu beceri ise ancak okumakla elde edilir ve gelişir. O nedenle, eğitim ve öğretimin bu becerileri geliştirecek şekilde ve “Sokratik” bir anlayış ile ve bu temele göre planlanması gerekir.
‘Az bilmek için, çok okumak gereklidir’ diyor Montesquieu. Evet, çok okumak sadece bilmeyi sağlamaz, az bilmeyi, yani insanın kendisini bilmesini, haddini bilmesini, eksikliklerini görmesini sağlar. İnsanın bu nedenle de çok okuması gerekir. Zira edebi ve felsefi eserleri, sanat eserlerini okumak, kişinin düşünce yeteneğini, sorgulama yapabilme becerisini geliştirdiği kadar, kendisini tanıma ve bilme ile empati yapabilme yeteneğini de geliştirir.
Hiç kuşkusuz bu konulardaki gelişme ve ilerleme, kişinin mesleki gelişimini de olumlu yönde etkiler. Bu kişiler eğer yargıç, savcı, avukat iseler, bu gelişme ve ilerleme beraberinde yargılama faaliyetindeki toplam kaliteyi de artırır, o ülkenin hukukunu, yargısını diğer ülkeler nezdinde örnek bir model haline getirir.
Ne yazık ki Türkiye okuyan bir toplum değildir. Demokrat Eğitimciler Sendikası Araştırma Merkezinin (DESAM) raporuna göre, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 21 olan okuma oranı, Türkiye’de sadece yüzde 0,01’dir. Bu okunanlar da daha çok fıkra ve best-seller tarzı aşk romanlarıdır. Üzülerek ifade etmek gerekir ise, bu okumama alışkanlığına yargıçlar da, savcılar da, avukatlar da dahildir. Yargıcıyla, avukatıyla, savcısıyla yargımızın bugünkü durumu da esasen bu okumamanın bize ödettiği en önemli cezadır.
Gelişmiş ülkelerle pek çok alanda aramızda mevcut olan farkı kapatabilmemiz, dünyada hak ettiğimiz yeri alabilmemiz, DESAM’ın istatistik verilerini tersine çevirebilmemiz, yargımızı avukatıyla, yargıcıyla, savcısıyla daha kaliteli ve nitelikli bir düzeye getirebilmemiz, ancak ve ancak daha fazla okumakla, her alanda daha çok çalışmakla, daha çok üretmekle, kaliteyi ve nitelikli olmayı hedeflemekle mümkündür.
“Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler olmayacak, dün öğrendiklerini unutup yeni şeyler öğrenmeyenler olacak.” Bu özlü söz Amerikalı gelecek bilimci Alvin Toffler’e ait. Bu sözün gereğini yapmak, yani dün öğrendiklerimizi, ezberlediklerimizi unutmak ve yeni şeyler öğrenmek, ancak okumakla, çok okumakla, tek yanlı okumakla değil, çok yönlü okumakla mümkündür.
Zira tek yanlı, tek yönlü okursak eğer, karşılaştırma yapamayız, sorgulama becerimizi, analitik düşünme yeteneğimizi, metodolojik formasyonumuzu geliştiremeyiz. Ve sonuçta tek boyutlu insan oluruz.
İki gözümüz, iki kulağımız, iki elimiz, iki ayağımız olmasına rağmen, tek gözümüzle görür, tek kulağımızla duyar, tek elimizle iş görür, tek ayağımızla yürürürüz. Dolayısıyla daha az görür, daha az duyar, daha az iş yapar, daha az yol kat eder, her alanda ve konuda daha az üretiriz.
Mal ve hizmet alanındaki bu daha az üretim, ülkenize ve toplumunuza enflasyon, fikir ve sanat alanındaki bu daha az üretim ise, entelektüel fukaralık olarak geri döner. Yargı alanındaki gerek insan malzemesi gerekse işleyiş olarak kalitesizlik, adaletsizliği davet eder, yargıya, hukuka olan, olması gereken güveni zedeler, yargıya, hukuka güvenin olmaması toplumu içten içe zehirler.
Yargıç, avukat ve savcı olarak, yeni şeyleri düşünmek yeni şeyleri söylemek, özetle kendimizi yenilemek için okumamız, çok okumamız gerekir. Sadece hukukla ilgili kitapları, makaleleri değil, tarihi, edebi, felsefi, siyasi eserleri ve romanları da okumamız gerekir. Okumak, az yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, sadece bilgimizi artırmaz, yazma, konuşma, düşünme, sorgulama becerimizi, metodolojik formasyonumuzu da geliştir, dahası öğrenmeyi öğretir.
