'Çünkü güller biraz da hayaller gibidir, büyüdükçe sabır ve emek isterler'

Abone Ol
‘Gerçekten, rüyalardan ya da anılardan oluşmuş farklı bir dünyaya yavaş yavaş kayıldığı zaman hissedilen o huzursuzluğa kapılıyorum. Olduğum yerde duramıyorum, kalkıyor ve sabahlığımı giyip koridorun sonundaki çalışma odama gidiyorum. Ne yapmaya gittiğimi henüz bilmiyorum. Gözümü raflara dikiyorum, kitapları, bibloları, resimleri, kağıt ağırlıklarını elliyorum. Sanki bir şey ararmışım gibi didik didik ediyorum. Konsolun arkalarında, koyu renk ahşap kutuyu görünce heyecanlanmaya başlıyorum. O anda onu tanıyorum, bir anda gözlerimin önünden mektuplar, telgraflar, biletler, fotoğraflar geçmeye başlıyor. Şimdi oldu, bu soğuk kuş gecesinde adımlarımı buraya çeken şeyin ne olduğu anlaşıldı. Bu benim sırlarla dolu minik sandığım, yüreğim hop ediveriyor. Önce olduğu yere bırakayım diyorum. Çok zaman geçti üzerlerinden, çok farklı heyecanlar yaşandı. Sonra alıyorum, biraz cesaretimi toplayıp odaya dönüyorum. Belki de Noel hediyem budur ve artık açma vakti gelmiştir.’

Birilerine veya bir şeylere kızıp atmadığı, içindeki mektupları, fotoğrafları, notları, tuttuğu günlüğü yırtmadığı, bunları yıllarca içinde özenle sakladığı sırlarla dolu o minik sandığı açıyor ve hatıralarını yazmaya başlıyor. Kim mi? Babasız, parasız, umutsuz bir kız. Deneme filmi çektirmek için stüdyosuna gittiği Carlo Ponti’nin kameramanının ‘Resmini çekmek mümkün değil, Yüzü çok kısa, ağzı çok büyük, burnu da çok uzun’ dediği bir kız. Sophia Loren.

Sophia Loren’in bir Noel akşamı o sır dolu minik sandığını açtıktan sonra yazmaya başladığı ve adını ‘Dün, Bugün, Yarın-Bütün Hayatım’ diye koyduğu hatıralarını okudum hafta sonunda. Onun üzerine yazmaya başladım bu yazıyı. Sophia Loren, hayat kokan o minik sandığında sakladığı fotoğraflarla, mektuplarlarla, şiirlerle, tuttuğu günlüklerle beraber zamanda bir yolculuğa çıkıyor. Çok, ama çok gerilerde kalan gençliğini, yarına ilişkin umutlarını, hala gerçekleştirmeyi beklediği hayallerini anlatıyor. ‘Nehir beni çağırıyor. Ve ben kendimi güvenle onun akıntısına bırakıyorum’ diyor ve dünden bugüne, bugünden yarına yürüyor. Yaşadıklarını, yaşamındaki önemli olayları ve insanları, kendisi gibi sade, samimi, ölçülü, duygulu, nazik bir üslupla anlatıyor.

81 yaşında, ama hala çalışıyor. Eskiye oranla daha seçici, sadece ikna olduğu rolleri kabul ediyor. ‘Olgunluğumla uyum içindeyim, daha genç kadınlara kıskançlıkla değil tatlı bir hoşgörüyle bakıyorum’ diyor. Hayatla ilgili olarak şunları söylüyor: ‘Kabul etmeliyiz ki bu her zaman o kadar kolay değildir ve hayatın her aşaması kaprisleriyle tuzaklarını beraberinde getirir. İnsan otuz yaşındayken genç ve biraz güvensizdir, kırk yaşına geldiğinde güçlü ve belki biraz yorgundur, elli yaşında bilge, belki biraz hüzünlüdür. Ve seksenin eşiğine vardığında bazen her şeye yeniden başlama arzusu duyar. Anıların içinden yeniden doğar ve geleceğe aşık olur.’

Hayat, hepimizin hayatı, bazı garip anlarda ruhumuzdan dışarı sessizce süzülen hatıralarla yüklüdür. Hatıralar, aslında o yükün başkalarıyla paylaşılmak suretiyle boşaltılması için yazılır. Hatıraların bir kısmı ağır, bir kısmı acı, bir kısmı hüzünlü, bir kısmı da mutluluk doludur. Bütün bunlar, hayatın, hayatımızın biriktirdikleridir, onu eksilten değil, zenginleştiren şeylerdir. Bizi biz yapan şeylerdir. Bundan olsa gerek, hatıra kitapları beni her zaman hüzünlendirir.

