KARARLAR

Cemaat Vakıf Mallarının İadesi

27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir.

Abone Ol

Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür. Bu gelişmeler neticesinde daha önce Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı 23/9/2012 tarihinden önce gerçekleşmiş ve nihai karara varılmış cemaat vakıflarına mallarının iadesine ilişkin uyuşmazlıkların yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak yeniden bireysel başvurula konu olması mümkün olmuştur.

Anayasa Mahkemesi söz konusu 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ve aynı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesi uyarınca yapılan yargılamalardaki yorumların çeşitli gerekçelerle mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerin kanuni olması ölçütüne uygun olmadığını tespit etmiş ve yukarıda belirtilen ihlal kararlarını vermiştir.

İlgili Kararlar:

♦ (Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı [GK], B. No: 2018/25252, 27/10/2022)
♦ (Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı [GK], B. No: 2018/9214, 27/10/2022)
♦ (Hasköy Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı, B. No: 2016/2250, 2/11/2022)
♦ (Sanasaryan Vakfı, B. No: 2019/6264, 3/11/2022)
♦ (Sina Aziz Manastırı ve Başpiskoposluğu (Tur-U Sina Manastırı) [GK], B. No: 2018/26955, 14/12/2022)

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

YEDİKULE SURP PIRGİÇ ERMENİ HASTANESİ VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/25252)

 

Karar Tarihi: 27/10/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 6/1/2023-32065

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Yedikule Surp Pırgiç Emeni Hastanesi Vakfı

Vekili

:

Av. Setrak DAVUTHAN

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, vasiyet yoluyla cemaat vakfına bırakılan ancak Hazine adına tescil edilen taşınmazın iadesi istemiyle yapılan başvurunun reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 13/8/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

8. Birinci Bölüm tarafından 9/6/2021 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

9. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

10. Başvurucu, Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş, İstanbul'da bulunan bir vakıftır. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

A. Olayın Arka Planı

11. Ermeni toplumuna mensup A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle İstanbul'da bulunan beş taşınmazını başvurucu Vakfa bağışlamıştır ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun (Hukuk Genel Kurulu) 8/5/1974 tarihli kararıyla cemaat vakıflarının vasiyet yoluyla taşınmaz edinmelerinin hukuken mümkün olamayacağına karar vermesi üzerine A.H. bu taşınmazları üçüncü kişilere satmıştır. Bireysel başvuruya konu olan İstanbul ili Fatih ilçesi Çarşı Mahallesi'nde kâin 2777 ada 36 parsel numaralı kârgir dükkân vasıflı taşınmaz 5/2/1976 tarihinde A.K. ve S.Ö.ye satılmıştır.

12. A.H. 11/5/1976 tarihinde ölmüştür. Hazine 14/8/1978 tarihinde İstanbul 2. Asliye Hukuk Hâkimliğinde A.K. ve S.Ö. aleyhine dava açmıştır. Dava dilekçesinde; satış işleminin muvazaalı olması nedeniyle taşınmazın A.H.nin terekesine iadesi, -Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli kararı karşısında vasiyetname geçersiz olduğundan- vasiyetnamenin iptali ve taşınmazların Hazine adına tescili talep edilmiştir. Hâkimlik 29/12/1994 tarihli kararıyla davayı kabul etmiştir. Hâkimlik, cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olması sebebiyle başvurucu lehine bağışlama içeren vasiyetnamenin geçersiz olduğunu tespit ederek vasiyetnameyi iptal etmiştir. Hâkimlik ayrıca taşınmazın gerçek değeri ile satış esnasında gösterilen değeri arasında nispetsizlik bulunmasını ve tarafların gerçek bir satış iradesinin bulunmadığına dair tanık anlatımlarını dikkate alarak satış işleminin ve tescilin iptali ile taşınmazın Hazineye intikal ettirilmek üzere A.H.nin terekesine iadesine hükmetmiştir.

13. Hâkimlik kararının kanun yolu denetiminden geçerek 23/10/1995 tarihinde kesinleşmesinden sonra taşınmaz 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir.

14. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin (KHK) 17. maddesiyle 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 11. maddenin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.

B. Başvuruya Konu Yargılama Süreci

15. Başvurucu 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine İstanbul ili Fatih ilçesi Çarşı Mahallesi'nde kâin 2777 ada 36 parsel numaralı taşınmaza yönelik olarak İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili davası açmıştır. Dava dilekçesinde, 5737 sayılı Kanun'la cemaat vakıflarının mülk edinmesinin önündeki yasal engelin kaldırıldığı vurgulandıktan sonra A.H.nin vasiyetinin yerine getirilmesi ve taşınmazın iadesi talep edilmiştir.

16. Davayı Hazine adına takip eden İstanbul Valiliği Muhakemat Müdürlüğü (İdare), Mahkemeye sunduğu savunmasında vasiyetnamenin Hâkimliğin 29/12/1994 tarihli kararıyla iptal edildiğine değinerek ortada infaz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığını iddia etmiştir.

17. Başvurucu; İdarenin savunmasına verdiği cevapta Hâkimlikçe yapılan yargılamada silahların eşitliği ilkesine riayet edilmediğini, bu nedenle verilen kararın kesin hüküm teşkil etmeyeceğini ileri sürmüştür. Başvurucu ayrıca 5737 sayılı Kanun'un cemaat vakıflarına yönelik olarak önceki dönemde meydana gelen mağduriyetlerin ve hak ihlallerinin giderilmesi amacıyla özel hükümler sevk ettiğine değinmiş, İdarenin hatalı bir kararın arkasına sığınarak hakkı teslimden kaçınmasının Anayasa'ya aykırı olduğunu belirtmiştir.

18. Bu arada başvurucu 6/4/2012 tarihinde kayda giren dilekçeyle başvuruya konu taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında iadesi için Vakıflar Genel Müdürlüğüne müracaat etmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi 7/6/2012 tarihli kararıyla taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında olmadığı gerekçesiyle tescil talebini reddetmiştir. Başvurucunun bu işlemi dava konusu edip etmediğiyle ilgili olarak herhangi bir bilgi, bireysel başvuru dosyasında bulunmamaktadır.

19. Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. İki inşaat mühendisi ve bir hesap uzmanından oluşan bilirkişi heyetince hazırlanarak Mahkemeye sunulan 27/5/2013 tarihli raporda, taşınmazın başvurucu adına tescilinin iyi niyet ve hakkaniyet ilkelerine uygun olacağı görüşü açıklanmıştır.

20. Mahkeme 31/10/2013 tarihli kararıyla davayı kabul etmiş ve taşınmazın başvurucu adına tesciline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde 5737 sayılı Kanun'a atıfta bulunulmuştur. Mahkeme, vasiyetçinin usulüne uygun olarak düzenlenen vasiyetnamesindeki arzusunun taşınmazın başvurucuya bırakılması yönünde olduğunu vurgulayarak davanın kabulü gerektiğini ifade etmiştir. Ancak söz konusu karar, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin (Yargıtay) 10/12/2014 tarihli kararıyla bozulmuştur. Kararın gerekçesinde; vasiyetnamenin iptal edildiğine işaret edildikten sonra iptal edilen vasiyetnamenin tenfizinin istenemeyeceği, bu nedenle davanın reddi gerektiği belirtilmiştir. Başvurucunun karar düzeltme istemi Yargıtayın 25/6/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

21. Mahkeme bozma kararına uymuş ve 17/12/2015 tarihinde davayı reddetmiştir. Başvurucunun temyiz talebi 5/7/2017, karar düzeltme talebi de 18/6/2018 tarihli kararlarla reddedilmiştir. Nihai karar 25/7/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

22. Başvurucu 13/8/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

23. 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı tarihteki hâlinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

 (Ek Fıkra 2.1.2003-4778 s. Kanun.) Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.

..."

24. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

25. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

...

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından ... cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır. "

26. Türkiye Büyük Millet Meclisi 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun, 5737 sayı numarasını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tamamen aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır."

27. 5737 sayılı Kanun'a 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. maddenin ikinci fıkrası şöyledir:

"Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir."

28. 651 sayılı KHK'nın 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır."

29. 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin 517. maddesinin birinci cümlesi şöyledir:

"Miras, ölüm ile açılır."

30. 743 sayılı mülga Kanun’un 539. maddesi şöyledir:

"Miras açılınca, mirasçılar onun tamamına sahip olurlar. Kanunda açıkça yazılı haller müstesna olmak üzere, mütevaffanın alacakları ve bilcümle hakları ve zilyed bulunduğu malları, mirasçılarına intikal eder ve bu mirasçılar müteveffanın borçlarından şahsan mesul olurlar.

Mansup mirasçıların iktisabı, kendilerini nasbeden muteveffanın vefatından başlar. Kanuni mirasçılar, zilyedlik hükümlerine tevfikan mansup mirasçıların hisselerini teslime mecburdurlar."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

31. Anayasa Mahkemesinin 27/10/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

32. Başvurucu, A.H.nin gerçek iradesinin taşınmazı vasiyet yoluyla Vakfa bağışlamak olduğunu fakat 1974 tarihli Hukuk Genel Kurulu kararı dolayısıyla vasiyetin infazı mümkün olmadığı için taşınmazları satmak zorunda kaldığını belirtmiştir. 5737 sayılı Kanun'la birlikte cemaat vakıflarının taşınmaz edinmesinin önündeki engellerin kalktığını, nitekim anılan Kanun'un geçici 7. ve geçici 11. maddeleriyle mülk edinmenin yasak olduğu dönemdeki mağduriyetlerin giderilmesinin amaçlandığını belirtmiştir. A.H.nin son arzusunun taşınmazın Vakfa intikali yolunda olduğunu vurgulayan başvurucu; davanın reddedilmesinin sözü edilen düzenlemelerin amacına ve Anayasa'nın 5., 10., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

33. Bakanlık görüşünde, vasiyetnamenin iptaline ilişkin nihai kararın 1995 yılında kesinleştiği gözetildiğinde başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Ayrıca başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurusunun bulunmadığı dikkate alındığında başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin Anayasa Mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bakanlık, başvurucunun mevcut mülkünün veya mülk edineceğine dair meşru bir beklentisinin bulunmadığını ileri sürmüştür. Son olarak başvurucunun başvurusunun kanun yolu şikâyeti niteliğinde olduğu görüşünü açıklamıştır.

34. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında esas itibarıyla başvuru formundaki iddialarını tekrarlamıştır.

B. Değerlendirme

35. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

36. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, vasiyetnameyle kendisine bağışlanan ancak Hazine adına tescil edilen taşınmazın iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Zaman Bakımından Yetki

37. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğine işaret etmiştir.

38. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

39. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."

40. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

41. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

42. Başvuru konusu taşınmaz Hâkimlik kararına istinaden 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir. Başvurucunun mülkünün bulunup bulunmadığı aşağıda değerlendirilecek olmakla birlikte taşınmazın mülkiyetinin 23/10/1995 tarihinden itibaren Hazineye geçtiği tartışmasızdır. Dolayısıyla kimin mülkiyetinde olduğundan bağımsız olarak taşınmaz üzerindeki özel mülkiyetin 23/10/1995 tarihinde sona erdiği açıktır.

43. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016, §§ 96-119) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihinden önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır. Söz konusu kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına da atıfta bulunarak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklinde müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

44. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesinin ikinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin tazminat olarak ödenmesi öngörülmüştür.

45. A.H.nin bireysel başvuruya konu taşınmazın 25/3/1968 tarihinde düzenlediği vasiyetnamede başvurucuya bağışladığı hususunda tartışma bulunmamaktadır. Öte yandan taşınmazın 30/11/2001 tarihinde Hazine adına tescil edildiği ve hâlen Hazinenin mülkiyetinde bulunduğu da bir vakıadır. Dolayısıyla yüzeysel bir değerlendirmeyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girdiği ve taşınmazın iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temeli olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddeye istinaden açtığı davanın Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.

46. Kamu makamları, A.H.nin vasiyetnamesinin iptal edilmesi karşısında başvurucunun durumunun bu maddenin kapsamına girmediğini değerlendirmiş ise de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki tartışmanın da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

47. Bakanlık; başvurucunun bireysel başvuru konusu taşınmaz için 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında Vakıflar Genel Müdürlüğüne bir başvurusunun bulunmadığını, bu nedenle başvuru yollarını tüketmediğini ileri sürmüştür.

48. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülen idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

49. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir nitelikte olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliği olması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi olan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

50. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28) ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

51. Somut olayda derece mahkemeleri başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamındaki talebinin esasını incelemiş ve davayı esastan reddetmiştir. Derece mahkemeleri başvurucunun öncelikle Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurması gerektiği temelinde davayı reddetmemiştir. Öte yandan Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davaya taraf olduğu ve verdiği savunmalarında davanın reddi gerektiğini ileri sürdüğü de gözden uzak tutulmamalıdır. Başvurucunun önce idari başvuru yapması hâlinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davadaki savunmalarından farklı bir sonuca ulaşacağını düşünmek için elde bir veri bulunmamaktadır.

52. Ayrıca bireysel başvuruya konu dava devam ederken başvurucunun ihtilaf konusu taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında iadesi için Vakıflar Genel Müdürlüğüne yaptığı müracaat 7/6/2012 tarihli işlemle mevcut davadaki savunmalarındaki görüş doğrultusunda reddedilmiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında öncelikle idareye başvurması gerektiğinin söylenmesi başvurucuya aşırı külfet yüklenmesi anlamına gelir.

53. Bu itibarla -başvurucunun talebinin esasının karara bağlandığı da gözetildiğinde- başvuru yollarının tüketildiğinin kabulü gerekir.

c. Sonuç Olarak

54. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

55. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

56. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinden kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

57. Somut olayda A.H. 25/3/1968 tarihli vasiyetnameyle taşınmazı başvurucuya bağışlamıştır. Başvurucunun beyanına göre Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli içtihadından sonra cemaat vakıflarının gayrimenkul edinmesi hukuken imkânsız hâle geldiği için A.H., taşınmazı A.K. ve S.Ö.ye satmak zorunda kalmıştır. Nitekim Hâkimlik de satış işleminin muvazaalı olduğunu kabul ederek 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararıyla A.H. ile A.K. ve S.Ö. arasındaki satış işlemini iptal etmiştir. Hâkimlik kararında tarafların gerçek bir satış iradesinin bulunmadığı açıkça kabul edilmiştir.

58. Bu durumda A.H.nin 25/3/1968 tarihli vasiyetnamesinin taşınmazın mülkiyeti üzerindeki etkisinin incelenmesi gerekir. Anılan vasiyetnamenin 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla iptal edildiğinin altı çizilmelidir. A.H. ise 11/5/1976 tarihinde ölmüştür. Ölümün gerçekleştiği tarihte yürürlükte bulunan 743 sayılı Kanun'un 517. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde mirasın ölümle açılacağı hükme bağlanmış, 539. maddesinde ise mirasın açılmasıyla mirasçıların mirasın tamamına sahip olacağı ve mansup mirasçıların iktisabının kendilerini nasbeden müteveffanın vefatından başlayacağı belirtilmiştir.

59. Buna göre A.H.nin 11/5/1976 tarihinde ölmesiyle mansup mirasçı başvurucunun -vasiyetnamenin iptali olgusu kenara bırakıldığında- taşınmazın mülkiyetini kazanacağı anlaşılmaktadır. Her ne kadar 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla vasiyetnamenin iptaline karar verilmiş ise de bu durumun mülkün varlığı meselesine etki etmeyeceği değerlendirilmiştir. Birincisi vasiyetnamenin düzenlendiği tarihte Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararı henüz verilmemiştir. Vasiyet edenin 1968 tarihinde bu durumu öngörmesi mümkün değildir. Dolayısıyla vasiyetnamenin düzenlendiği tarihte hukuka aykırı olduğunun kabul edilmesi için bir neden bulunmamaktadır. İkincisi vasiyetnamenin 14/8/1978 tarihinde açılan ve 23/10/1995 tarihinde kesinleşen kararla iptal edildiğine dikkat çekmek gerekir. İptal kararının hangi tarihten itibaren hüküm ifade edeceği hususu hukuken tartışılabilir olsa da bu durum başvurucunun 743 sayılı Kanun hükümleri uyarınca müteveffanın ölüm tarihi itibarıyla taşınmazı iktisap ettiği ve taşınmazın ancak 23/10/1995 tarihinde Hazinenin mülkiyetine geçtiği gerçeğini değiştirmemektedir.

60. Tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

61. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

62. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

63. Başvuru konusu taşınmazın başvurucuya bağışlanmasını düzenleyen vasiyetname iptal edilerek taşınmazın mirasçısı Hazine olarak tespit edilmiş ve bununla bağlantılı olarak Hazine adına tescil edilmesine karar verilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

64. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

65. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

i. Genel İlkeler

66. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

67. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

68. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2014/183, K.2015/122, 30/12/2015, § 5; AYM, E.2022/50, K.2022/107, 28/9/2022, § 30). Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; AYM, E.2021/90, K.2022/108, 28/09/2022, § 41).

ii. İlkelerin Olaya Uygulanması

69. İçeriğinde başvurucu lehine taşınmaz bağışı yapılan vasiyetname Hâkimliğin 29/12/1994 tarihli kararıyla iptal edilmiş ve bu kararın kesinleşmesiyle beraber bireysel başvuru konusu taşınmaz 30/11/2001 tarihinde tapuda Hazine adına tescil edilmiştir. Hâkimlik kararında cemaat vakfının vasiyetname yoluyla taşınmaz edinmesinin hukuken imkânsız olduğu gerekçesine dayanılmıştır.

70. Başvurucu 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra taşınmazın iadesi için 28/12/2010 tarihinde Hazine aleyhine dava açmıştır. Başvurucu, vasiyetin tenfizi ile tapu iptali ve tescili talebinde bulunmuştur. Mahkeme, davayı kabul etmişse de Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmiş olmasına atıfta bulunarak kararı bozması üzerine bu karara uyan Mahkeme davayı reddetmiştir. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin öncelikle çözmesi gereken mesele vasiyetnamenin iptal edilmiş olması sebebiyle başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girmediği yorumunun kanuni bir dayanağının bulunup bulunmadığıdır.

71. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Somut olaydaki taşınmazın başvurucu lehine 25/3/1968 tarihinde vasiyet edildiği tartışmasızdır. Öte yandan bu taşınmazın Hazine adına tesciline hükmedilmesinin temel gerekçesinin cemaat vakıflarının mal edinememesi (vasiyet yoluyla bile olsa mülk edinememesi) olduğu açıktır. Yargıtayı başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin kapsamına girmediği sonucuna götüren olgunun vasiyetnamenin iptal edilmesi olduğu anlaşılmıştır. Nitekim Yargıtay kararında, vasiyetnamenin iptal edilmiş olması sebebiyle ortada tenfiz edilebilecek bir vasiyetnamenin bulunmadığı belirtilmiştir.

72. Yargıtayın vasiyetnamenin iptal edilmesinden hareketle başvurucunun durumunun anılan madde kapsamına girmediği hususundaki yorumunun söz konusu imkânın getirilme amacıyla açık bir çelişki içinde olduğunu ifade etmek gerekir. Zira vasiyetnamenin iptal edilmesinin temelinde cemaat vakıflarının mülk edinmesinin, dolayısıyla bunlar lehine vasiyette bulunulmasının hukuken mümkün olmadığı düşüncesi yatmaktadır. Madem cemaat vakıfları lehine vasiyette bulunulması hukuka aykırıdır, o hâlde henüz iptal edilmemiş vasiyetnameler de geçersizdir. Dolayısıyla bu düşüncenin doğal sonucu, Hazine tarafından henüz iptali istenmemiş vasiyetnamelerin de geçersiz olduğudur.

73. Bu durumda da Yargıtayın yorumu, kanun koyucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesine cemaat vakıfları lehine vasiyet edilen taşınmazlar için bu imkânı getirmesini anlamsız hâle getirecektir. Gerçekten cemaat vakıfları lehine bağış içeren her türlü tasarrufun/vasiyetnamenin geçersiz olduğu kabul edildiğine göre 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin kapsamına hangi tür vasiyetnamelerin girdiği izaha muhtaç hâle gelecektir. Diğer bir ifadeyle kanun koyucunun bu düzenlemeyi getirmekle abesle işgal ettiği sonucu ortaya çıkacaktır ki böyle bir yorumun makul ve öngörülebilir olduğu söylenemeyecektir.

74. Diğer taraftan Yargıtay vasiyetnamenin geçersizliğinin bir mahkemece tespit edilmiş olmasını gözeterek başvurucunun taşınmazının anılan Kanun'un kapsamına girmediği sonucuna ulaşmışsa bu durumda Hazinenin tutumuna bağlı olarak iade imkânının kapsamının değişebileceği kabul edilmiş olacaktır. Buna göre Hazine tarafından mahkemelere taşınarak iptal ettirilen vasiyetnamelerle lehlerine nasıpta bulunulan cemaat vakıfları 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle getirilen imkândan yararlanabilecekken Hazinenin iptali için dava açmadığı vasiyetnamelerin mansuplarının anılan maddenin kapsamına girmediği kabul edilecektir. Bu durumda başvurucunun talihsizliği Hazinenin harekete geçerek vasiyetnamenin iptali için dava açması olacaktır. İdarenin tutumuna bağlı olarak hakkın kapsamını daraltan bu yorumun hakkın açıkça hiçe sayılması mahiyetinde olacağı aşikârdır.

75. Ayrıca 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin ihdas edilmesine yol açan koşulların da gözardı edildiğinin altı çizilmelidir. Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararının hak ihlallerine yol açtığı tartışılagelmiştir. Nitekim bu karar AİHM tarafından Türkiye Cumhuriyeti aleyhine ihlal kararı verilmesine de yol açmıştır (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı/Türkiye, B. No: 34478/97, 9/1/2007). Söz konusu düzenleme bu ihlalleri bertaraf etmek amacıyla ihdas edilmiştir. Düzenlemenin hedeflerinden biri de vasiyetnamelerin geçersiz sayılması nedeniyle Hazineye intikal eden taşınmazların iadesini sağlamaktır. Yargıtayın geçersizliği mahkeme tarafından tespit edilen (iptal edilen) ve haklarında bu yönde bir tespit bulunmayan (iptal davasına konu olmayan) vasiyetname ayrımı yaptığına işaret eden yorumu, kanun koyucunun bu amacıyla açıkça çelişmektedir. Kuşkusuz mahkemelerin bir kanun metninin yasama organından sâdır olmasından sonra hukuki yorum kuralları çerçevesinde onu serbestçe anlamlandırma yetkileri bulunmaktadır. Bununla birlikte bir ihlalin giderilmesi amacıyla çıkarılan ve hak bahşeden bir kanunun ısdar edilme amacıyla açıkça çelişecek biçimde yoruma tabi tutulması öngörülebilirlik ilkesiyle çelişmektedir.

76. Sonuç olarak başvurucu tarafından açılan davanın reddedilmesinin 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayandığı tespit edildiğinden başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

77. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

78. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

79. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.

80. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

81. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

82. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

83. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ilgili kanun hükmünün öngörülemez bir şekilde yorumlanmasına dayanması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır (§ 76). Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

84. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

85. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 15. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/298, K.2015/524) GÖNDERİLMESİNE,

D. 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/10/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

SAMANDAĞ VAKIFLI KÖYÜ ERMENİ ORTODOKS KİLİSESİ VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/9214)

 

Karar Tarihi: 27/10/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 6/1/2023-32065

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Samandağ Vakıflı Köyü Ermeni Ortodoks Kilisesi Vakfı

Vekili

:

Av. Sebu ASLANGİL

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, cemaat vakfına ait olup Hazine adına tescil edilen taşınmazların iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvurular 28/3/2018 ve 17/10/2019 tarihlerinde yapılmıştır.

3. Başvurular, başvuru formları ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvuruların kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. 2019/34941 ve 2019/35112 numaralı bireysel başvuru dosyaları konu ve kişi yönlerinden hukuki irtibat bulunması nedeniyle 2018/9214 numaralı bireysel başvuru dosyası ile birleştirilmiş, 2019/34941 ve 2019/35112 numaralı bireysel başvuru dosyaları kapatılmış ve inceleme 2018/9214 numaralı bireysel başvuru dosyası üzerinden yürütülmüştür.

6. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

7. 2018/9214 numaralı bireysel başvuru dosyasına ait başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

8. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

9. 2018/9214 numaralı başvuru ile birleştirilen 2019/34941 ve 2019/35112 numaralı başvuruların konu itibarıyla aynı olduğu gözetilerek bu başvurular için ayrıca Bakanlıktan görüş istenmesine gerek görülmemiştir.

10. İkinci Bölüm tarafından 8/6/2021 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

11. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

12. Başvurucu, Ermeni toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş ve Hatay'da bulunan bir vakıftır. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

A. Hatay'ın Türkiye'ye İlhakı

13. Hatay (İskenderun Sancağı) Türkiye-Suriye sınırını belirleyen 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması'yla Fransız mandası altında olan Suriye sınırına bırakılmıştır. Ankara Anlaşması'nın 7. maddesiyle Hatay'da özel bir yönetim rejimi kurulması öngörülmüştür. Hatay 2 Eylül 1938 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiş, akabinde 23 Haziran 1939 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'ne katılma kararı almıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisince çıkarılan 7/7/1939 tarihli ve 3711 sayılı Hatay Vilayetinin Kurulmasına Dair Kanun ile Hatay Türkiye'nin bir vilayeti hâline gelmiştir.

B. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Edinme Yetkileriyle İlgili Tarihsel Süreç

14. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı (B. No: 2015/17576, 1/2/2017, §§ 34-43) kararında cemaat vakıflarının taşınmazları ve taşınmaz edinme yetkileriyle ilgili tarihsel süreç açıklanmıştır.

15. Osmanlı Dönemi'nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912) tarihli "Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat" ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum denmiştir. Anılan Kanun'la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının da Kanun'da öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

16. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun'a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).

17. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmış; bu Kanun'un 44. maddesinde de vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile Vakıflar İdaresine bildirilmesi gerektiği düzenlenmiştir. Uygulamada "1936 Beyannamesi" olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir.

18. Osmanlı Dönemi'nde 1912 yılına kadar tüzel kişilerin taşınmazlarını kendi adlarına tapuya tescil ettirememeleri sebebiyle çoğunlukla bir nam-ı müstear ya da nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazlar bakımından Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 2/12/1942 tarihli ve 3/25 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile 2762 sayılı Kanun'un 44. maddesine göre bu tür taşınmazların vakıf adına idari yoldan tapuya tescil edilebilmesi için kayıt sahibinin muvafakatine ihtiyaç olduğu belirtilmiştir.

19. Buna karşılık 2762 sayılı Kanun’un 44. maddesine ilişkin olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinin 2/7/1956 tarihli ve 1972 sayılı tefsir kararında nam-ı müstear veya nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazların kayıt malikinin rızası aranmaksızın cemaat vakıfları adına tapuya tescil edilebileceği belirtilmiştir. Bu kararın ilgili kısmı şöyledir:

"... Şu halde yukarda izah edildiği veçhile kanun vazu gerek 16 Şubat 1328 tarihli kanun ve gerekse 2762 sayılı kanunun 44 üncü maddesinde koyduğu hükümlerle ondan evvel hükmi şahısların gayrimenkule tasarruf hakkının memnu olmasından doğan ıztırar ile tapuda cemaatlerle münasebeti olan mevcut veya mevhun hakikî şahıslar üzerinde kaydedilmiş ve fakat fiilî tasarruf ve intifaı cemaat vakıflarına ait olduğu 44 üncü maddede yazılı karinelerle bir hakikat olarak kabul edilmiş bulunan gayrimenkullerin cemaat hükmi şahısları namına kayıtlarının tashihi için tapuca bu mallar kendi uhdelerinde mukayyet görünen şahısların rıza ve muvafakatlerine ihtiyaç olmadan tescili kanun vazıının matlûp ve maksudu olduğuna şüphe edilemez..."

20. Ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdiği beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu, vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan vakıfların ise gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal iktisap edemeyecekleri belirtilmiştir. Benzer yaklaşım, Danıştay tarafından da benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285, K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı kararları).

21. 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle 2762 sayılı Kanun’un 1. maddesine eklenen fıkralarla yapılan değişiklikle, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilmelerine ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmelerine olanak sağlanmıştır. Bu kanun değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru da Anayasa Mahkemesinin 27/12/2002 tarihli ve E.2002/146, K.2002/201 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Anılan karardan sonra da 2/1/2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanun’la yapılan düzenleme ile Bakanlar Kurulu yerine Vakıflar Genel Müdürlüğünün izninin yeterli olacağı hükmü getirilmiştir.

22. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 80. maddesi ile 2762 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı mülga Kanun gereğince tüzel kişilik kazanmış ve mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıflar olarak tanımlanmıştır. Bu Kanun'un 12. maddesiyle de önceki yasal düzenlemelerden farklı olarak cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aranmaksızın mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Anılan maddenin iptali için yapılan başvuru ise Anayasa Mahkemesinin 17/6/2010 tarihli ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararıyla reddedilmiştir.

23. Bunun yanı sıra 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi ile 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınan veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesi hükme bağlanmıştır.

24. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle eklenen geçici 11. maddenin birinci fıkrası ile cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır. Ayrıca maddenin ikinci fıkrasında da cemaat vakıfları tarafından satın alınan veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuya kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeneceği düzenlenmiştir.

C. Başvurucuya İlişkin Süreç

1. 2018/9214 Numaralı Başvuruya İlişkin Süreç

25. Vakıflar Genel Müdürlüğü 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinin uygulanmasına ilişkin olarak 13/5/2008 tarihli ve 2008/6 sayılı Genelge'yi (Genelge) yayımlamıştır. Anılan Genelge'nin ilgili kısmı şöyledir:

"A - Cemaat vakıflarınca bu maddenin [geçici 7. maddenin] (a) bendi gereğince tescili talep edilen taşınmazlarla ilgili ekteki başvuru formuna ilaveten aşağıdaki belgelerin eklenmesi gerekmektedir:

1) 1936 Beyannamesinde yer alan taşınmaz bilgileri ile mevcut yapı bilgilerini içeren, talebe ilişkin gerekçeli yönetim kurulu kararı.

2) 1936 Beyannamesi.

3) Taşınmazın halen vakıf tasarrufunda bulunduğunu gösterir 27.8.2002 tarihinden önceki tarihi taşıyan belge (kira kontratı, emlak vergisi beyannamesi, elektrik-su-doğalgaz faturası veya eşdeğer bir belge).

4) Taşınmazın herhangi bir davaya konu olup olmadığı, kesinleşmiş Mahkeme kararı. Devam eden dava var ise dava dilekçesi.

..."

26. Başvurucu, Hatay il sınırları içinde bulunan 27 taşınmaz için 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinden yararlanmak amacıyla Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğüne başvurmuştur. Başvurucunun talebi Vakıflar Genel Müdürlüğüne iletilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin 28/12/2009 tarihli kararıyla, listede yer alan 10 taşınmaz için tescile dayanak belgelerin iki ay içinde tamamlanması, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş sayılacağı ihtar edilmiş; 17 taşınmazın ise geçici 7. madde kapsamında olmadığı gerekçesiyle bu taşınmazlara ilişkin talep reddedilmiştir.

27. Başvurucu, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin 28/12/2009 tarihli işleminin 17 taşınmaz yönünden başvurunun reddine ilişkin kısmı için Hatay İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır. Hatay İdare Mahkemesi 15/3/2012 tarihli kararıyla başvurucunun anılan taşınmazlarla bağı olduğunu gösteremediği gerekçesiyle davayı reddetmiştir. İlk derece mahkemesinin kararı Danıştay Onuncu Dairesinin 26/11/2015 tarihli kararıyla onanmıştır. Bu süreç mevcut bireysel başvurunun konusu değildir.

28. Başvurucu; Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisinin 28/12/2009 tarihli işleminin 10 taşınmaz için tescile dayanak belgelerin iki ay içinde tamamlanmasının, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş sayılacağının ihtar edilmesine ilişkin kısmı ile bu işlemin dayanağı olan Genelge'nin iptali istemiyle ilk derece mahkemesi sıfatıyla Danıştay Onuncu Dairesinde (Daire) dava açmıştır. Dava dilekçesinde, Hatay'ın 1936 Beyannamesi'nden sonraki bir tarihte -1939 yılında- Türkiye Cumhuriyeti'ne ilhak edildiği, bu nedenle Hatay sınırları içinde bulunan taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde yer almasının fiilen mümkün olmadığı ileri sürülmüştür. Dilekçede, Genelge ile istenen belgelerin temininin bu sebeple imkânsız olduğu ifade edilmiştir. Başvurucu; idarenin tutumunun kendilerini 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesiyle tanınan haktan mahrum bıraktığını, Genelge'nin Kanun'un uygulanmasını sonuçsuz bırakmayı hedeflediğini belirtmiştir. Başvurucu, bu maddeden yararlanmak için tüm Türkiye'de 1.400 civarında tescil başvurusu yapıldığı hâlde bunların sadece 95'inin kabul edilmesinin idarenin olumsuz tutumunun bir göstergesi olduğunu iddia etmiştir. Başvurucu ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına atıfla mülkiyet hakkının ihlal edildiğini de öne sürmüştür.

29. Vakıflar Genel Müdürlüğü savunmasında, 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinde "tescile dayanak tescil edebilecek belgeler"in başvurucu tarafından idareye ibraz edilmesi yükümlülüğünün getirildiğini, başvurucuya bunun için iki aylık süre verildiğini, bu sürenin sonradan iki ay daha uzatıldığı hâlde başvurucunun anılan maddede ibrazı zorunlu kılınan belgeleri teslim edemediğini belirtmiştir. Sözü edilen 10 taşınmazla ilgili olarak başvurucunun talebinin reddedilmediğinin vurgulandığı savunmada, başvurucunun zorunlu olmadığı hâlde kendisine verilen iki aylık ek süre içinde de ilgili belgeleri ibraz etmemesi üzerine 29/11/2010 tarihli işlemle 10 taşınmaz yönünden de başvurucunun talebinin reddedildiği ifade edilmiştir. Savunmada, Genelge'nin ise kanundaki hükümleri tekrarlamaktan öte bir hüküm içermediği ve hukuka uygun olduğu değerlendirilmiştir.

30. Daire 11/12/2014 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesine göre bir taşınmazın vakıf adına tescil edilebilmesi için gerekli olan şartlardan birinin de ''1936 Beyannamelerinde kayıtlı olmakla birlikte taşınmazın halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olması veya Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olması'' olduğu vurgulanmıştır. Kararda, cemaat vakıflarının hak iddia ettikleri taşınmaz malların tasarrufları altında bulunduğunu ya da cemaat vakfı tarafından satın alınmasına veya kendisine bağış yapılmasına rağmen mal edinememe gerekçesiyle Hazine ile Vakıflar Genel Müdürlüğüne geçtiğini ortaya koymasının kanun gereği olduğu belirtilmiş; Genelge'nin ise bu hükmü açıklayıcı mahiyette olduğu ve iptalini gerektiren bir hukuka aykırılığın bulunmadığı ifade edilmiştir. Kararda ayrıca başvurucunun Hatay'ın 1939 yılında Türkiye topraklarına katıldığı, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936 Beyannamesi'nin bulunmasının mümkün olmadığı iddiası da karşılanmıştır. Dairenin bu iddiaya ilişkin gerekçesi şu şekildedir:

"Davacı vakıf tarafından, Hatay İlinin 1939 yılında Türkiye topraklarına katıldığı, tescili talep edilen taşınmazların Hatay ilinde bulunduğu, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936 Beyannamesinin bulunmasının mümkün olmadığı ileri sürülmüş ise de, 5737 sayılı Kanunun geçici 7. maddesi uyarınca, cemaat vakıflarınca taşınmazların adlarına tescilini isteyebilmeleri için öncelikle tasarrufları altında bulunması gerektiği, hukuka ve dayanağı Yasaya aykırı olmayan dava konusu Genelge ile 1936 beyannamesinin yanı sıra taşınmazların mevcut durumunu gösterir belgelerin istenildiği anlaşıldığından, tescili talep edilen taşınmazlar hakkında tescile dayanak teşkil edebilecek belgelerin tamamlanması yolunda, hukuka ve dayanağı Yasaya aykırı olmayan dava konusu Genelge uyarınca tesis olunan işlemde de hukuka aykırılık bulunmamaktadır."

