Değerli okuyucularım, yazılarımda sık sık ifade etmeye çalıştığım bir husus bulunmaktadır. Bu da ulusal ve uluslararası ölçekte bizlere tanınmış olan hürriyetlerin sınırsız olmadığı ve yine bu kapsamda devlet tarafından kabul edilmiş olan rejime göre sınırlandırılabilmesi gereğidir. Bizler bireyler olarak kamudan ve diğer bireylerden izole edilen varlıklar olmadığımız ve toplum içinde yaşamaya mecbur olduğumuz için elbette ki diğerlerinin ve özellikle de siyasi aktörlerin, bu bağlamda devletin en üst otoritelerinin hak ve özgürlüklerine de saygılı olmak durumundayız.
Bu düşünceyle hareket ettiğimizde, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün mutlak ve sınırsız olmadığının altının yeniden çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü kullanılırken bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal edecek tutum ve davranışlardan kaçınılması gerekecektir Nitekim Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerinin koruma altına aldığı düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti Anayasa’nın 13. maddesindeki koşullara uygun olarak, bu maddelerde belirtilen sebeplerle sınırlandırılabilmektedir (bkz. Anayasa Mahkemesi, B.No:2014/3986,2/4/2014, par. 40).
Evet, ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun kaçınılmaz gereği olmakla birlikte sonsuz bir hürriyet alanına da sahip olunması mümkün değildir. Buna rağmen, sınırlandırma rejiminin keyfi kararlarla pratiğe dökülmesi de yine toplumu oluşturan bireyler arasındaki adalet inancını ve hürriyet dengesini bozacaktır. Bu itibarla, yargı makamlarımızın, hürriyetler arasındaki dengeyi belirlemeye çalıştıkları kararlarında mümkün olduğunca gerekçeye önem vermekleri gerekmektedir.
İfade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar konusunda devletin ve kamu makamlarının takdir yetkisine sahip olduğu belirtilmelidir. Ancak yukarıda belirtildiği üzere bu takdir alanı da denetimine tabidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ulusal makamlara tanıdığı bu takdir yetkisinin denetimini yapma yetkisi ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nindir (AİHM/Mahkeme). Bu suretle Mahkeme’nin yetkisi Sözleşme’de yer alan hak ve özgürlüklerin Sözleşme’ye uygun olarak ulusal makamlarca tanındığına dair denetlemenin yapılması konusunda ikincil bir yetkidir. Mahkeme bu denetimi yaparken ise olayı bir bütün halinde vuku bulduğu ülke ve o andaki siyasi durumu da göz önünde bulundurarak değerlendirmektedir. Ayrıca Mahkeme, başvuruya konu olan müdahalenin, müdahaleyle güdülen yasal amaçla orantılı olup olmadığını ve ulusal makamların müdahale gerekçelerinin yerindeliğini ve yeterliliğini belirlemek zorundadır.
Konuya, Devlet Başkanı/Başbakan/Cumhurbaşkanı özelinde örnek kararlardan bahsederek değinmek düşüncesindeyim.
İlk olarak olayın gerçekleştiği dönemde Ülkemiz Başbakanı`nın eleştirilmesi konusunda önem arzeden bir başvurudan bahsedilebilecektir.Tuşalp/Türkiye (32131/08 ve 41617/08) davasında AİHM, Ülkemiz ile ilgili bir karar vermiştir. Başvuran, gazetede, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı eleştiren makaleler yazmıştır. Bunlar nedeniyle başvuran aleyhine tazminata hükmedilmiştir. Bunun üzerine başvuran Sözleşmenin 10. maddesinin ihlalini ileri sürmüştür.
Mahkeme, anılan kararında, başvuranın gazeteci / köşe yazarı olduğundan, yazdığı makalelerin üst düzey politikacılar ve önemli kişilerin iddia edilen yasadışı eylemleri ve yolsuzlukları ve Başbakan’ın bazı olaylara karşı göstermiş olduğu agresif tutumlar ile ilgili olduğundan bahsetmiştir. Bu bakımdan, başvuranın “istikrar” başlıklı ilk makalesinde, yerel mahkemelerin, Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın itibarının korunması yönündeki kişisel çıkarlarının, başvuranın ifade özgürlüğü hakkından daha ağır bastığını kabul etmiş olduğu, bu hususta makalede yer alan ifadelerin kabul edilebilir eleştirinin sınırları aştığı ve davacının kişisel haklarına haksız saldırı niteliği taşıdığının kabul edilmiş olduğu ifade edilmiştir. İlk derece mahkemesi makalede yer alan ifadelerin Başbakanı toplum nezdinde ve siyasi arenada küçük düşürdüğü ve bir Başbakan hakkında bu ifadelerin dile getirilmesinin hoş olmadığı kararına varmıştır.