“Tek bir sevince ‘evet’ dediğiniz oldu mu hiç?” diye sorar Zerdüşt. Yanıtını da kendisi verir. “Ah dostlarım, o zaman üzüntüye de ‘evet’ demişsinizdir. Bütün her şey birbirine dolanmış, düğümlenmiş, kenetlenmiştir. Bir kez bile bir şeyi iki kez istediyseniz, ‘Mutluluk, beni memnun et! Kal biraz’ dediyseniz, o zaman her şeyi geri istemişinizdir. Çünkü her sevinç ebediyet ister.” Acısıyla, tatlısıyla, ağırıyla, hafifiyle hatırlar da öyledir. Ebediyet ister! Ebedileştirmek için yazmak gerekir.

Hatıralarını okuyup bitirdiğimde, hayatı acılarla, yoksulluklarla, açlıkla, İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ölüm korkusuyla, bir gelecek inşa etmek çabasıyla, umutla, umutsuzlukla, çok sonra gelen şöhretle, mutlulukla, başarılarla geçen Sophia Loren’de, bir değil, birçok sevince, birçok üzüntüye evet demiş, mutluluk, beni memnun et, benimle kal biraz demiş.

Eş olarak Carlo Ponti’ye evet demiş. Hiç de pişman olmamış evet dediği için. İlk gördüğünde çarpıldığı, ‘hemen kaçmalıyım buradan’ dediği, uğruna eşinden tokat yiyinceye kadar çekim gücünden kurtulamadığı, Amerikan sinemasının 50’li, 60’lı yıllarda büyük yıldızı olan Cary Grant’ın aşkına evet demiş. Daha henüz on beş yaşındayken İtalyan sinemasının tanıdığı en büyük ‘doğallık yaratıcısı’ olan ünlü yönetmen Vittorio De Sica’ya evet demiş.

Onun için minnetle anıyor Sica’yı. ‘Nasıl hayır derdim ki? De Sica olmasaydı, asla olduğum kişi olamazdım, gerçek sesimi bulamazdım’ diye yazıyor ve onunla ilgili olan öğretici bir anısını paylaşıyor. Mücevherleri çalındığı için ağladığında De Sica’nın yanına oturduğunu, kendisine mendilini uzattığını ve şunları söylediğini yazıyor: ‘Sophia, gözyaşlarını boşuna akıtma. Biz yoksulluk içinde doğmuş iki Napoli’liyiz. Para gelir ve gider. Benim kumarhanede ne çok kaybettiğimi düşünsene…Sophia, dinle beni, senin için ağlamayacak hiçbir şey için asla ağlama.’

Şimdilerde pek o kadar olmasa da iyi bir sinema izleyicisi olan ben, Sophia Loren’in bütün filmlerini izledim. İzlediğim o filmler içinde hala unutamadığım tek film, Marcello Mastroianni ile başrollerini paylaştıkları ‘Dün, Bugün, Yarın’ isimli olanadır. 1964 yılında 14-15 yaşlarında iken seyrettiğim filmden daha çok hafızama kazınmış olan şey, fonda Henry Wright’a ait olan ‘Abat-Jour’ parçası çalınırken Sophia Loren’in striptiz yaptığı sahnedir. Hatıralarında Sophia Loren bu sahne ile ilgili olarak Ömer Şerif’in kendisine ‘O striptiz bana hiç de sürpriz olmadı. Sophia seni o kadar çok açık saçık hayal ettim ki, filmi seyrettiğimde daha önce gördüğüm bir sahne sandım!’ demesi karşısında gülümsediğini anlatıyor.

Başkaları belki başka şekilde düşünürler. Ama bana göre Sophia Loren, klasik ölçüler esas alındığında, Tanrı’nın boş bir anında yarattığı kadar güzel, ağzı, burnu, kulakları kalemle çizilmiş güzellikte bir kadın değildir. Örneğin bir Claudia Cardinalle, bir Silvana Mangano, bir Catherine Deneuve, bir Elizabeth Taylor, bir Grace Kelly değildir. Ama son derece cazip bir kadındır. Çok anlamlı, çok gizemli, çok lirik bir yüz ifadesi, içi çok, ama çok derinden gülen iri güzel gözleri, kışkırtıcı bir güzelliği vardır. Ne yüzündeki ifade, ne bakışları, ne gözlerindeki ışık, ne de vücudundaki kıvrımlar masum değildir.