31. Başvurucu, bu karara karşı dava dilekçesindekine benzer iddialarla İdari Dava Daireleri Kurulunda (İDDK) temyiz yoluna başvurmuştur. İDDK 21/12/2017 tarihli kararıyla temyiz istemini reddetmiş ve Daire kararını onamıştır. Nihai karar 2/3/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

32. Başvurucu 28/3/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

2. 2019/34941 ve 2019/35112 Numaralı Başvurulara İlişkin Süreç

33. Başvurucu, Hatay'ın Samandağı ilçesi sınırları içinde bulunan 36 taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin birinci fıkrası uyarınca adına tescil edilmesi için 17/8/2012 tarihinde Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğüne başvurmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisince bu taşınmazlardan 33'üne yönelik talep Vakfın 1936 tarihli beyannamesinin bulunmadığı gerekçesiyle 13/11/2012 tarihli işlemle reddedilmiştir. Diğer 3 taşınmaza yönelik istem ise yine aynı gerekçeyle 27/11/2012 tarihli işlemle reddedilmiştir.

34. Başvurucu her iki işleme karşı Mahkemede ayrı ayrı dava açmıştır. Dava dilekçelerinde başvurucu; Yargıtayın 1974 tarihli kararının yol açtığı haksızlıkların giderilmesi amacıyla 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. maddelerinin ihdas edildiğini, bu hükümler kapsamında yapılan başvuruların Vakıflar Genel Müdürlüğünce çeşitli gerekçelerle reddedilerek bu hakkın kullanılmasının fiilen engellendiğini belirtmiştir. Dilekçelerde, 1936 Beyannamesi'nin verildiği dönemde Hatay'ın Türkiye toprağı olmadığını ve Hatay'daki taşınmazların 1936 Beyannamesi'ne dâhil olmasının fiilen mümkün olmadığını ifade etmiştir. Başvurucu; idarenin kanunun amacına uygun olarak yorumlamadığını savunmuş, idarenin yorumunun kabul edilmesi hâlinde ise cemaat vakıflarının bir kısmının kanun kapsamının dışında kalacağını ve bunun eşitlik ilkesini ihlal edeceğini ileri sürmüş, bu sebeple anılan hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine itiraz yoluyla başvuruda bulunulmasını talep etmiştir. Başvurucu, hak iddia ettiği taşınmazların tapuları incelendiğinde bunların tamamının kayıtlarında "Ermeni" adının yanında taifesine, mektebine, kilisesine, vakfına, cemaatine ait olduğunu gösteren ibarelerin yer aldığını ileri sürmüştür. Başvurucuya göre her taşınmaza ilişkin talepleri idarece ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekirken taleplerinin toplu olarak talebin reddedilmesi hukuka aykırıdır. Başvurucu, taşınmazların 20'si 27/6/1950 tarihinde idareye verdiği beyannamede görüldüğü hâlde günümüzde bunların elinden çıktığını belirtmiştir.

35. Vakıflar Genel Müdürlüğü savunmasında başvurucunun taşınmazların 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesi kapsamında olduğunu ispatlayamadığını belirtmiştir. Savunmada, tapuda başka kişiler adına kayıtlı olan taşınmazların anılan madde kapsamındaki taşınmazlardan olduğu hususunda başvurucunun tek taraflı beyanına göre hareket edilmesinin mümkün olmadığını ifade etmiştir. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde taşınmazların 1936 Beyannamesi kapsamında olması şartının arandığını vurgulayan Vakıflar Genel Müdürlüğü tescili istenen taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde olmadığı gibi hâlihazırda malik hanesinin açık olmadığını ve vasiyet veya bağışlama ya da satın alma yoluyla Vakfın mülkiyetine geçmesi hâlinin de bulunmadığını açıklamıştır.

36. Mahkeme 7/11/2013 tarihli kararlarıyla davaları reddetmiştir. Kararların gerekçesinde, 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin cemaat vakıflarının 1936 yılında devlete verdiği beyannamede kayıtlı olan fakat hâlihazırda tapuda malik hanesi açık olan, kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olan ve kamu kurumları adına tescilli olan mezarlık ve çeşme vasıflı taşınmazları kapsadığı belirtilmiştir. Mahkeme anılan düzenlemeden istifade edebilmenin en önemli şartının başvurucu Vakfın 1936 Beyannamesi'nin bulunması olduğuna dikkat çekerek başvurucunun 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması nedeniyle geçici 11. maddedeki imkândan yararlanabilmesinin mümkün olmadığını kabul etmiştir. Mahkeme ayrıca başvurucunun tescilini talep ettiği taşınmazların önemli bir kısmının tapuda başka kişi ve isimler adına kayıtlı olduğu, bu nedenle "tapuda malik hanesi açık olma veya Hazine, Vakıflar, Belediye ve İl Özel İdaresi adına kayıtlı olma veya kamu kurumları adına tescilli mezarlık/çeşme vasıflı olma" şartlarının da bulunmadığı tespitini yapmıştır. Mahkeme son olarak Anayasa'ya aykırılık iddiasını da ciddi bulmamıştır. Mahkeme bu bağlamda özetle şunları ifade etmiştir:

- Dava konusu işleme dayanak geçici 11. maddede tescili talep edilen taşınmazların 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olması şartı koşulmuştur. Geçici 11. ve geçici 7. maddeler 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup da bazı hukuki nedenlerden ötürü cemaat vakıfları adına tescil edilememiş taşınmazların durumunu düzenlemekte ve bu konuda geçmişte yaşanan mağduriyetleri telafi etme amacını gütmektedir. Bu hâliyle bakıldığında her iki düzenleme de mülkiyet hukukunu ilgilendiren sahaya geçmişte yaşanan söz konusu sorunları giderme amacıyla cemaat vakıfları lehine yapılan sınırlı müdahaleye yönelik istisnai düzenlemelerdir. 1936 Beyannamesi şartının aranmaması hâlinde geriye anlamlı hiçbir şart kalmayacaktır. Bu takdirde davacı Vakıf veya benzeri durumda olan cemaat vakıflarının tapuda malik hanesi açık olan veya Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı ya da mezarlık/çeşme vasıflı tüm taşınmazlar üzerinde hak veya iddia sahibi olmaları sonucu doğacaktır ki bu durum Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde (Sözleşme) güvence altına alınan mülkiyet hakkının ve kamu düzeninin ihlal edilmesine neden olacaktır. Yine geçici 11. madde metnine göre anılan 1936 Beyannamesi şartının çıkarılıp yerine başka bir şartın konulmasının öngörülmesi de hukuken mümkün değildir. Bu nedenlerden ötürü davacı Vakfın 1936 Beyannamesi şartını öngören geçici 11. madde düzenlemesinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiası ciddi bulunmamıştır.

37. Başvurucu bu kararlara karşı dava dilekçesindekine benzer iddialarla temyiz yoluna başvurmuştur. Daire 20/5/2019 tarihli kararlarıyla mahkeme kararlarını onamıştır. Kararların gerekçesinde; taşınmazların geçici 11. maddenin birinci fıkrasının (a), (b) ve (c) bentleri uyarınca tescil edilebilmesinin ön şartının taşınmazların vakfın 1936 Beyannamesi'nde yer alması olduğunu, başvurucunun ise 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığını belirtmiştir. Daire, Mahkemenin taşınmazların önemli bir kısmının maddenin ilk fıkrasındaki "tapuda malik hanesi açık olma veya Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olma veya mezarlık/çeşme vasıflı olma" şartlarını taşımadığını belirten gerekçesini eleştirmiş ve taşınmazların bir kısmının Hazine adına kayıtlı olduğuna işaret etmiştir. Ancak Daire, Vakfın 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması sebebiyle bu şartın sağlanmasının tek başına bir sonuç doğurmayacağını ifade etmiştir. Daire, üçüncü kişiler adına kayıtlı taşınmazların rayiç değerinin ödenmesi bakımından ise başvurucu tarafından bu taşınmazların satın alındığı, vasiyet ya da bağış yolu ile elde edilmesine rağmen mal edinememe gerekçesi ile Hazine ya da Vakıflar Genel Müdürlüğü adına ve sonrasında üçüncü kişiler adına tapuya kaydedildiği yönünde bir iddianın ileri sürülmediğini vurgulamıştır. Daire sonuç olarak dava konusu taşınmazların 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında tescil edilmesinin ya da rayiç bedelinin ödenmesinin mümkün olmadığını belirtmiştir.

38. Nihai kararlar 25/9/2019 ve 28/9/2019 tarihlerinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 17/10/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

39. 2762 sayılı mülga Kanun’un geçici 1. maddesi şöyledir:

"A - Şimdiye kadar vakıflar idaresine hesap vermemiş olan bütün mütevelliler veya mütevelli heyetleri bu kanunun hükümleri yürümeğe başladığı günden itibaren üç ay içinde idare ettikleri vakıfların mahiyetlerini, varidat membalarını ve bunların sarf ve tahsis mahallerini, geçmiş son senenin varidat ve masraflarının miktar ve nevilerinin ve mütevelliliği hangi selahiyetli merciin intihap veya kararına müsteniden ve hangi tarihten beri yaptıklarını gösterir bir beyanname tanzimine ve mensup oldukları vakıflar dairesine vermeğe mecburdurlar.

B - Yukarki fıkra mucibince beyanname vermiş olan mütevellilere bir makbuz ilmühaberi verilir. Bu ilmühaberi hamil olan kimseler bu kanun dairesinde vakıflarının idaresine devam ederler.

C - Birinci fıkrada yazılı müddet içinde beyanname vermemiş olanlar vakıflarında tasarruf edemezler. Gecikme haklı bir sebebe müstenit değilse veya verdikleri beyanname hakikate uygun bulunmazsa mütevellilikten derhal azlolunurlar.

Ç - Vakıflar idaresine verilecek beyannamelerin verildikleri tarihten itibaren, altı ay içinde tetkik ve tasdiki mecburidir. Bu müddet içinde tasdik edilmediği takdirde yalnız mukannen masraflar tasdik edilmiş sayılır.

D - Beyannameler muhteviyatının vesika ve teamüllere müstenit olması ve bu vesika veya teamüllerin bu kanunun neşrinden evvel mevcut ve merî`i bulunması şarttır.

E - Bu kanun hükümleri yürümeğe başladığı zaman mevcut olan ferilerden gayri mütevellilerle Vakıflar Umum Müdürlüğünce mütevellisi olmadığından veya mütevellisi mevcut olduğu halde vakfı bizzat idare edemediklerinden dolayı idare kendilerine tevdi edilmiş olan kaymakamlar şimdiye kadar olduğu gibi vakıfları idareye devam ederler. Azil veya her hangi bir suretle inhilal vukuunda bu kanun hükümleri tatbik olunur."

40. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

41. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır."

42. Türkiye Büyük Millet Meclisi 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun 5737 sayı numarasını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tıpatıp aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır."

43. 5737 sayılı Kanun'a 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,

b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,

c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.

Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.

Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."

44. 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır."

45. İlgili diğer ulusal hukuk ile mahkeme kararları için bkz. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 12-24.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

46. Anayasa Mahkemesinin 27/10/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

47. Başvurucu;

i. Yargılama sürecinde ileri sürdüğü esaslı iddiaların derece mahkemelerince karşılanmaması nedeniyle adil yargılanma hakkı ile mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Kanun koyucunun Yargıtayın 1974 yılındaki içtihadının yol açtığı haksızlıkların giderilmesi amacıyla 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. madde hükümlerini ihdas ettiğini ancak derece mahkemelerinin yorumları sebebiyle bu imkânlardan yararlanamadığını iddia etmiştir. Cemaat vakıflarının nam-ı müstear ve nam-ı mevhum kullanmak suretiyle taşınmazlar üzerinde tasarrufta bulunduğunu öne sürmüş, idarenin ve mahkemelerin bu tür kayıtlarla ilgili olarak tescil kararı vermekten imtina ettiğinden yakınmıştır.

ii. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinden yararlanmak amacıyla kanuni süresi içinde yaptığı başvuruya 1328 tarihli eşhası hükmiye cetveli örneği, emlak vergisi beyannamesi, muhtelif kira sözleşmeleri, kadastro tahrir varakası, müdevvere kaydı ve temessük kaydı gibi belgeleri eklediği hâlde talebinin bireysel başvuru konusu Genelge'ye dayanılarak reddedildiğinden şikâyet etmiştir. Tescilini talep ettiği taşınmazların bizzat idarenin tasarrufunda bulunduğunu vurgulamış, sadece şifahi bilgilerden hareket etmediğini belirtmiş, taşınmazın mülkiyet durumunu gösteren tüm belgelerin idarede mevcut olduğunu savunmuştur.

iii. 1936 Beyannamesi'nin verildiği dönemde Hatay'ın Türkiye toprağı olmadığını hatırlatarak 1936 tarihinde beyanname vermesinin hukuken ve fiilen mümkün olmadığını ifade etmiş, bu sebeple bu şartın kendisi yönünden aranmasının mülküne kavuşmasına engel olduğunu iddia etmiştir. Bu durumun mülkiyet hakkını, adil yargılanma hakkını ve eşitlik ilkesini ihlal ettiğini öne sürmüştür.

iv. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında yaptığı başvurunun reddine ilişkin işleme karşı açtığı davaların eksik incelemeye dayalı olarak reddedildiğini belirtmiştir. 5737 sayılı Kanun hükümlerine rağmen adli yargı yolunun önerilmesinden şikâyet etmiştir.

v. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi uyarınca yapılan başvuruların çoğunlukla idarece reddedilmesi üzerine kanun koyucunun geçici 11. maddeyi ihdas ettiğini ifade etmiştir. 36 taşınmaz için yaptığı başvurunun Vakfın 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmesinin hakkın kullanımını imkânsız hâle getirdiğine işaret etmiştir. Hatay topraklarının 1939 yılında Türkiye'ye katılmasının ardından kendisinden beyanname vermesinin istenmediğine değinmiştir. Vakfın başkanına verilen 5/10/2012 tarihli belgede "Vakıf bir cemaat vakfı olup kuruluş tarihi olarak Hatay'ın Anavatana katılış tarihi olarak kabul edilmiştir." ifadesine yer verildiğini belirtmiştir.

vi. Vakfın Osmanlı'dan kalan bir müessese olduğu hususunda idarenin bir itirazının bulunmadığını hatırlatmıştır. Başvurusu yönünden 1936 Beyannamesi vermiş olma şartının aranmaması gerektiğini öne sürmüştür. Eşhası hükmiye cetveli ve kadastro tahrir varakası gibi belgelerin idarenin elinde bulunduğu ve bu belgelerden taşınmazların kendisine ait olduğu anlaşıldığı hâlde 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması gerekçesiyle talebinin reddedilmesinin hak kaybına yol açtığını ifade etmiştir.

vii. 36 taşınmazla ilgili tapu kayıtları incelendiğinde bunların tamamının kayıtlarında "Ermeni" adının yanında taifesine, mektebine, kilisesine, vakfına, cemaatine ait olduğunu gösteren ibarelerin yer aldığını iddia etmiştir. Bu durumda idarece her taşınmaza ilişkin talebi ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekirken talebin toplu olarak reddedilmesinin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Taşınmazların 20'si 27/6/1950 tarihinde idareye verdiği beyannamede görüldüğü hâlde günümüzde bu taşınmazların Vakfın elinden çıktığını belirtmiştir.

viii. İdarenin yorumunun kanunun amacına uygun olmadığını savunmuş, bu yorumun kabul edilmesi hâlinde ise cemaat vakıflarının bir kısmının kanun kapsamının dışında kalacağını ve bunun eşitlik ilkesini ihlal edeceğini ileri sürmüştür.

ix. İdare Mahkemesinin 1936 Beyannamesi şartının aranması gerektiğini savunan gerekçesinin cemaat vakıflarına karşı ve hukukilikten uzak bir tutum içinde olduğunu gösterdiğini ifade etmiştir.