Sonuç olarak, AIHM, söz konusu makalelerdeki çeşitli sert ifadelerin, özellikle yerel mahkemeler tarafından vurgulananların, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a karşı saldırı niteliği taşımadığını değerlendirmiştir. Bunlara ilaveten, Mahkeme, dava dosyasında makalelerin Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyeri, mesleği veya özel yaşamına etkide bulunduğunu iddia edecek hiçbir şey olmadığını gözlemlemiştir. Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında, Mahkeme, yerel mahkemelerin Başbakan’ın kişilik haklarını başvuranın haklarının üzerine çıkarmak amacıyla zorunlu sosyal ihtiyacı ortaya koyma konusunda ve kamu yararıyla ilgili durumlarda basın özgürlüğünü destekleme konusunda başarısız olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu yüzden Mahkeme, yerel mahkemelerin karar alırken takdir yetkilerini aştıklarını ve başvuran aleyhindeki kararların izlenen meşru hedefler ile orantısız olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla Mahkeme, Sözleşme’nin 10. maddesinin ihlali edildiğini ifade etmiştir.
Artun ve Güvener/Türkiye (75510/01) kararı kapsamına göre ise; Meral Tamer Artun tarafından yazılan “Enkazın baş sorumlusu kim?” ve “7.4’lük deprem Demirel’i sarsmaz!” başlıklı yazılar sırasıyla 20 Ağustos 1999 ve 24 Ağustos 1999 tarihlerinde Milliyet gazetesinde yayımlanmışlardır. Sözkonusu yazılar genel olarak, on binlerce vatandaşın ölümüne neden olan 17 Ağustos 1999 depreminin öncesinde ve sonrasında gerekli önlemleri almayan yetkililerin özellikle de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ihmaline yönelik bir eleştiri içermektedir. 16 Kasım 1999 tarihli iddianame ile Bakırköy Başsavcılığı, Türk Ceza Kanunu’nun 158. maddesi uyarınca başvuranları (yazar ve yazı işleri müdürü), basın yoluyla Cumhurbaşkanı’na hakaret etmek ile suçlamıştır. Başvuranlar hakkında mahkumiyet kararı verilmiş ve karar onanmıştır.
AİHM, anılan kararında siyaset adamının itibarının sadece özel hayatıyla sınırlı kalmayacak şekilde, koruma hakkı olduğunu kabul etmiştir. Fakat AİHM’e göre bu korumanın şartları ile siyasi sorunların özgürce tartışılmasının getirdiği yararlar denge içinde olmalı ve bu çerçevede ifade özgürlüğüne getirilecek istisnalar için dar yorum yapılmalıdır (Oberschlick-Avusturya (no:2), 1 Temmuz 1997 tarihli karar; Lingens - Avusturya, 8 Temmuz 1986 tarihli karar, Pakdemirli-Türkiye, başvuru no: 35839/97, 22 Şubat 2005).
AİHM, söz konusu dava şartlarında Cumhurbaşkanı’na yönelik şiddetli bir eleştiri olduğunu kabul etmesine rağmen, bunun Cumhurbaşkanı aleyhinde izin verilen eleştiri sınırlarını geçecek düzeyde olmadığını ifade etmiştir.
Dolayısıyla AİHM, mevcut durumda, yerel mahkemelerin, başvuranların ifade özgürlüğüne “zorunlu” kısıtlama getirilmesinin ötesine geçtiklerine ve bu bakımından, AİHS’nin 10. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
Eon/Fransa (26118/10) kararı içeriğine göre; dönemin Fransız Cumhurbaşkanının 28 Ağustos 2008 tarihinde yaptığı Laval ziyareti sırasında ve tam cumhurbaşkanlığı kortejinin geçeceği sırada başvuran üzerinde “defol git, geri zekâlı” yazan bir levha kaldırmıştır.
Başvuran hakkında, 29 Temmuz 1881 tarihli Kanunun 26. maddesi uyarınca Cumhuriyet savcısı tarafından Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesiyle ceza davası açılmıştır. Laval Asliye Mahkemesi başvuranı Cumhurbaşkanına hakaret suçundan mahkûm etmiş, kendisini 30 Avro para cezasına çarptırmış ve bu cezayı da ertelemiştir.
Mahkeme, somut olayda olduğu gibi, başvuranın davranışına benzer davranışları cezalandırmanın, demokratik toplumların olmazsa olmazı olan genel nitelikli tartışmalarda çok önemli bir rol oynayan toplumsal tartışmalara ilişkin hiciv yoluyla yapılan çıkışlar üzerinde caydırıcı bir etki doğurma ihtimali olduğu kararına varmıştır.