Hepimizin tek bir hayatı vardır ve birçok şeyi o hayatı bizzat yaşayarak öğreniyor, kendimizi o hayata göre olduruyoruz. Kitaplar bize başka hayatları, başka insanların hayatlarını öğretir, kişisel gelişimimize katkı yapar. Onun için okumak gerekir. Dahası sinemaya, tiyatroya, operaya, konserlere gitmek, müzik dinlemek gerekir.
Esasen edebiyat olsun, sanat olsun, felsefe olsun, bunların her biri ayrı ayrı bir büyüme sanatıdır ve bizi biz yapan alanlardır. Bunlar bizi en az hayat kadar büyütür, oldurur, olgunlaştırır. Hayata dair birçok şeyi kendi deneyimlerimize gerek kalmadan bize öğretir. Bakışlarımızı, sezgilerimizi, içgüdülerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi geliştirir, olgunlaştırır, bizi rafine bir insan yapar.
Peki, hukuk eğitiminde edebiyattan, yani romandan, öyküden, şiirden, tiyatrodan, sinemadan ne kadar yararlanıyoruz? Daha doğrusu yararlanıyor muyuz? Hayır yararlanmıyoruz. Oysa hukuk eğitiminde edebiyatın, sanatın, edebi eserlerin kullanılması, sinemadan, tiyatrodan yararlanılması, kanımızca kanunların öğretilmesi kadar önemli, asla öğrenmek olmayan kanunların ezberletilmesinden çok daha önemli ve yararlıdır.
Hukuk fakültesinde öğrenime başladığımız zaman, bizim de yaşadığımız gibi öğrencilerin çok büyük bir kısmı hukuk fakültelerine, hukuk hakkında çok fazla şey bilmeden gelirler. Hukukla tanışmaları sonrasında, hukuk üzerine öğrendikleri şeyleri yerli yerine oturtmakta, soyut bilgileri somutlaştırmakta, yargıç, savcı veya avukat olduklarında bu bilgileri ellerindeki dosyalara uygulamakta, insani eylemleri hukuk kurallarıyla ilişkilendirmekte zorluk çekerler. Aynı zorluğu siyaset bilimi ve kamu yönetimi bölümlerinde okuyan öğrenciler de yaşarlar.
Oysa hukuk ve siyaset bilimi olsun, kamu yönetimi olsun, insan ve toplum hayatıyla, insan davranışlarıyla yakından ilgili olmakla, konusu, ilgi alanı insan ve toplum hayatı olan edebiyat, edebi eserler, sanat eserleri, her üç eğitimin başlangıcında öğrencilerin karşılaştıkları zorluğu aşmalarında yararlı olacak pek çok bilgiyi, deneyimi içerir. Hal böyle iken ne hukuk, ne siyaset bilimi, ne de kamu yönetimi eğitiminde, ne yazık ki, edebiyat ve sanat bir eğitim aracı olarak hemen hemen hiç kullanılmaz.
Örneğin başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, hukuk öğrenimini ekonomik nedenlerden dolayı yarıda bırakmak zorunda kalan, para sıkıntısı içinde olmasının topluma yarar sağlamasını engellediğini düşünen, o nedenle, yaşlı ve zengin olan tefeci ile olayın görgü tanığı kız kardeşini, geride hiçbir kanıt bırakmadan öldüren ve fakat vicdanından kaçamadığı için suçunu itiraf ederek polise teslim olan Raskolnikov’un trajedisini anlatan Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ isimli romanı, ceza hukuku yönünden çok iyi bir laboratuvar kitaptır.
Yine Francis Bacon’un, İngiltere’de Lordlar Kamerası Başkanı iken, bizzat yaşadıklarına dayanarak yazdığı ve yargıçların özel ve kamusal sorumluluklarını incelediği ‘Of Judicature/Adliye/Yargı’ isimli makalesi, gerek hukuk fakültesi gerekse siyaset bilimi öğrencilerinin okumaları gereken önemli bir makaledir.
Bacon bu makalesinde, yargıçların görevinin kanunları uygulamakla ve yorumlamakla sınırlı bulunduğunu, yani ‘jus dicere’, yani “hakkı sahibine vermek” olduğunu, ‘not jus dare’, yani ‘yasa yapmak olmadığını’, yasa yapma görevinin yasama organına ait bulunduğunu ifade, yargıçların kendilerini yasa koyucu yerine koymalarını, yani yargıçlar yönetimi demek olan “jüristokrasinin” tehlikesine işaret eder.