48. Bakanlık görüşünde,

i. Vakıflar Genel Müdürlüğünün tescil talebinin reddine ilişkin işleminin 23/9/2012 tarihinden önce tesis edildiği gözetildiğinde başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olup olmadığının Anayasa Mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir.

ii. AİHM'in Midyat Kutsal Gabriel Süryani Manastır Vakfı/Türkiye (B. No: 61412/11, 9/5/2019, §§ 35-51) kararına değinildikten sonra uyuşmazlık konusu taşınmazların tapuda kayıtlı maliki olmayan başvurucunun talebinin basit bir tescil beklentisini aşan, somut nitelikte ve yasal bir hükme veya bir işleme dayanan meşru bir beklentiye dönüşüp dönüşmediğinin değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Başvurucu Vakfın aranan şartları taşımadığının Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıf Meclisi kararıyla tespit edildiğine ve başvurucunun mevzuatın öngördüğü koşulları taşımadığı yolundaki bu tespiti çürütecek herhangi argüman, bilgi, belge ve kanıt sunamadığına işaret edilmiştir. Bu şartlar altında yürürlükteki düzenlemeler kapsamında ilgili taşınmazlar açısından başvurucunun tescil talebinin kabul edilmesinin mümkün olmadığı değerlendirilmiştir. Bu sebeple başvurucunun mevcut bir mülkü olmadığı gibi yeterli bir hukuki temele dayalı meşru bir beklentisinin de olmadığı ileri sürülmüştür. Taşınmazların başvurucu adına tescilini sağlayacak belgelerin Vakıflar İdaresine sunulmadığı hususu ile zilyetlikle kazanım olamayacağına ilişkin Yargıtay kararı dikkate alındığında Anayasa Mahkemesinin konu bakımından yetki meselesini değerlendirmesinin uygun olacağı ifade edilmiştir.

iii. Vakfın talep ettiği taşınmazlardan tüzel kişiler ile gerçek kişiler adına kayıtlı olanların davacı Vakıf adına tescil edilmesinin ancak adli yargıda açılacak tapu iptali ve tescili davasıyla mümkün olabileceği, başvurucunun takip ettiği yargısal sürecin etkili bir hukuk yolu olmadığının düşünüldüğü belirtilmiştir. Ayrıca başvurucuya verilen ek süre içinde gerekli belgelerin ibraz edilmemesi nedeniyle 29/11/2010 tarihli işlemle tescil talebinin reddine karar verildiğine ancak bu işleme karşı dava açılmadığına işaret edilmiştir. Başvurucunun Hatay'ın Türkiye topraklarına katıldığı 1939 yılından sonra 70 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen herhangi bir başvuruda bulunmadığına dikkat çekilmiştir. Bu nedenlerle başvuru yollarının tüketilip tüketilmediği konusunun değerlendirilmesinin Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğu ifade edilmiştir.

iv. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinden yararlanılmasının taşınmazların cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunması şartına bağlandığı, buna göre ilgililerin öncelikle talep ettikleri taşınmazların tasarruflarında bulunduğunu ispat etmeleri gerektiği kaydedilmiştir. Somut olayda başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni verdiğinin yanı sıra Yönetim Kurulu kararı ile taşınmazların mevcut durumunu ve Vakfın tasarrufunda bulunduğunu gösterir belgeleri ibraz edemediği hatırlatılmıştır. Kendi üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmediği dikkate alındığında başvurucunun iddiasının hukuki dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir.

v. Ayrıca başvurucu Vakfın 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce vücut bulduğunu kanıtlayan bir belgeyi başvuru dilekçesine eklemediği belirtilmiştir.

vi. Genelge'de taşınmazın Vakfın tasarrufunda bulunduğunu gösterir belgeler ile taşınmazın davaya konu olup olmadığına ilişkin belgelerin istendiği, şart koşulan tüm bu belgelerin cemaat vakıflarının elinde olduğu ve başka kurumların arşivinde bulunma imkânının olmadığı ifade edilmiştir. Öte yandan başvurucunun 1936 Beyannamesi'nin yanı sıra taşınmazların Vakfın tasarrufunda bulunduğunu tevsik edici belgeleri de sunamadığına dikkat çekilmiştir. Genelge uyarınca mülkiyet iddiasını ispat ile yükümlü tutulmasının başvurucuya aşırı bir yük yüklemediği kanaati açıklanmıştır. Danıştayın Genelge'nin kanunun uygulanması niteliğinde olduğuna dair tespitinde bariz takdir hatası ve keyfîlik bulunmadığı ifade edilmiştir.

49. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında esas itibarıyla başvuru formundaki görüşlerini tekrarlamıştır. Ayrıca başvurucu, Genelge'de istenen tüm belgelerin Vakıflar Genel Müdürlüğünün arşivlerinde bulunduğunu belirtmiştir. Başvurucu, derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'nde bulunma şartı sebebiyle davalarını reddettiği için mülkiyet hakkını ortaya koyan belgelerin tartışılmasına dahi geçilemediğine işaret etmiştir.

B. Değerlendirme

50. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

51. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyeti, Hazine ve diğer kurum ile kişiler adına tescil edilen vakıf taşınmazlarının iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun adil yargılanma hakkı ve eşitlik ilkesine ilişkin şikâyetlerinin de bir bütün olarak mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Zaman Bakımından Yetki

52. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğine işaret etmiştir.

53. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

54. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."

55. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

56. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

57. Başvuru konusu taşınmazların -kesin tarihi dosyadan anlaşılamasa da- 23/9/2012 tarihinden önce Hazine veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Başvurucunun mülkünün bulunup bulunmadığı aşağıda değerlendirilecektir.

58. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihinden önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda AİHM kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde "devam eden bir durum" söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

59. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren geçici 11. maddesinin birinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazlarının, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazlarının ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır.

60. Başvurucunun bir cemaat vakfı olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun adına tescilini talep ettiği taşınmazların bir şekilde Hazine ve diğer kurum ile kişilere geçtiği de bir vakıadır. Başvurucu, bu taşınmazların öncesinde gayrimüslim kişilerin/cemaatlerin tasarrufunda bulunduğuna işaret eden bazı belgeler de eklemiştir. Bu durumda yüzeysel bir değerlendirmeyle bakıldığında başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. maddeleri kapsamına girdiği ve taşınmazların iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temele sahip olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddelere istinaden açtığı davaların Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.

61. Kamu makamları 1936 Beyannamesi'ni sunamamış olması karşısında başvurucunun durumunun bu maddelerin kapsamına girmediğini değerlendirmiş ise de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki temel tartışma noktasının da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

62. Bakanlık 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. ve 11. maddeleri kapsamındaki başvuru yolunun başvurucunun iddialarının değerlendirilmesi bakımından elverişli bir yol olmadığını, bu iddiaların ancak adli yargıda açılacak bir davada çözüme kavuşturulabileceğini ileri sürmüştür.

63. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

64. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir nitelikte olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliğe sahip bulunması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi bulunan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

65. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28). Ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

66. Somut olayda iki farklı yargısal süreç işletilmiştir. Birincisinde başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinden yararlanmak amacıyla yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlem söz konusu iken ikincisinde aynı Kanun'un geçici 11. maddesinden yararlandırılmama hâli mevzubahistir.

67. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların talepte bulunan cemaat vakıfları adına idari yoldan tesciline imkân tanınmıştır.

68. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde; (1) 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazların, (2) 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazların, (3) 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkların ve çeşmelerin cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

69. Başvurucunun her iki başvurusunun da idari ve yargısal makamlarca reddedilmesinin temel gerekçesinin 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması olduğu anlaşılmaktadır. Kamu otoritelerince 1936 Beyannamesi'nin bulunması şartının aranmasına ilişkin değerlendirme işin esasıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sebeple bu hususun işin esasıyla birlikte değerlendirilmesinin uygun olacağı sonucuna ulaşılmıştır.

70. Anayasa Mahkemesi Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı kararında tescil talebinde bulunulan taşınmazların nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olmaması ya da hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki kişiler adına tescilli olması durumunda 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesinin uygulanamayacağını tespit etmiştir (Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 44-53). Somut olayda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda tescilini talep ettiği ve mevcut başvurunun konusunu oluşturan 10 taşınmazın nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olmadığı veya hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki kişiler adına tescilli olduğuyla ilgili olarak derece mahkemelerince yapılmış bir tespit bulunmamaktadır.

71. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle getirilen imkânın geçici 7. maddedekine nazaran daha geniş olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda sadece nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar değil malik hanesi açık olan taşınmazlar da geçici 11. maddenin kapsamına girmektedir. İkincisi maddenin kapsamına sadece mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tescil edilen taşınmazlar değil kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı olan her türlü taşınmaz dâhil edilmiştir. Son olarak geçici 11. maddede, geçici 7. maddeden farklı olarak bu taşınmazlardan üçüncü kişiler adına kaydedilmiş olanlar için vakfa, taşınmazın rayiç bedeli üzerinden tazminat ödenmesi yükümlülüğü getirilmiştir.

72. Başvurucunun ikinci başvuruya konu edilen 36 taşınmazla ilgili olarak başlattığı yargısal süreçte Danıştay tarafından nihai olarak verilen kararda 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması dışındaki şartların taşınmadığına dair bir tespit yapılmamıştır.

73. Dolayısıyla 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinde öngörülen başvuru yollarının -1936 Beyannamesi'nin bulunmaması şartı hariç- somut olayda etkili olmadığı sonucuna ulaşılabilmesi için hiçbir neden yoktur. 1936 Beyannamesi'nin bulunmaması şartı ise aşağıda işin esasıyla birlikte incelenecektir.

c. Sonuç Olarak

74. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

75. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

76. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

77. Somut olayda başvurucu 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvurunun mevcut bireysel başvuruya konu kısmında 10 adet, aynı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda ise 36 adet taşınmazın tescilini talep etmiştir. Başvurucunun her iki başvurusundaki talepleri de nihai olarak 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Başvurucunun açtığı davalarda verilen kararlarda bu taşınmazların Hazine veya diğer kişiler adına tescil edilmeden önce kendisine ait olmadığı yolunda bir tespit yapılmamış ve davalar bu temelde reddedilmemiştir. Bireysel başvuruya konu kararlarda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanabilmesi için 1936 Beyannamesi verme ön şartını sağlamadığı tespit edilerek taşınmazların Hazine veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edilmeden önceki mülkiyet durumunun incelenmesi aşamasına geçilememiştir. Başvurucu tarafından başlatılan sürecin temel amaçlarından biri de hak iddia ettiği taşınmazların kamu adına tescil edilmeden önce kendisine ait olup olmadığının tespit edilmesidir. Diğer bir ifadeyle başvurucunun belirttiği taşınmazların Hazine veya diğer kurum ve kişiler adına tescil edilmeden önce başvuruya ait olup olmadığı tam olarak yargılamanın sonucunda anlaşılabilecektir. Cemaat vakıflarının malik hanesinin açık olabileceği ve somut olayda hak iddia ettikleri taşınmazlara ilişkin olarak 1936 Beyannamesi'nin de bulunmadığı gözetildiğinde mülkün varlığının tam olarak ispatlanmasının beklenmesi hakkaniyete uygun olmaz. Bu durumda başvurucunun belirtilen taşınmazların kendilerine ait olduğuna işaret eden belgeler sunmuş olması mülkün varlığının kabulü için yeterli görülmelidir. Somut olayda başvurucu, eşhası hükmiye cetveli ve kadastro tahrir varakası gibi belgeleri derece mahkemelerine sunmuştur. Dolayısıyla tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

78. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ondan tasarruf etme ve onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

79. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

80. Başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazlar Hazine ve diğer kurum ile kişiler adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

81. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

82. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

83. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

84. Osmanlı Dönemi'nde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinde, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmıştır. Aynı Kanun'un 44. maddesinde de cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca anılan Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile Vakıflar İdaresine bildirilmesi düzenlenmiştir. Uygulamada 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu belirtilmiştir (bkz. § 20). Dolayısıyla 1936 Beyannamesi'ne dâhil edilmeyen taşınmazlar cemaat vakıflarının mülkiyetinde kabul edilmemiştir.

85. Başvurucunun Osmanlı Dönemi'nden kalma bir vakıf olmadığı hususunda kamu makamlarının bir iddiası bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazların 1939 yılından sonra ancak dosyadan anlaşılamayan tarihlerde Hazine ve diğer kurumların mülkiyetine geçtiği anlaşılmıştır.

86. Hatay'ın 20 Ekim 1921 tarihinde Fransız mandası altında olan Suriye sınırına bırakıldığına ve 7/7/1939 tarihinde tekrar Türkiye Cumhuriyeti'ne katıldığına dikkat çekmek gerekir. Dolayısıyla 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesi uyarınca beyanname verilmesi gereken dönemde (1936) başvurucu Vakıf, Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında olmadığı gibi hak iddia ettiği taşınmazlar da Türkiye'nin egemenliği altındaki toprak parçasına dâhil değildir. Bu durumda 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ve bu maddeyle getirilen beyanname yükümlülüğünün 1939 yılında Türkiye'ye ilhak eden Hatay'da kurulu bulunan başvurucuya uygulanabilirliği konusunda tereddüt oluşmuştur. Bu sebeple 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinden doğan beyanname verme yükümlülüğünü yerine getirmediği gerekçesine dayalı olarak Vakfın hak iddia ettiği taşınmazların kamu adına tescil edilmesinin hukuki dayanağının bulunup bulunmadığı noktasında duraksama yaşanmıştır. Ancak somut olaydaki uyuşmazlığın 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen tescil imkânından yararlanmanın koşullarının oluşup oluşmadığı olduğundan bu mesele üzerinde daha fazla durulmasına gerek görülmemiştir.

87. Başvurucu tarafından başlatılan her iki yargısal süreçte de davaların reddedilmesinin temel gerekçesi başvurucunun 1936 Beyannamesi'nin bulunmamasıdır. 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinde nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlar yönünden 1936 Beyannamesi'ne kayıtlı olma şartının arandığı görülmektedir. Öte yandan başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermediği de tartışmasızdır. Dolayısıyla başvurucunun müracaatlarının 1936 Beyannamesi'nin olmadığı gerekçesiyle kamu otoritelerince reddedilmesinin kanuni dayanağının bulunduğu anlaşılmıştır.

ii. Meşru Amaç

88. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

89. Başvurucunun hak iddia ettiği taşınmazların Hazine ve diğer kurum ile kişiler adına tescil edilmesinin ve iade edilmemesinin gerekçesinin başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni verme yükümlülüğünü yerine getirmemesi olduğu anlaşılmaktadır. 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinde öngörülen beyanname verme yükümlülüğünün amacı 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra yeni bir statüye kavuşturulan cemaat vakıflarının mallarının tespit edilmesidir. Nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olanlar ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlar için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi nedeniyle taşınmazların Hazine ve diğer kamu kurumları adına tescil edilmesinin kamu yararına yönelik bir amacının bulunduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan bu taşınmazların iade edilmemesinde de taşınmazların adına tescilli bulunduğu Hazine ve diğer kurum ile kişilerin menfaatlerinin korunmasının amaçlandığı, bunun da kamu yararına dönük olduğu kanaatine varılmıştır.

iii. Ölçülülük

 (a) Genel İlkler

90. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

91. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

92. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasının yanında gerekli olması da gerekir. Gereklilik yukarıda da belirtildiği üzere hakka müdahale teşkil eden birden fazla araç arasından hakkı en az zedeleyen aracın seçilmesini ifade etmektedir. Hak ve özgürlüğü sınırlayan tedbirlerden hangisi diğerlerine nazaran hakkın norm alanına daha az müdahale edilmesi sonucunu doğuruyorsa o tedbirin tercih edilmesi gerekir. Bununla birlikte hakka müdahale oluşturacak aracın seçiminde kamu otoritelerinin belli ölçüde takdir payının bulunduğu da kabul edilmelidir. Zira yetkili kamu makamları, öngörülen amaca ulaşılması bakımından hangi aracın etkili ve verimli sonuçlar doğuracağına ilişkin olarak isabetli karar verme noktasında daha iyi bir konumdadır. Özellikle alternatif aracın bulunmadığı veya mevcut alternatiflerin öngörülen meşru amaca ulaşılması bakımından etkili olmadığı ya da daha az etkili olduğu durumlarda kamu makamlarının araç seçimi hususundaki tercih yetkisinin gereklilik kriterini sağlamadığının söylenebilmesi için çok güçlü nedenlerin bulunması gerekir (D.C., B. No: 2018/13863, 16/6/2021, § 48).

93. Öte yandan mülkiyet hakkına yönelik müdahaleler orantılı olmalıdır. Orantılılık sınırlamayla ulaşılmak istenen amaç ile başvurulan sınırlama tedbiri arasında aşırı bir dengesizlik bulunmamasına işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle orantılılık, amaç ile araç arasında adil bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına getirilen sınırlamayla ulaşılmak istenen meşru amaç ve başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanmasındaki bireysel yarar arasında makul bir orantı kurulmalıdır. Hedeflenen amaca ulaşıldığında elde edilecek kamusal yararla kıyaslandığında sınırlama ile kişiye yüklenen külfetin aşırı ve orantısız olmaması gerekir (D.C., § 49).

94. Seçilen aracın ulaşılmak istenen amaçla kıyaslandığında bireye orantısız bir külfet yüklediğinin saptanması, ihlal sonucuna ulaşılabilmesi için bazı hâllerde tek başına yeterli olmayabilir. Kişiye yüklenen külfeti dengeleyici mekanizmaların var olup olmadığı da büyük önem taşımaktadır. Elverişli ve gerekli olduğu hükmüne varılan aracın seçilmiş olması nedeniyle kişiye yüklenen aşırı külfeti hafifleten hukuksal mekanizmalar mevcutsa bir ihlalin olmadığı sonucuna varılabilir (D.C., § 50).

95. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olup olmadığı değerlendirilirken başvurucunun ve idarenin kusurlarının bulunup bulunmadığı da gözönünde tutulur. Bu bağlamda tarafların yasal yükümlülüklerinin neler olduğu, bunların yerine getirilmesinde ihmalkârlık gösterilip gösterilmediği ve ihmalin varlığının tespiti hâlinde bunun hukuka aykırı sonucun doğmasında bir etkisinin bulunup bulunmadığı da dikkate alınır (D.C., § 51).

96. Usule ilişkin güvencelerin varlığı orantılılık değerlendirmesinde önemli bir rol oynayabilir. Bu bağlamda müdahalenin hukuka aykırılığının ileri sürülebileceği veya müdahale nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararların tazmin edilmesinin istenebileceği hukuk yollarının olmaması da bazı durumlarda kişiye yüklenen külfeti ağırlaştıran bir unsur olarak görülebilir. Bu bakımdan kişinin hukuka aykırılık iddialarının bir mahkeme tarafından etkili bir biçimde incelenmesi müdahalenin orantılılığı bakımından ehemmiyet arz etmektedir (D.C., § 52).

 (b) İlkelerin Olaya Uygulanması

97. Başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanmak amacıyla yaptığı müracaatlar 1936 Beyannamesi'nin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.