Sonuç olarak AİHM, somut davanın kendine has koşulları dikkate alındığında ve devlet başkanına hakaret sebebiyle verilen mahkûmiyetin yararını ve başvuran üzerindeki etkisini tarttıktan sonra kamu yetkililerinin cezalandırma yoluna başvurmalarının hedeflenen amaç ile orantılı olmadığına ve dolayısıyla demokratik bir toplumda gerekli olmadığına karar vermiş, AİHS’in 10. Maddesinin ihlal edildiğini belirtmiştir.
Otegi Mondragon/İspanya başvurusuna ilişkin karar incelendiğinde; başvuru sahibi Sozialista Abertzaleak’in parlamento grubunun sözcüsü olarak Egunkaria gazetesinin durumuna grubunun politik yanıtını özetlediği görülmüştür. Bir gazeteciye cevap verirken, İspanya Kralı’nın Bask Bölgesine yaptığı ziyaretin “acınası (patetik)” olduğunu söylemiş ve Bask Bölgesi Başkanının projenin açılışını Juan Carlos Bourbon ile birlikte yapmasının “gerçek bir utanç” ve “fotoğraflarının binlerce kelimeye bedel” olduğunu eklemiştir. Milli Muhafızların (Guardia Civil) başkanı ve İspanyol silahlı kuvvetlerinin başkomutanı olan İspanya Kralı ile birlikte bir projenin açılışını yapmanın kesinlikle acınacak bir durum olduğunu söyleyerek devam etmiştir. Egunkaria’ya karşı yapılan polis operasyonu için de, Kral’ın bu operasyonla bağlantılı olarak tutuklananlara işkence edenlerin komutanı olduğunu ifade etmiştir.
Başvuran hakkında, hakaret eylemi nedeniyle mahkumiyet kararı verilmiştir. AİHM, mahkûmiyet kararının ilke olarak ulusal mahkemelerin işi olmasına karşın, siyasi konuşma alanında bir suç için hapis cezasının verilmesinin sadece olağandışı durumlarda, özellikle diğer temel hakların ciddi şekilde ihlal edildi örneğin nefret söylemi ya da şiddete tahrik etme halinde, Sözleşmenin 10. maddesi tarafından garanti altına alınan ifade özgürlüğü ile uyumlu olacağını belirtmiştir.
AİHM’e göre; ulusal mahkemeler tarafından verilen nedenlerin ilgili oldukları varsayılsa bile, bu nedenler şikâyet edilen müdahalenin “demokratik bir toplumda gerekli” olduğunu göstermek için yeterli değildir. Ulusal yetkililere bırakılan takdir yetkisine karşın, Mahkeme başvuru sahibinin mahkûmiyetinin izlenen amaçla orantısız olduğuna karar vermiş ve buna göre, Sözleşmenin 10. maddesini ihlal edildiğine hükmetmiştir.
Konumuza özgü diğer bir karar ise Pakdemirli/Türkiye başvurusudur (35839/97). Başvurunun yapıldığı sırada başvuran Türkiye Büyük Millet Meclisi milletvekili ve ana muhalefet partisi ANAP (Anavatan Partisi) Genel Başkan Vekilidir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i, 1991 yılında ana muhalefet partisi genel başkanı iken ANAP’tan iki bakanın milletvekili dokunulmazlığını kaldırdığı için eleştirmiştir. “Demirel yalancıdır” ve “siyaseten özürlü” gibi ifadelerin sarfedildiği iddia edilerek başvuran hakkında mahkumiyet kararı verilmiştir.
Anılan kararında AİHM, başvuranın tazminat cezası ödemeye mahkum edilmesinin “kanunla öngörüldüğü” ve AİHS’nin 10/2 maddesi uyarınca “meşru bir amaç” güttüğü kanaatine varmıştır. Bununla birlikte mevcut davada yasanın uygulanış biçimi uygun bulunmamıştır. Sonuç olarak, verilen tazminat cezasının miktarının, bu tür davalarda genellikle verilen tutarlarla ve sözkonusu konuşmanın ağırlığıyla karşılaştırıldığında, ulusal yasalarla gözetilen amaç ile makul bir orantılılık ilişkisi kesin olarak bulunmadığı, bu kadar büyük bir miktarda (57.819 Avro) tazminat cezası verilmesinin “demokratik bir toplumda gerekli” olduğu kabul edilemeyeceğini ifade etmiştir. Mahkemeye göre dolayısıyla AİHS’nin 10. maddesi ihlal edilmiştir.
(Bu köşe yazısı, sayın Av. Meltem BANKO tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)