Kendisi de bunun farkındadır. Onun için şunları yazar: ‘Cazibe mi? Cazibe nedir? Onu tanımlayabilseydim, herkesin ulaşabileceği bir malzeme olurdu. Oysa o doğanın armağanı, fiziksel güzellikten farklı olarak yıllar onu eskitemez. Kalkütalı Rahibe Teresa’yı, Rita Levi Montalcini’yi, Katherine Hepburn’u veya Greta Gabro’yu düşünüyorum. Ve sonra bir de Mona Lisa’yı düşünüyorum.’ Evet, Sophia’da bu kadınlar gibi, hatta onlardan daha fazla olarak doğanın kendisine armağanı olan, yılların eskitemediği bir cazibeye, bir gizeme sahiptir.

Sophia Loren, cezaevinde iken tuttuğu günlüğüne Harry Truman’ın şu sözleriyle başlamış: ‘Fame is steam, / Popularity an accident / The Only thing that endures is personality.’ Yani ‘Ün buhar, / Popülarite rastlantıdır/kazadır. / Dayanıklı olan tek şey kişiliktir.’

Evet, şöhret bir zaman için vardır, sonra biter. Popülarite de öyledir. Birileri, bir süre için popüler olur, kaza gibi bir şeydir bu. Geçen zaman, değişen fikirler, zevkler pek çok şeyi eskittiği gibi popülariteyi de eskitir, eksiltir. Ama kişilik, eğer varsa kişilik, o yok olmaz, zamana da, değişen fikirlere de karşı koyar, hep ayakta durur, hep ayakta kalır. Zira kişilik, her zaman ve her koşulda, bilgiden de, şöhretten de, makam ve mevkiden de önce gelir. İnsanı insan yapan tek şey kişiliktir zira. Kişiliğiniz yok ise eğer, sadece varolursunuz.

Sanatına, şöhretine, yeteneğine her zaman saygı duyduğum Sophia Loren’in hatıralarını okuyunca, insanın sadece rastlantılara bağlı olarak değil, gerçekten özünde pek çok değere sahip olduğu için hayatta ilerleyebildiğini, hak ettiği yere veya yerlere gelebildiğini daha iyi anladım. Kadın olarak, sanatçı olarak beğenmenin, takdir etmenin ötesinde saygı duydum kendisine. Sunday Times’in hatıralarıyla ilgili olarak yazdığı gibi o gerçekten ‘tam yol ilerleyen bir gemi.’ Yıllar, yıllar geçmiş olmasına, 81 yaşına gelmiş bulunmasına rağmen hala ilerliyor olmasının, şöhretinin buharlaşmamış, popülaritesinin geçmemiş olmasının nedeni kişilik sahibi olmasıdır.

Öyle bir kişilik ki, bir sinema sanatçısı olarak yüzü, gözü, burnu çok önemli olmasına, kameramanının Carlo Ponti’ye ‘Resmini çekmek mümkün değil, Yüzü çok kısa, ağzı çok büyük, burnu da çok uzun’ demesine, Carlo Ponti’nin ‘Sophia, ne dersin…hani…şu profilini … biraz yumuşatsak…çünkü’ diyerek estetik yaptırmayı tavsiye etmesine rağmen ‘ …ben değişmek istemiyorum. Ben öyle kalkık bir burun istemiyorum. Güzelliğimin yüzümdeki pek çok düzensizlik sonucunda oluştuğunun farkındayım. Kazanacak ya da kaybedecektim ama hangisi olacaksa yüzüm özgün haliyle kalsın’ diyecek kadar kendisinden memnun, kendisiyle barışık, özgüvenli, kişilikli bir kadın.

Hatıralarını okuyunca insan bunu çok daha iyi görüyor, çok daha iyi değerlendiriyor. Bütün sanatçılara, özellikle ülkemiz sanatçılarına her yönüyle örnek olabilecek bir insan.

Onu en güzel anlatan sözleri, 04 Mayıs 2011 akşamı onun için düzenlenen ‘Teşekkür Akşamı‘nda, İtalyan sahne ve komedi yıldızı Roberto Benigni’ni söylüyor: ‘Sophia adını duyduğumda hoplarım, zıplarım, çünkü o bir hayat patlamasıdır. Yanağa kondurulmuş bir öpücük gibidir. Şahane bir şeydir, kalbimin tu-tuu diye çarptığını, attığını duyabilirsiniz. O çok İtalya, çok İtalyan’dır. Hareket ettiğinde, yürüdüğünde, yürüyen İtalya’dır. Sicilya’nın, Toskana’nın, Lombardia’nın hareket ettiğini görürsünüz. Milano, Floransa, Napoli, Pisa’nın eğik kulesi, Kolezyum, pizza, spagetti, Toto, De Sica, hepsi onun içindedir.‘

Gerçekten öyle! Hatıralarını okuyun siz de göreceksiniz. Bir de o teşekkür akşamında onun için söylenen ‘O Sole Mio’ şarkısını dinleyin.

(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)