98. Somut olayda başvurucunun tükettiği yolların taşınmazların kamu adına tescili suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin giderilmesi için sonradan oluşturulan bir mekanizma olduğu gözetildiğinde elverişlilik ve gereklilik unsurları yönünden değerlendirme yapılmasının bir anlamı bulunmamaktadır. Eldeki başvuruda asıl tartışılması gereken unsur orantılılıktır. Öngörülen tedbirin maliki olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin orantılı olduğundan söz edilemez. Bu itibarla uygulanan tedbirle başvurucuya aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin tespiti gerekmektedir.

99. 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünün doğduğu ve ifa edilmesi gerektiği tarihte başvurucu Vakfın Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenliği altında bulunmadığına ve hak iddia ettiği taşınmazların da Türkiye Cumhuriyeti'nin topraklarının bir parçası olmadığına işaret etmek gerekir. Dolayısıyla başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermesi hukuken ve fiilen mümkün olmamıştır. Öte yandan Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmasından sonraki dönemde, Hatay'da kurulu bulanan cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'ne benzer bir beyanname vermesini gerekli kılan bir mevzuatın ihdas edildiği de tespit edilememiştir. Bu durumda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen imkânlardan yararlanmasının 1936 yılında beyanname vermiş olmasına bağlı kılınması başvurucuya ifası mümkün olmayan oldukça ağır bir külfet yüklemiştir.

100. Öte yandan Hatay'daki cemaat vakıflarının 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin öngördüğü beyanname verme yükümlülüğünü yerine getirmemiş olması sebebiyle bu vakıfların taşınmazlarının kamu adına tescil edilmesinin kanuni temelinin ne olduğuyla ilgili muğlaklığı da hatırlamak gerekir. Yukarıda da ifade edildiği üzere 1936 Beyannamesi'nde yer almayan taşınmazların mülkiyetinin Hazine adına tescil edilmesinin yasal dayanağının 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesi olduğu kabul edilmektedir. Bu durumda 2762 sayılı mülga Kanun'un geçici 1. maddesinin yürürlüğe girdiği ve madde uyarınca beyanname verme süresinin dolduğu tarihten sonra -7/7/1939 tarihinde- Türkiye'ye katılan Hatay'da kurulu bulunan vakıflara ait taşınmazlar için bu yükümlülüğün yerine getirilmemesine bağlı olarak bu taşınmazların Hazine adına tescil edileceğinin kabul edilmesi öngörülebilir bir durum değildir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 1974 tarihli kararında Hatay'ın kendine özgü bu durumunun gözetildiği anlaşılamamıştır. Kamu otoritelerinin ve derece mahkemelerinin bu olguyu hesaba katmadıkları gözlemlenmiştir.

101. Uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarını yorumlama görevi öncelikle derece mahkemelerine ait olmakla birlikte mahkemelerin hukuk kurallarını Anayasa'nın ışığında yorumlama yükümlülükleri bulunmaktadır. Bir hukuk kuralının birden fazla şekilde yorumlanmasının mümkün olduğu durumlarda mahkemelerin bu yorumlardan Anayasa'ya uygun olmayanı benimsememeleri beklenir.

102. 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerinin ihdas edilmesinin amaçlarından biri 1936 Beyannamesi'nde yer alıp nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan ya da tapuda malik hanesi açık bulunan taşınmazlardan süreç içinde Hazine veya diğer kurumlar adına tescil edilenlerin cemaat vakıflarına iadesini sağlamaktır. Kanun koyucunun 7 Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katılan Hatay'da bulunan ve benzer koşulları taşıyan taşınmazları 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddeleriyle getirilen tescil imkânının dışında tutmayı amaçladığı düşünülemez. Hatay'da kurulu bulunan ve Osmanlı Dönemi'nden kalma cemaat vakıflarının aynı koşulları sağlayan diğer vakıflardan farklı tutulmasını haklı kılan bir neden bulunmamaktadır. Derece mahkemelerinin 1936 Beyannamesi'ni vermesi mümkün olmayan Hatay'daki vakıfların kendine özgü bu durumunu dikkate almaması başvurucu Vakıf ile diğer illerde kurulu bulunan cemaat vakıfları arasında farklı uygulamanın oluşmasına yol açmıştır. Anılan maddelerin haklı temeli bulunmayan bir farklı muameleye sebep olacak biçimde yorumlanmasının Anayasa'nın 35. maddesinin yanında eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesini de zedeleyeceği açıktır.

103. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında yapılan müracaatla ilgili yargısal süreçte Dairenin Hatay'ın 1939 yılında Türkiye topraklarına katıldığı, bu nedenle söz konusu taşınmazlara ilişkin 1936 Beyannamesi'nin bulunmasının mümkün olmadığı iddiasına yönelik değerlendirmelerde bulunduğu görülmektedir (bkz. § 30). Ne var ki Dairenin taşınmazların tescilinin istenebilmesi için cemaat vakıflarının tasarrufları altında bulunması gerektiğini vurgulamaktan ve işlemin kanuna aykırı olmayan Genelge'ye dayalı olarak tesis edildiğini ifade etmekten ibaret olan gerekçesinin başvurucunun bu iddiasını karşıladığını söylemek güçtür.

104. Öte yandan 5737 sayılı Kanun’un geçici 11. maddesi kapsamında yapılan müracaatla ilgili yargısal süreçte ilk derece mahkemesinin 1936 Beyannamesi'nin verilmesi şartının aranmaması hâlinde taşınmazın adına tescilli bulunduğu kurum ve kişilerin mülkiyet hakkının ihlal edileceği yolundaki değerlendirmesinin (bkz. § 36) de -yukarıda yapılan açıklamalar karşısında- anlaşılabilir olmadığını ifade etmek gerekir. Bireylerin hak ve özgürlüklerini güvenceye bağlayan Anayasa hükmünün kapsamına kamu kurumlarının dâhil edilmesi ilginç bulunmuştur. Ayrıca Mahkemenin bu yorumu Hatay'ın 7 Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katıldığı gerçeğinin gözardı edilmesi temeline dayanmaktadır. Dolayısıyla Mahkemenin anılan gerekçesinin ilgili ve yeterli olduğu söylenemez.

105. Derece mahkemesinin ve Dairenin bu yorumu sebebiyle başvurucu 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. ve 11. maddelerindeki diğer koşulların oluştuğunu ispatlayarak taşınmazları, adına tescil ettirme imkânından mahrum bırakılmıştır. Başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi kılınması -Hatay'ın 7 Temmuz 1939 tarihinde Türkiye'ye katılması sebebiyle başvurucunun bunu yerine getirmesinin mümkün olmadığı gözetildiğinde- anılan imkânların ihdas edilmesini başvurucu açısından anlamsız kılmış ve başvurucuya aşırı bir külfet yüklemiştir. Bu durumda kamu yararı ile başvurucunun bireysel yararı arasında adil bir dengenin kurulamadığı ve mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

106. Son olarak Dairede ilk derece mahkemesi sıfatıyla dava konusu edilen Genelge'nin kendi başına ihlale yol açmadığı değerlendirilmiştir. Dairenin Genelge'nin kanun hükmünü açıklayıcı mahiyette olduğu yolundaki değerlendirmesinin keyfî ve temelsiz olmadığı görülmektedir. Somut olaydaki ihlalin asıl sebebinin kanun hükümlerinin yorumlanması olduğu kanaatine varılmıştır.

107. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

108. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

109. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve giderilmesi için gereken kararın verilmesini talep etmiştir.

110. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

111. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

112. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

113. İncelenen başvuruda, başvurucunun 1936 Beyannamesi'ni vermiş olması şartına tabi kılınması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin idarenin işleminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte mahkemeler de ihlali giderememiştir.

114. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Danıştay Onuncu Dairesine ve Hatay 1. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

115. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 1.023,90 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.923,90 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Danıştay Onuncu Dairesine (E.2010/10390, K.2014/7620) ve Hatay 1. İdare Mahkemesine (E.2013/280, K.2013/1863; E.2013/281, K.2013/1864) GÖNDERİLMESİNE,

D. 1.023,90 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.923,90 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/10/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

HASKÖY AYA PARASKEVİ RUM ORTODOKS KİLİSESİ VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/2250)

 

Karar Tarihi: 2/11/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 17/1/2023 - 32076

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Hasköy Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı

Vekili

:

Av. Hülya BENLİSOY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, cemaat vakfının taşınmazın iadesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 1/2/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan cemaat vakfı niteliğindedir.

A. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Edinme Yetkileriyle İlgili Tarihsel Süreç

10. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı (B. No: 2015/17575, 1/2/2017, §§ 34-43) kararında, cemaat vakıflarının taşınmazları ve taşınmaz edinme yetkileriyle ilgili tarihsel süreç açıklanmıştır.

11. Osmanlı Dönemi'nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912) tarihli "Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat" ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında olan taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum denilmiştir. Anılan Kanun'la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının da Kanun'da öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

12. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun'a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).

13. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihinde kabul edilen 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmış; bu Kanun'un 44. maddesinde de vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile Vakıflar idaresine bildirilmesi gereği düzenlenmiştir. Uygulamada "1936 Beyannamesi" olarak adlandırılan bu bildirimler, Yargıtay tarafından vakıf senedi olarak kabul edilmiştir.

14. Osmanlı Dönemi'nde 1912 yılına kadar tüzel kişilerin taşınmazlarını kendi adlarına tapuya tescil ettirememeleri sebebiyle çoğunlukla bir nam-ı müstear ya da nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazlar bakımından Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 2/12/1942 tarihli ve 3/25 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile 2762 sayılı mülga Kanun'un 44. maddesine göre bu tür taşınmazların vakıf adına idari yoldan tapuya tescil edilebilmesi için kayıt sahibinin muvafakatine ihtiyaç olduğu belirtilmiştir.

15. Buna karşılık Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) 2762 sayılı mülga Kanun’un 44. maddesine ilişkin 2/7/1956 tarihli ve 1972 sayılı tefsir kararında nam-ı müstear veya nam-ı mevhum adına kaydedilen taşınmazların kayıt malikinin rızası aranmaksızın cemaat vakıfları adına tapuya tescil edilebileceği belirtilmiştir. Bu kararın ilgili kısmı şöyledir:

"... Şu halde yukarda izah edildiği veçhile kanun vazu gerek 16 Şubat 1328 tarihli kanun ve gerekse 2762 sayılı kanunun 44 üncü maddesinde koyduğu hükümlerle ondan evvel hükmi şahısların gayrimenkule tasarruf hakkının memnu olmasından doğan ıztırar ile tapuda cemaatlerle münasebeti olan mevcut veya mevhun hakikî şahıslar üzerinde kaydedilmiş ve fakat fiilî tasarruf ve intifaı cemaat vakıflarına ait olduğu 44 üncü maddede yazılı karinelerle bir hakikat olarak kabul edilmiş bulunan gayrimenkullerin cemaat hükmi şahısları namına kayıtlarının tashihi için tapuca bu mallar kendi uhdelerinde mukayyet görünen şahısların rıza ve muvafakatlerine ihtiyaç olmadan tescili kanun vazıının matlûp ve maksudu olduğuna şüphe edilemez..."

16. Ancak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdikleri beyannamelerin vakıfname olarak kabulünün zorunlu olduğu, vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan vakıfların ise gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal iktisap edemeyecekleri belirtilmiştir. Benzer yaklaşım, Danıştay tarafından da benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285, K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı kararları).

17. 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle 2762 sayılı mülga Kanun’un 1. maddesine eklenen fıkralarla yapılan değişiklikle, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilmelerine ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmelerine olanak sağlanmıştır. Bu kanun değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru da Anayasa Mahkemesinin 27/12/2002 tarihli ve E.2002/146, K.2002/201 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Anılan karardan sonra da 2/1/2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanun’la yapılan düzenlemeyle Bakanlar Kurulu yerine Vakıflar Genel Müdürlüğünün izninin yeterli olacağı hükmü getirilmiştir.

18. 5737 sayılı Kanun'un 80. maddesi ile 2762 sayılı mülga Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı mülga Kanun gereğince tüzel kişilik kazanmış ve mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıflar olarak tanımlanmıştır. Bu Kanun'un 12. maddesiyle de önceki yasal düzenlemelerden farklı olarak cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aranmaksızın mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Anılan maddenin iptali için yapılan başvuru ise Anayasa Mahkemesinin 17/6/2010 tarihli ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararıyla reddedilmiştir.

19. Bunun yanı sıra 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi ile 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesi hükme bağlanmıştır.

20. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle eklenen geçici 11. maddenin birinci fıkrası ile cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ile çeşmelerinin tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır. Ayrıca maddenin ikinci fıkrasında da cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeneceği düzenlenmiştir.

B. Başvurucuya İlişkin Süreç

21. Vakıflar Genel Müdürlüğü 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanmasına ilişkin olarak 13/5/2008 tarihli ve 2008/6 sayılı Genelge'yi (Genelge) yayımlamıştır. Anılan Genelge'nin ilgili kısmı şöyledir:

"A - Cemaat vakıflarınca bu maddenin [geçici 7. maddenin] (a) bendi gereğince tescili talep edilen taşınmazlarla ilgili ekteki başvuru formuna ilaveten aşağıdaki belgelerin eklenmesi gerekmektedir:

1) 1936 Beyannamesinde yer alan taşınmaz bilgileri ile mevcut yapı bilgilerini içeren, talebe ilişkin gerekçeli yönetim kurulu kararı.

2) 1936 Beyannamesi.

3) Taşınmazın halen vakıf tasarrufunda bulunduğunu gösterir 27.8.2002 tarihinden önceki tarihi taşıyan belge (kira kontratı, emlak vergisi beyannamesi, elektrik-su-doğalgaz faturası veya eşdeğer bir belge).

4) Taşınmazın herhangi bir davaya konu olup olmadığı, kesinleşmiş Mahkeme kararı. Devam eden dava var ise dava dilekçesi.

..."

22. Başvurucu 5737 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonra Vakıflar Genel Müdürlüğüne müracaat ederek -diğer 16 taşınmazla birlikte- İstanbul ili Beyoğlu ilçesinde kâin 1734 ada 11 parsel numaralı ve hâlihazırda tapuda Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tescilli olan taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesi uyarınca iadesini talep etmiştir. Başvuru dilekçesine; Vakıflar Genel Müdürlüğünün 10/5/1966 tarihli yazısını, taşınmaza ilişkin kadastro tespit tutanağını, 1936 Beyannamesini, 1912 Beyannamesini, taşınmazın üzerindeki dört dükkânın Haliç Projesi kapsamında yıkılmasına ilişkin kararı ve yazışmaları, taşınmazla ilgili emlak vergisi beyannamesi örneklerini, taşınmaz üzerindeki dükkânlarla ilgili kira kontratlarını, kira tespit kararı ile meni müdahale kararını eklemiştir.

23. Vakıflar Genel Müdürlüğünün başvurucu Vakfın Yönetim Kuruluna hitaben yazdığı 10/5/1966 tarihli yazıda, Vakfın kullanımında bulunan taşımazlar sayılarak bunların gelir ve giderlerinin ilgili defterlere usulüne uygun olarak işlenmesi talimatı verilmiştir. İhtilaf konusu taşınmaz da söz konusu yazıda Vakfın kullanımında olan taşınmazlar arasında sayılmıştır. İstanbul Belediyesi tarafından düzenlenmiş 1933, 1934, 1935, 1942, 1955 ve 1956 tarihli tahsilat makbuzlarından Pirimehmet Paşa Mahallesi Hasköy İskelesi Sokak'ta bulun çeşitli taşınmazlar için vergi ödendiği anlaşılmıştır. Yine Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenmiş 1930, 1943, 1944 ve 1945 tarihli tahsildar makbuzlarından aynı yerdeki çeşitli taşınmazlar için vergi ödemesi yapıldığı görülmüştür. Aynı şekilde, sunulan belgeler arasında 1956 ve 1959 tarihli iki vergi ödemesi de bulunmaktadır. Kira sözleşmelerinden ve kira tespitine ilişkin mahkeme kararlarından Pirimehmet Paşa Mahallesi İskelesi Sokak'taki bazı taşınmazların 1969 ve 1970 yıllarında başvurucu tarafından kiraya verildiği gözlemlenmiştir. 1950 tarihli Kadastro Tespit Tutanağı'nda ihtilaf konusu taşınmazın Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tespit edildiği ve akabinde de anılan kişiler adına tescil edildiği anlaşılmıştır.

24. Vakıflar Genel Müdürlüğü tescile dayanak teşkil edebilecek belgelerin iki ay içinde tamamlanmasını, aksi takdirde talepten vazgeçilmiş sayılacağını 28/12/2009 tarihli yazıyla başvurucuya ihtar etmiştir. Söz konusu süre daha sonra 20/4/2010 tarihli yazıyla 16/7/2010 tarihine kadar uzatılmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü 11/1/2011 tarihli işlemle de taşınmazın Vakıf adına tesciline dayanak teşkil edecek nitelikte belgelerin ibraz edilmediği gerekçesiyle talebi reddetmiştir.

25. Başvurucu bu işleme karşı İstanbul 10. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır. Dava dilekçesinde özetle şunları ifade etmiştir:

i. Vakıflar Genel Müdürlüğü 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanması hakkında 2008/6 sayılı Genelge doğrultusunda değerlendirme yapmıştır. Söz konusu Genelge 5737 sayılı Kanun'a aykırı ve Kanun'un kapsamını daraltıcı bir düzenlemedir. 5737 sayılı Kanun'un amacı cemaat vakıflarına ait olup tapuda başkaları adına kayıtlı görünen taşınmazların iadesini sağlamaktır. Oysa Genelge'de istenen belgeler bu hakkın kullanımını imkânsız kılmaktadır.

ii. İadesi istenen taşınmazların bazılarının iktisabı yıllar öncesine dayanmakta olup bu belgeleri temin etmek mümkün değildir. Cemaat vakıfları 1936 tarihinden sonra Vakıflar Genel Müdürlüğünün denetimine girdiğinden Genelge'de istenen belgelerin çoğu, anılan Müdürlüğün arşivlerinde bulunmaktadır. İdarenin kendi arşivlerini incelemesi hakkaniyet gereğidir.

iii. Başvuru sırasında idareye sunulan belgelerin mülkiyetin Vakfa ait olduğunu ispatlamaya yettiği hâlde Vakıflar Genel Müdürlüğü bunları incelemeden karar vermiştir. Söz konusu belgelerden anlaşılacağı üzere dava konusu taşınmaz uzun yıllardan beri Vakfın tasarrufunda kalmış ve Vakıf tarafından kiraya verilmiştir. 1912 Beyannamesi'nde yer alan dört dükkân, iadesi istenen taşınmazın üstünde bulunmaktadır. 1936 Beyannamesi'nde söz konusu taşınmaz on iki dükkân şeklinde beyan edilmiştir. Sunulan kadastro tespit tutanaklarından taşınmazın Aya Parskevi Kilisesine ait olduğunun Vakıf yetkilileri tarafından beyan edildiği anlaşılmıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğünün 10/5/1996 tarihli yazısında taşınmazın Vakfa ait olduğu kabul edilmiş ancak muvazaalı olarak nam-ı müstear (Dimistokli, Yani, Sare, Despina, Aleksandar) adına kayıtlı olduğu ifade edilmiştir. Taşınmaz üzerindeki dükkânların Haliç Projesi kapsamında yıkılmasına ilişkin yazışmalarda taşınmazın Vakfa ait olduğu belirtilmiştir. Tüm bu belgeler taşınmazın kendilerine ait olduğunu göstermektedir.

26. Davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından sunulan savunma dilekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Başvurucu Vakıf 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında on yedi taşınmazın iadesi için başvurmuştur. Bunlardan 3'ünün kapsamda olmaması, 14'ünün ise Vakıf adına tescil edilmesine dayanak bilgi ve belgelerin sunulmaması nedeniyle başvurucunun talebi reddedilmiştir.

ii. Başvurucunun tek taraflı beyanına istinaden taşınmazların başvurucu adına tescil edilmesi mümkün değildir. Başvurucunun iddiasını ispatlayacak bilgi ve belgeleri sunma yükümlülüğü bulunmaktadır.

iii. Başvurucunun taşınmazın kendisine ait olduğu iddiası varsa başvurucu, adli yargıda açacağı bir davayla bunu ispatlama imkânına sahiptir. Başvurucunun yeterli belge sunmaması sebebiyle idari yoldan adına tescil yapılması mümkün değildir.

iv. Genelge'nin 5737 sayılı Kanun'un kapsamını daraltması söz konusu değildir.

27. Mahkeme 28/12/2011 tarihli kararla davayı reddetmiştir. Karar gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. 2762 sayılı mülga Kanun uyarınca cemaat vakıfları tarafından verilen ve 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan beyannamede kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile anılan beyannameden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında değerlendirilmesi ve cemaat vakıfları adına tescili olanağı bulunmaktadır. Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına değil de bunların dışında kalan gerçek ve tüzel kişiler adına kayıtlı taşınmazların cemaat vakıfları adına tesciline karar verme konusunda vakıf meclisinin herhangi bir yetkisi mevcut değildir.

ii. Tescil talepleri esasen adli yargıda açılacak tapu iptali ve tescil davasında irdelenebilecektir. Bu nedenle vakıf adına tescili talep edilen taşınmazlara ilişkin olarak 5737 sayılı Kanun'da öngörülen şartların gerçekleşip gerçekleşmediğinin tespiti için davacıdan tescile dayanak teşkil edecek bilgi ve belgelerin ibrazının istenebileceği açıktır. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde öngörülen koşulları taşımadığı anlaşılan başvurunun reddi yolunda düzenlenen dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

iii. Öte yandan 5737 sayılı Kanun'un dava konusu işlemin tesis edildiği tarihten sonra (27/8/2011 tarihinde) yürürlüğe giren geçici 11. maddesi kapsamında başvuru yapılması da mümkündür.

28. Başvurucu bu karara karşı dava dilekçesindekilere benzer iddialarla temyiz yoluna müracaat etmiştir. Temyiz istemi Danıştay Onuncu Dairesinin (Daire) 9/11/2015 tarihli kararıyla reddedilerek ilk derece mahkemesi kararı onanmıştır.

29. Nihai karar 5/1/2016 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 1/2/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

30. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

31. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır."

32. TBMM 9/11/2006 tarihli ve 5555 sayılı Vakıflar Kanunu'nu kabul etmiş ancak anılan Kanun'un Cumhurbaşkanı tarafından bir kere daha görüşülmek üzere iade edilmesi üzerine Kanun 5737 sayısını alarak aynen kabul edilmiştir. 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi ile 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi tamamen aynıdır. Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen 5555 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır."

33. 5737 sayılı Kanun'a 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,

b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,

c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.

Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.

Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."

34. 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesinin gerekçesi şöyledir:

"Madde ile, cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesinde kayıtlı olan taşınmazlarının vakıfları adına tescilleri ve mal edinememe nedenleriyle mağdur oldukları hakların iadesi amaçlanmaktadır."

35. İlgili diğer ulusal hukuk ile mahkeme kararları için bkz. Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 12-24.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

36. Anayasa Mahkemesinin 2/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

37. Başvurucu, Vakıflar Genel Müdürlüğünün 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanması hakkında 2008/6 sayılı Genelge doğrultusunda değerlendirme yaparak talebini reddettiğini, Genelge'nin 5737 sayılı Kanun'a aykırı ve Kanun'un kapsamını daraltıcı bir düzenleme olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucu, Genelge'yle vakıflarca temini mümkün olmayan belgelerin istendiğini, böylece Kanun'la tanınan iade hakkından yararlanmasının imkânsız hâle getirildiğini iddia etmiştir. Başvuru sırasında idareye sunduğu belgelerin mülkiyetin Vakfa ait olduğunu ispatlamaya yettiği hâlde Vakıflar Genel Müdürlüğünün bunları incelemeden karar verdiğini belirten başvurucu, tapu kayıtlarının ve idarenin arşivlerinin araştırılmasından sonra bir karar verilmesi gerektiğini savunmuştur. Başvurucu sonuç olarak mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ifade etmiştir.

38. Bakanlık görüşünde, idare tarafından talep olunan ve verilen ek sürelere rağmen tamamlanmayan eksikliklerin varlığı karşısında başvuru yollarının usulüne uygun tüketilip tüketilmediğinin değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bakanlık, başvurucu tarafından karar düzeltme yolunun tüketilmemesinin başvuru yollarını tüketme kuralına etkisinin incelenmesinin Anayasa Mahkemesinin takdirinde olduğunu ifade etmiştir. Başvuru yollarının tüketilmesi kuralı bağlamında son olarak başvurucunun tapu iptali ve tescil davası açmadığına dikkat çekmiştir. Esasa ilişkin olarak ise başvurucunun talep ettiği taşınmazın şahıslar adına kayıtlı olduğunu belirtmiş oysa başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi uyarınca hak talep edebilmesi için (1) 1936 Beyannamesi'nde olup hâlen tasarrufunda bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlardan olması veya (2) 1936 Beyannamesi'nden sonra başvurucu tarafından satın alınmış veya başvurucuya vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hâlen Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlardan olması gerektiğini ifade etmiştir. Bakanlık, somut olayda bu iki şartın da bulunmadığını iddia etmiştir.

39. Başvurucu, Bakanlık görüşüne karşı beyanında talep edilen taşınmazın 1936 Beyannamesi'nde yer aldığının açık olduğunu belirtmiştir.

B. Değerlendirme

40. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Zaman Bakımından Yetki

41. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir.

42. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

43. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."

44. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olmaları nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

45. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

46. Başvuru konusu taşınmazın Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tescil edildiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. 1936 yılından önce cemaat vakıflarının fiilen tasarruflarında olan taşınmazları nam-ı müstear ve namı mevhumlar adına tapuya tescil ettirdikleri bir vakıadır. Başvurucu, anılan kişilerin nam-ı müstear olduğunu belirtmektedir. Başvurucu, anılan taşınmazın 1936 Beyannamesi'nde yer aldığını belirtse de kamu otoritelerinin kabulü bu yönde değildir. Somut olayda taşınmazın adına kayıtlı olduğu kişilerin nam-ı müstear olup olmadığı başvurucunun mülkünün varlığı noktasında önem taşısa da bu mesele işin esasıyla yakından bağlantılıdır. Kamu otoritelerinin başvurucuyu malik olarak tanımadıkları gözetildiğinde başvurucunun mülkünü 1936 yılında kaybettiğinin kabulü gerekir.

47. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihten önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

48. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir.

49. Başvurucunun bir cemaat vakfı olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun adına tescilini talep ettiği taşınmazın Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar isimli kişiler adına tescil edildiği de bir vakıadır. Başvurucu, bu taşınmazın kendi tasarrufunda bulunduğuna işaret eden bazı belgeler sunmuştur. Bu durumda yüzeysel bir değerlendirmeyle bakıldığında başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamına girdiği ve taşınmazların iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temele sahip olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddelere istinaden açtığı davaların Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir.

50. Kamu makamları tescile dayanak belgelerin sunulmadığı gerekçesiyle başvurucunun talebini reddetmişse de bu meselenin başvurunun esasıyla bağlantılı olması ve başvurucunun açtığı davadaki temel tartışma noktasının da bu mesele etrafında toplanması sebebiyle bu hususun esasla birlikte değerlendirilmesinin daha uygun olacağı kanaatine varılmıştır. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

b. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

51. Bakanlık, başvurucunun iddialarının ancak adli yargıda açılacak bir davada çözüme kavuşturulabileceğini ileri sürmüştür.

52. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

53. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmesi gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili, başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir olması ve sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliği olması gerekmektedir. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili olmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi olan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

54. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28). Ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

55. Taşınmaz mülkiyetiyle ilgili uyuşmazlıklar kural olarak ancak adli yargı tarafından çözümlenebilir. Dolayısıyla taşınmazın başvurucu adına tescil edilebilmesi için kural olarak adli yargıda tapu iptali ve tescili davası açılması gerekir. Ancak 5737 sayılı Kanun'la cemaat vakıflarına ait olduğu değerlendirilen taşınmazların idari yoldan vakıflar adına tescili olanağı getirilmiştir. Gerçekten 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların talepte bulunan cemaat vakıfları adına idari yoldan tesciline imkân tanınmıştır. Maddenin gerekçesinde açıkça maddeyle "Mazbut vakıf taşınmazlarının herhangi bir hüküm ve karar alınmaksızın vakfı adına tescil edilmesi sağlanmıştır." denilmiştir.

56. Öte yandan Anayasa Mahkemesi Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı kararında tescili talep edilen taşınmazların nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuya kayıtlı olmaması ya da hâlihazırda Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü dışındaki kişiler adına tescilli olması durumunda 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinin uygulanamayacağını tespit etmiştir (Boyacıköy Panayia Evangelistra Kilisesi ve Mektebi Vakfı, §§ 44-53). Somut olayda başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvuruda tescilini talep ettiği ve mevcut başvurunun konusunu oluşturan taşınmaz Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar adına tescillidir. Başvurucu; taşınmazın adına kayıtlı olduğu Dimistokli, Yani, Sare, Despina ve Aleksandar isimlerinin nam-ı müstear olduğunu belirtmektedir. Taşınmazın nam-ı müstear adına tapuda kayıtlı olmadığıyla ilgili olarak derece mahkemelerince yapılmış bir tespit de bulunmamaktadır.

c. Sonuç Olarak

57. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

58. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

59. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

60. Somut olayda başvurucu 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi kapsamında yaptığı başvurunun mevcut bireysel başvuruya konu kısmında bir adet taşınmazın tescilini talep etmiştir. Başvurucunun talebi, tescile dayanak bilgi ve belgelerin sunulmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Başvurucunun açtığı davada verilen kararda bu taşınmazın nam-ı müstear adına tescilli olmadığı yolunda bir tespit yapılmamış ve dava bu temelde reddedilmemiştir. Bireysel başvuruya konu kararda başvurucunun 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesiyle getirilen imkânlardan yararlanabilmesi için gerekli olan tescile dayanak belgeleri sunmadığı tespit edilerek taşınmazın mülkiyet durumunun incelenmesi aşamasına geçilememiştir. Başvurucunun başlattığı sürecin temel amaçlarından biri de hak iddia ettiği taşınmazın kendisine ait olup olmadığını tespit etmektir. Diğer bir ifadeyle başvurucunun belirttiği taşınmazın kendisine ait olup olmadığı yargılamanın sonucunda anlaşılabilecektir. 1936 yılından önce nam-ı müstear adına kayıtlı olabileceği gözetildiğinde başvurucudan mülkün varlığının tam olarak ispatlamasının beklenmesi hakkaniyete uygun olmaz. Bu durumda başvurucunun belirtilen taşınmazın kendisine ait olduğuna işaret eden belgeler sunması mülkün varlığının kabulü için yeterli görülmelidir. Somut olayda başvurucu, derece mahkemelerine bu yönde belgeler sunmuştur. Dolayısıyla tüm bu hususlar gözetildiğinde başvurucunun mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

61. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ondan tasarruf etme ve onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

62. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

63. Somut olayda başvurucunun ihtilaf konusu taşınmaza ilişkin malik sıfatı kamu otoritelerince tanınmamaktadır. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğunun kabulü gerekir. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

64. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

65. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

66. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

67. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, TBMM tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).

68. Bununla beraber Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında da belirtildiği üzere kanunla düzenleme zorunluluğu, hakka yapılacak müdahalenin uygulamasının kanunun çerçevesini aşmayacak şekilde tüzük, yönetmelik, tebliğ ve genelge gibi yürütme organının çıkaracağı ikincil düzenlemelerle yapılmasına mâni değildir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin konularda temel esaslar, ilkeler ve genel çerçeve kanunla belirlendikten sonra uzmanlığa ve idare tekniğine ilişkin hususların yürütme organınca çıkarılacak düzenleyici işlemlerle tanzim edilmesi mümkündür (AYM, E.2014/177, K.2015/49, 14/5/2015).

69. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

70. Bir uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarının ve özellikle müdahalenin kanuni dayanağını oluşturan kanun hükümlerinin yorumlanması derece mahkemelerinin takdirindedir. Derece mahkemelerince, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağını oluşturduğu ifade edilen hükümlerle ilgili olarak geliştirilen yorumların isabetli olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte derece mahkemelerinin yorumlarının kanunun açık lafzıyla çelişki içinde olduğu veya kanun metni dikkate alındığında bireyler tarafından öngörülmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaşıldığı hâllerde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılması mümkündür (mahkemeye erişim hakkı yönünden benzer değerlendirme için bkz. Ziya Özden, B. No: 2016/67737, 19/11/2019, § 59).

71. Somut olayda başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesi kapsamında yaptığı iade başvurusu Genelge'de belirlenen tescile elverişli belgelerin ibraz edilmediği gerekçesiyle reddedilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun talebinin reddedilmesinin temel sebebi tescile dayanak belgelerin sunulmadığının düşünülmesidir. Bu durumda tescile dayanak belge eksikliği gerekçesiyle başvurucunun talebinin reddedilmesinin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

72. Öncelikle incelenecek olan mesele mülkiyet hakkına müdahalenin şeklî manada bir kanuna dayanıp dayanmadığıdır. Başvurucunun talebinin 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesine dayanılarak çıkarılan Genelge'ye istinaden reddedilmiştir. Söz konusu Genelge'de; 1936 Beyannamesi'nde yer alan taşınmaz bilgileri ile mevcut yapı bilgilerini içeren talebe ilişkin gerekçeli yönetim kurulu kararının, 1936 Beyannamesi'nin, taşınmazın hâlen Vakfın tasarrufunda bulunduğunu gösterir 27/8/2002'den önceki tarihi taşıyan belgenin (kira kontratı, emlak vergisi beyannamesi, elektrik-su-doğal gaz faturası veya eş değer bir belge), taşınmazın herhangi bir davaya konu olup olmadığı ve kesinleşmiş mahkeme kararı ile devam eden dava var ise dava dilekçesinin ibrazı gerektiği belirtilmiştir.

73. Bir genelgenin kanuna uygunluğunu incelemek kural olarak Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte genelgenin veya uygulanma tarzının kanunilik ölçütünü karşılayıp karşılamadığının denetlenmesi Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruları inceleme görevi kapsamında bir zorunluluktur. Mülkiyet hakkının ilk elden doğrudan genelge ve benzeri nitelikteki ikincil mevzuatla sınırlandırılması mümkün olmasa da genelgenin -kapsamını aşmaması kaydıyla- kanunun uygulanmasına açıklık getirmesine anayasal bir engel bulunmamaktadır. Bu durumda incelenecek mesele genelgenin veya uygulanma tarzının kanunun kapsamını aşıp aşmadığı, kanunda öngörülmeyen birtakım biçim koşulları getirerek iade hakkından yararlanılmasını zorlaştırıp zorlaştırmadığıdır.

74. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup hâlen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Meclisin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescillerinin yapılacağı belirtilmiştir. Görüldüğü üzere anılan maddede iade başvurusu yapılabilmesi için sunulması gereken belgelerin türü ve niteliğiyle ilgili olarak sınırlayıcı bir düzenleme yer almamaktadır. Bununla birlikte iadesi istenen taşınmazın nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olduğunu ve cemaat vakfının tasarrufunda bulunduğunu ispata yarayan belgelerin istenmesi işin doğası gereğidir. İspata yarayan belgelerin istenmesi kanunun kapsamının aşıldığı anlamına gelmez. Bu yönüyle genelgenin kanunun sınırlarını aştığı ya da iade hakkının kullanılmasını aşırı zorlaştırdığı söylenemez.

75. Ne var ki somut olayda Vakıflar Genel Müdürlüğü ve akabinde Mahkeme, Genelge'de belirtilen tescile dayanak belgelerin ibraz edilmediğini ve idari yolla tescilin koşullarının oluşmadığını kabul etmiştir. İspat vesikalarının belli tür ve nitelikle sınırlandırılması hakkın kullanımının kanunun öngördüğünün ötesinde zorlaştırılması sonucunu doğurabilir.

76. İdari işlem ve mahkeme kararında, başvurucunun ibraz ettiği belgelerin neden tescile dayanak teşkil etmediğiyle ilgili olarak bir açıklama yapılmamıştır. Başvurucunun sunduğu belgelere bakıldığında bunların taşınmazın mülkiyet ve kullanım durumunu ispatlamaya elverişli olduğu görülmektedir. Başvurucu; taşınmazın nam-ı müstear adına kayıtlı olduğunu ve vakfın kullanımında bulunduğunu tespit eden bazı resmî yazışmaları, taşınmazını kiraya verdiğini gösteren kira sözleşmelerini, 1912 ve 1936 yılında yetkili makamlara verilen ve taşınmazın Vakfa ait olduğuna işaret eden beyannameleri, emlak vergisi beyannamelerini vs. ibraz etmiştir. Başvurucunun ibraz ettiği bu belgelerin taşınmazın kendisine ait olduğunu -bu manada taşınmazın adına kaydedildiği isimlerin nam-ı müstear olduğunu- tam olarak ispatlayıp ispatlamadığı ancak detaylı bir incelemeden sonra anlaşılacak olmakla birlikte bunlar hiç incelenmeden Genelge'ye atıfla talebin reddedilmesi, kanunla öngörülmeyen sınırlandırmanın uygulayıcı makamlar tarafından ihdas edildiği izlenimi yaratmıştır. Gerçekten kanunda herhangi bir delil sınırlandırması yapılmamıştır. Esasen Genelge'de de Genelge içeriğinde sayılanların dışındaki belgelerin ibrazı hâlinde talebin değerlendirilmeyeceği anlamına gelecek bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğünün Mahkeme tarafından da hukuka uygun bulunan somut olaydaki uygulaması başvurucunun sunabileceği ispat araçlarını sınırlayıcı bir yöne kaymıştır.

77. Vakıflar Genel Müdürlüğünün başvurucunun sunabileceği delilleri sınırlandırıcı bu uygulamasının kanuni bir temeli bulunmamaktadır. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesinde ispat araçları bakımından herhangi bir sınırlama yapılmamıştır. Başvurucu, taşınmazın kendisine ait olduğunu ispatlama konusunda delil sunma serbestîsine sahiptir. İdarenin başvurucunun sunduğu belgeleri taşınmazın mülkiyetinin başvurucuya ait olduğunu ispatlayıp ispatlamadığı yönünden incelemekten kaçınması başvurucuya tanınan idari yolla tescil imkânından başvurucunun yararlanmasını aşırı derecede zorlaştırmıştır. İdarenin ve Mahkemenin başvurucunun belge sunma konusundaki serbestîsini sınırlandıran yorumunun kanuni dayanağı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

78. Öte yandan kanunun gerekçesinden de anlaşılacağı üzere kanun koyucunun amacı cemaat vakıflarının Hazineye geçmiş taşınmazlarının adli yargıda dava açılmasına gerek kalmadan idari yoldan cemaat vakıflarına iade edilmesinin temin edilmesidir. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğünün ve Mahkemenin ispat araçlarını sınırlandırıcı yorumu başvurucunun taşınmazın idari yoldan iadesi imkânından yararlanmasını kanunun öngördüğünün ötesinde güçleştirmiştir.

79. Sonuç olarak başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle getirilen iade imkânından yararlanmak amacıyla yaptığı başvurunun genelgede öngörülen belgelerin ibraz edilmediği gerekçesiyle reddedilmesinin kanuni bir temeli bulunmamaktadır. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

80. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

81. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

82. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.

83. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

84. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

85. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

86. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

87. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 10. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

88. Varılan ihlal sonucu, davanın otomatik olarak kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. Başvurucunun ibraz ettiği belgelerin içeriğinin incelenmesinden sonra işin esasıyla ilgili olarak ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.

89. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.139,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 10. İdare Mahkemesine (E.2011/662, K.2011/2118) GÖNDERİLMESİNE,

D. 239,50 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.139,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 2/11/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

SANASARYAN VAKFI BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/6264)

 

Karar Tarihi: 3/11/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 14/12/2022-32043

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Muammer TOPAL

 

 

Recai AKYEL

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Muhterem İNCE

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Sanasaryan Vakfı

Vekili

:

Av. Ali ELBEYOĞLU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, cemaat vakfının taşınmazının iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 21/2/2019 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Olayın Arka Planı

9. Başvurucu Sansaryan Vakfı (Vakıf) Rusya devleti tebaasından olan ve Ermeni milletine mensup Ağa Mugradiç Sanasariyen (Sansaryan) tarafından 1319 (1901) tarihinde Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim masraflarının karşılanması gayesiyle kurulmuştur. Vakfiyede vakfın tevliyesinin Ermeni milleti patriki her kim olursa ona ait olacağı belirtilmiştir.

10. İstanbul ili Fatih İlçesi Şeyh Mehmet Geylani Mahallesi'nde kâin 969 ada 5 parsel numaralı ve Sansaryan Hanı olarak adlandırılan taşınmaz -öncesinde nam-ı müstear adına kayıtlı iken- 26/5/1929 tarihinde kadastro komisyonu kararına istinaden Vakıf adına tescil edilmiştir.

11. İstanbul İl Özel İdaresi (İl Özel İdaresi) tarafından 1930 yılında E.1930/396 numarasıyla İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde başvurucuya karşı açılan dava sonucunda taşınmazın yönetimi İl Özel İdaresine devredilmiştir. Taşınmazın devri 7 Nisan 1341 (7/4/1925) tarihli ve 605 sayılı Evkaf Müdüriyeti Umumiyesinin 1341 Senesi Bütçe Kanunu'nun 4. maddesi hükmüne dayandırılmıştır. Başvurucu ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğünün İl Özel İdaresine karşı 1947 yılında ayrı ayrı açtıkları müdahalenin meni davaları İstanbul 1. Asliye Hukuk Mahkemesince reddedilmiştir.

12. Osmanlı Dönemi'nde ilk defa 16 Şubat 1328 (1912) tarihli "Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat" ile tüzel kişilere taşınmaz mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Bu nedenle gayrimüslim cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan taşınmazlar söz konusu düzenlemenin yürürlüğe girdiği 1912 yılına kadar üçüncü kişiler adına tescil edilmiş olup bu işleme de nam-ı müstear veya nam-ı mevhum denilmiştir. Anılan Kanun'la tüzel kişilere bu tarihten sonra taşınmazlarda temellük ve tasarruf imkânı sağlanmış, ayrıca tüzel kişilerin bu tarihte fiilen tasarrufları altında olup başkaları adına tapuya tescil ettirdikleri mallarının da kanunda öngörülen koşullar dâhilinde kendi adlarına tescil edilmesine olanak sağlanmıştır.

13. Cumhuriyet Dönemi öncesinde geniş bir uygulamaya sahip olan vakıf müessesesi, 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi'nin kabulünden sonra da varlığını sürdürmüştür. 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için ayrı bir tatbikat kanunu çıkarılması gerektiği, yeni kurulan vakıfların ise 743 sayılı Kanun'a tabi olacağı belirtilmiştir (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, B. No: 2014/4715, 15/6/2016, § 80).

14. Bu doğrultuda 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinde gayrimüslim cemaatlerce idare edilen vakıflar, mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunmak üzere mülhak vakıflar arasında sayılmıştır.

15. 2762 sayılı Kanun gereğince mülhak vakıf statüsüne giren başvurucu Vakfın statüsü, Vakıflar Umum (Genel) Müdürlüğünün (Genel Müdürlük) 18/11/1936 tarihli kararıyla amacına hizmet etme imkânının kalmaması ve tevliyesinin makama meşrut kılınması sebebiylemazbut vakıf olarak değiştirilmiştir.

16. İl Özel İdaresi 12/6/1950 tarihinde Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığına müracaat ederek taşınmazın adına tescil edilmesini talep etmiştir. Talep yazısında başvurucu ve İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü tarafından 1947 yılında açılan meni müdahale davalarında verilen ret kararlarına atıf yapılarak bu kararlarla taşınmazın İl Özel İdaresine ait olduğunun tespit edildiği ifade edilmiştir. Ancak talep 17/8/1950 tarihli yazıyla reddedilmiştir. Ret yazısında anılan kararlarda taşınmazın İl Özel İdaresine ait olduğuna dair bir tespitin bulunmadığı vurgulanmıştır. İl Özel İdaresi bunun üzerine 8/8/1951 tarihinde Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğüne başvurmuş, anılan Müdürlüğün bünyesindeki Tapu Komisyonunun 15/8/1951 tarihli kararıyla taşınmazın mülkiyetinin İl Özel İdaresine ait olduğu tespiti yapılmış ve tescil için gerekli işlemlerin yapılması amacıyla evrakın mahalline iadesine karar verilmiştir. Tapu Komisyonu kararında, Tapu Sicil Muhafızlığının talebi reddetmesinin 743 sayılı mülga Kanun'a uygun olmadığı ve 642. madde gereğince İl Özel İdaresinin talebinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir. Taşınmaz 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.

17. Genel Müdürlük, İl Özel İdaresine karşı 4/7/1985 tarihinde tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Davada, taşınmazın mülkiyetinin Vakfa ait olduğu, 10/9/1957 tarihli ve 7044 sayılı Aslında Vakıf Olan Tarihi Ve Mimari Kıymeti Haiz Eski Eserlerin Vakıflar Umum Müdürlüğüne Devrine Dair Kanun uyarınca Genel Müdürlüğe devri gerektiği savunulmuştur. Davalı İl Özel İdaresi ise taşınmazın 7044 sayılı Kanun kapsamına girmediğini savunmuştur. Davayı inceleyen İstanbul Yüksek Dereceli Hukuk Hâkimliğinin 26/6/1987 tarihli kararıyla taşınmazın Genel Müdürlük adına tesciline hükmedilmiştir. Kararda, davalı idarenin savunmasına itibar edilmediği ve 7044 sayılı Kanun hükümleri gözönünde tutularak davanın kabulü gerektiği vurgulanmıştır.

B. Tapu İptali ve Tescil Davasına İlişkin Süreç

18. Başvurucuyu temsilen Türkiye Ermenileri Patrikliği (Patriklik) 12/12/2011 tarihinde İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) Genel Müdürlük ve İl Özel İdaresi aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi lehine yapılan tescilin yolsuz olduğu ve taşınmazın mülkiyetinin hukuken Vakfa ait olduğu belirtilmiştir.

19. Mahkeme İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde görev yapan iki öğretim üyesinden hukuki mütalaa almıştır. 28/2/2014 havale tarihli bilirkişi raporunda özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Somut olayda Vakıf, zımmi olan ve Ermeni milletine mensup bir kişi tarafından Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulmuş ve tüzel kişilik kazanmış olup cemaat vakfı niteliğindedir.

ii. 2762 sayılı Kanun'un 1. maddesi uyarınca cemaatlerce idare olunan vakıfların mütevellileri tarafından yönetilmesi esası benimsenmiş ve bunlar mülhak vakıf kategorisinde kabul edilmiştir. Anılan maddede 31/5/1949 tarihli ve 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikle cemaatlere mahsus vakıfların bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Bu düzenleme dikkate alındığında 5404 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesinden önceki dönem açısından cemaatler tarafından idare edilen vakıflar ile mütevellilikleri bir makama şart koşulmuş vakıfların aynı kategoride yer almadığı ve cemaat vakıflarının her hâlükârda mülhak vakıf sayılması gerektiği anlaşılmıştır.

iii. Bazı Danıştay kararlarına göre bir vakfın mazbut vakıf sayılabilmesi için amacının fiilen imkânsız hâle gelip gelmediğine değil mal varlığı ve gelir durumunun amaca hizmet etmeyecek bir duruma düşüp düşmediğine bakılması gerekir. Dolayısıyla somut olaydaki Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasında dayanılan vakfın amacının fiilen imkânsız olduğu gerekçesinde hukuka uygunluk bulunmamaktadır.

iv. Bu çerçevede davacı Vakfın mazbut vakıflar arasına alınmasına ilişkin idari işlem hukuka aykırıdır. Ancak bu işlemin tabi olduğu geçersizlik yaptırımının mahiyetini tartışmak ve tespit etmek idare mahkemelerinin görevindedir.

20. Mahkeme 3/7/2014 tarihli kararla davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde olay ve olgular özetlendikten sonra kısaca şunlar ifade edilmiştir:

i. Dava konusu Vakıf, eğitime destek amacıyla İslam hukuku hükümlerine göre kurulmuş bir sosyal yardım vakfıdır. 1929 yılında yapılan kadastro çalışmalarında Vakfa ait olduğu tespit edilen taşınmazın yönetimi İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesince 605 sayılı Kanun'un 4. maddesine dayanılarak İl Özel İdaresine devredilmiş, ardından da taşınmaz 1952 yılında İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.

ii. 2762 sayılı Kanun'un 1. maddesine göre vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan vakıflar ile "Evkaf Nezareti" tarafından yönetilen vakıflar mazbut vakıf olarak tanımlanmıştır. Genel Müdürlüğün 18/11/1936 tarihli kararıyla amacına ulaşma imkânının kalmaması ve tevliyetin makama meşrut bulunması gerekçeleriyle Vakıf mazbut vakıflar arasına alınmıştır.

iii. Davacı vekili söz konusu idari işlemin yoklukla malul olduğunu, dolayısıyla işlemin iptali bakımından dava açılmasının gerekmediğini iddia etmiş ise de Vakfın mazbut vakıf sayılmasına dair işlemin tabi olduğu geçersizlik yaptırımının mahiyetiyle ilgili olarak değerlendirme yapması gereken merci idare mahkemesidir. Vakfın idare şeklinin kanun hükümleri uyarınca değişikliğe uğramadığı da dikkate alındığında davanın reddine karar vermek gerekmiştir.

21. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde dava dilekçesindeki iddialara ek olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Fener Rum Patrikhanesi/Türkiye (B. No: 14340/05, 8/7/2008) kararına atıfta bulunularak mülkiyet hakkının ihlal edildiği ileri sürülmüştür. Dilekçede ayrıca Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (İDDK) 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 kararından da söz edilerek cemaat vakıflarının mazbut vakıf olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir.

22. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi (Daire) 13/12/2017 tarihli kararıyla mahkeme kararını bozmuştur. Bozma kararının gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 1027. maddesinin birinci fıkrası uyarınca tapu kaydında mülkiyet hakkıyla ilgili değişiklikler ancak mahkeme kararı ile yapılabilir. Dava konusu taşınmazın 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına oluşturulan tescil kaydı mahkemenin mülkiyet hakkına ilişkin hükmü olmaksızın idari bir yazıya istinaden oluşturulmuştur. Genel Müdürlük adına yapılan tescil ise İl Özel İdaresi aleyhine açılan davada verilen hükme dayanmaktadır. Bu durumda idari kararla oluşan ilk tescil ile davacı Vakfın taraf olmadığı mahkeme kararıyla oluşan ikinci tescilin Vakfı bağlamayacağı gözetildiğinde her iki işlemin yolsuz tescil niteliğinde olduğunun kabulü gerekir.

ii. Somut olayda çekişme konusu taşınmaz kadastro çalışması sonucu 24/5/1929 tarihinde Vakıf adına tescil edilmiştir. Vakfın kurucusu Ermeni milletinden Ağa Muğradiç Sanasaryan olup vakfiyede Ermeni milletinin fakir çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanmasının amaçlandığı belirtilmiştir. Vakfın 743 sayılı mülga Kanun'dan önce kurulmuş ve tüzel kişilik kazanmış olması nedeniyle cemaat vakfı niteliğinde olduğu açıktır.

iii. 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 2. maddesiyle cemaat vakıfları mülhak vakıf statüsünden çıkarılmış ve ayrı bir vakıf türü olarak benimsenmiştir. Aynı Kanun'un 12. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile geçici 7. ve geçici 11. maddeleriyle cemaat vakıflarına yeni haklar tanınmıştır. Ne var ki Mahkemece davacı Vakfın cemaat vakfı olduğu ve yukarıda sözü edilen Kanun maddeleri uyarınca değerlendirme yapılması gerektiği gözardı edilerek sonuca gidilmiştir.

23. Genel Müdürlük, kararın düzeltilmesi talebinde bulunmuştur. Daire 12/12/2018 tarihli kararıyla kararın düzeltilmesi talebini kabul ederek bozma kararını kaldırmış ve Mahkeme kararını onamıştır. Kararın gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Bir hakkı dava etme yetkisi (dava hakkı) kural olarak o hakkın sahibine aittir. O hakkı dava etme yetkisinin kime ait olduğu ise tamamen maddi hukuk kurallarına göre belirlenir. Başka bir anlatımla davada taraf sıfatı, dava konusu subjektif hak (dava hakkı) ile taraflar arasındaki ilişkidir. Bu durumda dava konusu şey üzerinde kim veya kimler hak sahibi ise davayı da bu kişi ya da kişilerin açması gerekir.

ii. 5/6/1936 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Kanun'un 1/C maddesinde 1926 tarihinden önce vücut bulmuş vakıflardan mütevelliliği bir makama şart edilmiş olan vakıfların Genel Müdürlük tarafından idare olunacağı ve bunlara mazbut vakıflar denileceği hüküm altına alınmıştır. Vakfın vakfiyesine göre mütevelliliği Ermeni Patriğine şart edilmiş olduğundan Vakfın cemaat vakıflarından olmadığı sonucuna varılmaktadır. Bu durumda mazbut vakıf olan Vakfın idare ve temsilinin Genel Müdürlüğe geçtiğinin ve Türkiye Ermeni Patriğinin mütevelliliğinin de son bulduğunun kabulü gerekir.

iii. Bununla birlikte mazbut vakıfların idare ve temsilinin Genel Müdürlüğe verilmiş olması bu vakıfların mal varlığının da Genel Müdürlüğe geçtiği anlamına gelmez.

iv. Şu hâlde davalı Genel Müdürlüğün hem evveli vakıf malı olan dava konusu taşınmazın tapu kayıt maliki olması hem de Vakfın temsilcisi olması karşısında Genel Müdürlük ile Vakıf arasında çıkar çatışması bulunduğunun kabulü gerekir. Böyle bir dava ancak kayyım aracılığıyla açılabilir. Türkiye Ermeni Patriğinin davada mütevelli sıfatıyla Vakfı temsil yetkisinin olmadığına, dolayısıyla görülen davada davacı taraf sıfatı bulunmadığına göre davanın reddedilmesi -açıklanan gerekçeyle- sonucu itibarıyla doğrudur.

24. Nihai karar 23/1/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 21/2/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

25. 605 sayılı Kanun'un 4. maddesi şöyledir:

"Maksadı tesisleriyle mahalli sarfları tedris ve talim ve terbiye olarak kalan vakıf mebani ile vakıf arsaların idare ve nezareti, meşrtu lehlerinin mahiyetine göre, Maarif vekâleti ile idareyi hususiyelere tevdi ve bu kabil evkaf hakkında 19 mayıs 1327 tarihli kanun ahkâmı Maarif ve Dahiliye vekâletlerince tatbik olunur."

26. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ilk hâlinin ilgili kısmı şöyledir:

"4 birinci teşrin 1926 tarihinden önce vücut bulmuş vakıflardan

A - Bu kanundan önce zaptedilmiş bulunan vakıflar,

B - Bu kanundan önce idaresi zaptedilmiş olan vakıflar,

C - Mütevelliliği bir makama şartedilmiş olan vakıflar,

Ç - Kanunen veya fiilen hayri bir hizmeti kalmamış olan vakıflar,

D - Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerinden başkalarına şartedilmiş vakıflar,

Vakıflar umum müdürlüğünce idare olunur. Bunların hepsine birden (Mazbut vakıflar) denir.

A - Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerine şartedilmiş vakıflar,

B - Cemaatlarca idare olunan vakıflar,

C - Bazı sanat sahiblerine mahsus vakıflar,

Mütevellileri veya seçilmiş heyetleri tarafından idare olunur. Bunların hepsine birden (Mülhak vakıflar) denir.

..."

27. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı tarihteki hâlinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

 (Ek Fıkra 2.1.2003-4778 s. Kanun.) Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.

..."

28. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

29. 743 sayılı mülga Kanun'un 933. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi şöyledir:

"Haklı bir sebep olmaksızın yapılan bir tescil veya tescilin tadil veya terkini ile ayni hakları haleldar olan kimse, kaydın terkinini veya tadilini istiyebilir."

30. 743 sayılı mülga Kanun'un 935. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Alakadarlar tahriren muvafakatlerini beyan etmedikleri halde mahkeme kararı olmadıkça tapu sicil memuru, hiç bir tashih icra edemez."

31. 743 sayılı mülga Kanun'un -Tapu Komisyonu kararında atıfta bulunulan- 642. maddesi şöyledir:

"Bir şeye temellük etmek hakkını hibe gibi bir sebeple iktisap etmiş olan kimse tescil muamelesinin icrasını malikinden talep edebilir. İmtina halinde mülkiyetin kendisine aidiyetine karar verilmesini hakimden istiyebilir.

İhraz ve işgal, intikal, istimlak cebri icra ve mahkeme ilamiyle bir gayrimenkulün mülkiyetini iktisap eden kimse; doğrudan doğruya tescil muamelesini yaptırabilir.

Karı koca malları hakkındaki usul icabı olarak vuku bulan mülkiyet tebeddülleri sicilli mahsusuna kayıt ve ilan edilmesini müteakip resen tapu siciline de kaydolunur."

32. 4721 sayılı Kanun'un 1025. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş veya bir tescil yolsuz olarak terkin olunmuş ya da değiştirilmiş ise, bu yüzden aynî hakkı zedelenen kimse tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebilir"

33. 4721 sayılı Kanun'un 1027. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"İlgililerin yazılı rızaları olmadıkça, tapu memuru, tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir."

34. İDDK'nın 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...

Dava, Vakıflar Genel Müdürlüğü Vakıflar Meclisi'nin davacı vakfın kanunen ve fiilen hayri bir hizmetinin kalmadığından bahisle mazbut vakıflar arasında alınmasına ilişkin 22.1.1997 günlü, 71/116 sayılı kararının iptali istemiyle açılmıştır.

...

Vakıf, en genel anlamıyla, bir mal veya mülkün, satılmamak koşuluyla, bir hayır işine tahsis edilmesini; başka bir ifadeyle, bir mülkün menfaatlerinin hayri, sosyal veya kültürel hizmetlere özgülenmesini, böylece özel mülkiyetten çıkarılarak kamunun mülkiyetine geçirilmesini ifade eder. Bu yönüyle kişi ile toplum arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen bir sosyal yardım kurumu niteliğindeki vakıflara, tarihte ne kadar geriye gidilirse gidilsin, yerleşik düzene geçmiş insan topluluklarında, tüm uygarlıklarda ve dinlerde rastlanması olanaklı ise de, vakıf kurumu, vakfı 'bir aynı Allah'ın mülkü hükmünde olmak ve menfaatleri halka ait olmak üzere hapis ve tevkif etmek' olarak tanımlayan İslam Hukuku içinde gelişmiştir. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Müslüman olmayan tebaanın (cemaatlerin) dahi İslam Hukuku'nun benimsendiği biçimiyle vakfiye düzenleyerek vakıf kurma olanaklarının bulunduğu görülmektedir. Ancak bu dönemde, Müslüman olmayan tebaa, ayrı bir vakıf kurmak yerine, inanç ve geleneklerine göre kendi cemaatlerinin manevi kişiliği lehine yükümlü bağışlama yapmayı benimsemiş; Padişah Fermanı (Buyruk) ve İrade-i Mahsusa (Özel İzin) ile bu cemaatlerin kilise, manastır, sinagog, papaz evi, mezarlık, okul ve hastane gibi dini, hayri ve ilmi kurumlar oluşturmasına izin verilmiş ve bunlar cemaat mensuplarının sözü edilen yükümlü bağışlarıyla hizmetini sürdürmüş, yaşatılmıştır. Hatta 16 Şubat 1328 (1912) tarihli 'Eşhası Hükmiyenin Emval'i Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun-u Muvakkat'ın 3. maddesiyle cemaatlerin kendi dini, ilmi ve hayri kuruluşlarının doğrudan doğruya mal edinmesine ve daha önce edindikleri taşınmaz malların tapu kayıtlarını kendi adlarına tahsis etmelerine olanak tanınmıştır.

864 sayılı 'Kanunu Medeninin Sureti Mer'iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde 'Kanunu Medeni'nin mer'iyete vaz'ından makaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.' hükmüne yer verilerek, 743 sayılı Medeni Yasa'nın yürürlüğe girdiği 4.10.1926 tarihinden önce kurulmuş vakıfların bu Medeni Yasa'ya tabi olmaları uygun bulunmamış; 864 sayılı Yasa'nın 8. maddesinde sözü edilen düzenleme 13.12.1935 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Yasası'yla gerçekleştirilmiştir.

2762 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin ikinci fıkrasında 'cemaatlerce idare olunan vakıflar'ın mütevellileri tarafından yönetilmesi esası benimsenerek, bunlara 'mülhak vakıf' denileceği belirtilmiştir. Böylece varlıkları İslam/Osmanlı Hukuku'na dayanan ve Lozan Andlaşmasıy'la korunan, Türkiyede'ki Müslüman olmayan Türk uyruklu azınlıklara ait olan dini, ilmi ve hayri kurumlar 'mülhak vakıf' tüzel kişiliğine dönüştürülmüş; 2762 sayılı Yasa'nın geçici 1. maddesinin (a) fıkrası uyarınca vermiş oldukları beyannameler de bu vakıfların vakfiyesi yerine geçmiştir.

Bununla birlikte 31.5.1949 günlü, 5404 sayılı Yasa'yla 2762 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin ikinci fıkrası yeniden düzenlenerek, mütevelliliği vakfedenlerin ferilerle şart edilmiş vakıflara 'mülhak vakıf' denileceği ifade edilerek, cemaatlere mahsus vakıfların ise bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Böylece, Medeni Yasa öncesi mevcut vakıflar mazbut ve mülhak vakıfların yanı sıra, hukuksal nitelikleri ve yönetim biçimlerinin farklılıkları nedeniyle bunlardan ayrılan 'cemaat vakıflar' olarak tasnif edilmiştir. Nitekim 5404 sayılı Yasa'nın 'Gerekçe'sinde ve bu Yasa'ya ilişkin TBMM İçişleri Komisyonu, Maliye Komisyonu ve Adalet Komisyonu raporlarında da, getirilen düzenlemeyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinden çıkarıldığı açıkça vurgulanmıştır.

Bu çerçevede, 2762 sayılı Yasa'nın Medeni Yasa öncesi mevcut vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının, ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına olanak kalmamıştır.

Esasen 2762 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin birinci fıkrasıyla; 4 Birinci Teşrin 1926, yani Medeni Yasa'nın yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce oluşturulan vakıflardan, vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan vakıflar ile 'Evkaf Nezareti' tarafından yönetilen vakıflar (daha önce zabtedilmiş, idaresi zabtedilmiş, mütevelliliği bir makama şartedilmiş, mütevelliliği vakfedenlerin fer'ilerinden başkalarına şart edilmiş ve kanunen veya fiilen hayri bir hizmeti kalmamış vakıflar) 'mazbut vakıflar' olarak tanımlanmış; böylece bu vakıflar tek bir tüzel kişilik altında toplanarak, temsili, idaresi ve denetimiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü görevlendirilmiştir. Başka bir ifadeyle mazbut vakıflar yönünden 2762 sayılı Yasa'nın kapsamı gösterilmiştir. Dolayısıyla, 2762 sayılı Yasanın 1. maddesi, Medeni Yasa öncesi mevcut vakıfların o tarihteki durumları itibariyle ayrımını ve beş bentte belirtilen haller saptandığında mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yönetilmesini öngörmekte; Medeni Yasa öncesi mevcut vakıfların 2762 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonraki durumlarının değerlendirilmesine olanak vermemektedir.

Bu nedenle, Medeni Yasa öncesi mevcut vakıfların, 2762 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonraki durumlarının, anılan Yasanın 1. maddesine göre değil, diğer maddelerine göre değerlendirilmesi gerektiğinden, 1936 yılında verdiği beyannameden sonra kesintisiz olarak faaliyetine devam eden davacı vakfın 2762 sayılı Vakıflar Yasası'nın 1/D maddesi kapsamında mazbut vakıflar arasına alınmasına olanak bulunmamaktadır.

Öte yandan, vakıflarda fiilen hayri bir hizmetin kalmadığından söz edebilmek için, vakfın malvarlığı ve gelir durumunun amacına hizmet edemeyecek bir dereceye düşmüş olması gerekir. Dava dosyasının incelenmesinden, Beyoğlu Üçüncü Noteri'nce onaylı bulunan ve Osmanlıcadan tercüme edilen Servet Beyanından, vakıf yerinin Padişah izni ile Rum yetimlerine hane olmak üzere Rum Patrikhanesi'ne ayrılmış olduğu, Defter-i Hakani'de de Rum yetimler namına kaydolunduğu, 1936 yılında vermiş olduğu beyannamede ismi 'Büyükadada kain Rum Erkek Yetimhanesi' olarak belirlenen ve bir cemaat vakfı olan davacı vakfın, İstanbul Firuzağa, Beyoğlu Kamer Hatun, Beyoğlu Kalyoncukulluk, Beyoğlu Şahkulu, Büyükada Yalı Mahallesi, Büyükada Karanfil Sokak ve Heybeliada İsmet İnönü caddesinde bir çok taşınmazı bulunduğu, davacı vakfa ait yetimhanenin 1980'li yılların başında kapatılmakla birlikte bazı öğrencilere burs adı altında çeşitli yardımlar yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu haliyle, bir çok taşınmazı bulunduğu ve bazı öğrencilere burs verdiği anlaşılan davacı vakfın, yetimhanesinin kapatılması nedeniyle fiilen hayri bir hizmetinin kalmadığı kabul edilemez. Dolayısıyla dava konusu işlemde bu yönden de hukuka uyarlık bulunmamaktadır.

..."

B. Uluslararası Hukuk

35. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

36. AİHM'in Fener Rum Patrikliği/Türkiye ( B. No: 14340/05, 15/6/2010) kararına konu olayda başvurucu 1902 yılında satın aldığı taşınmazı 1903 yılında Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfının kullanımına sunmuştur. 2762 sayılı Kanun uyarınca mülhak vakıf sayılan söz konusu vakıf Genel Müdürlüğün 22/1/1997 tarihli işlemiyle mazbut vakıf statüsüne alınmıştır. Vakfın bu işleme karşı idari yargıda açtığı dava reddedilmiştir. Genel Müdürlük 16/3/1999 tarihinde vakfı temsilen başvurucu aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Asliye hukuk mahkemesi talebi kabul ederek başvurucu adına olan tapuyu iptal etmek suretiyle taşınmazın vakıf adına tesciline karar vermiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 6-23). AİHM söz konusu olayda başvurucunun tapusunun iptal edilmesini mülkiyet hakkına bir müdahale olarak kabul etmiş ve tapunun tazminat ödenmeksizin iptal edilmesinin mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kıldığı sonucuna ulaşarak mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 83-92).

37. AİHM anılan kararda Sözleşme'nin 41. maddesinin uygulanması hususunu saklı tutmuştur. Başvurucunun Sözleşme'nin 41. maddesi kapsamında yaptığı başvuruyu 15/6/2010 tarihinde karara bağlayan AİHM, somut olaydaki ihlalin giderimi için en uygun yolun taşınmazın iadesi olduğunu belirterek Hükûmetin tazminat ödenmesinin yeterli olacağı savını itibar edilebilir olarak görmemiştir. AİHM sonuçta giderim olarak taşınmazın başvurucu adına tescil edilmesine hükmetmiştir (Fener Rum Patrikliği/Türkiye, §§ 26-35).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

38. Anayasa Mahkemesinin 3/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

39. Başvurucu;

i. Vakfın Ermeni çocuklarının eğitim ve öğretim ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla kurulduğunu ve tek mütevellisinin Patriklik olduğunu belirtmiştir. Vakfın cemaat vakfı niteliğinde olduğunda kuşku bulunmadığını ifade etmiştir.

ii. 5237 sayılı Kanun'la cemaat vakıflarının mülhak vakıflar arasından çıkarıldığını ve mal edinmelerinin önündeki hukuki engellerin kaldırıldığını vurgulamıştır. Nitekim Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 4/12/2008 tarihli ve E.2007/99, K.2008/2201 sayılı kararında cemaat vakıflarının mazbut vakıflar arasına alınamayacağının belirtildiğine işaret etmiştir.

iii. Vakfın hayra yönelik ve fiilî bir amacının kalmadığı gerekçesinin gerçeği yansıtmadığını savunmuş, Ermeni toplumuna ait okullarda toplam 3.000 öğrencinin eğitim ve öğretim gördüğünü, bu okulların maddi imkânsızlıklar nedeniyle sürekli bütçe açığı verdiğini iddia etmiştir.

iv. İl Özel İdaresi adına 1952 yılında yapılan tescilin herhangi bir mahkeme kararına dayanmaması sebebiyle 4721 sayılı Kanun'un 1025. maddesi uyarınca yolsuz tescil hükmünde olduğunu belirtmiştir. Nitekim Dairenin 13/12/2017 tarihli bozma kararında da İl Özel İdaresi adına yapılan tescilin yolsuz olduğuna işaret edildiğini ifade etmiştir.

v. Vakfın statüsünün mazbut vakıf şeklinde değiştirilmesine ilişkin işlemin yok hükmünde olduğunu savunmuştur. Fener Rum Patrikhanesi/Türkiye kararının bu görüşünü desteklediğini iddia etmiştir. Sonuç olarak mülkiyet hakkının ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

40. Bakanlık görüşünde; ihtilaf konusu taşınmazın 4/11/1987 tarihinde kesinleşen mahkeme kararıyla Genel Müdürlük adına tescil edildiği, dolayısıyla başvurunun zaman bakımından Anayasa Mahkemesinin yetkisinin kapsamında olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Bakanlık ayrıca kayyım aracılığıyla yeni bir davanın açılmasının mümkün olduğu gözetildiğinde başvuru yollarının tüketilip tüketilmediğinin tartışılması gerektiğini ifade etmiştir.

41. Başvurucu; Bakanlık görüşüne karşı beyanında Genel Müdürlük adına yapılan tescilin yolsuz olduğunu, dolayısıyla mülkiyetin kaybedilmediğini ve başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında olduğunu ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

42. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

43. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü taşınmazının iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun adil yargılanma hakkıyla ilgili olarak ileri sürdüğü şikâyetlerinin de mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

a. Kişi Bakımından Yetki

44. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un "Bireysel başvuru hakkına sahip olanlar" kenar başlıklı 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesi şöyledir:

"(1) Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

 (2) ... Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir."

45. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) "Başvurucunun temsili" kenar başlıklı 61. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"Bireyselbaşvuru,bizzatbaşvurucu,kanunitemsilcisiyadaavukatıtarafından yapılabilir. Avukat veya kanuni temsilci aracılığıyla yapılan başvurularda temsile dair yetki belgesinin sunulması zorunludur."

46. 6216 sayılı Kanun’un 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

47. Buna göre bir kişinin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmesi için üç temel ön koşulun birlikte bulunması gerekmektedir. Bunlar, başvuruya konu edilen kamu gücü eylem veya işleminden ya da ihmalinden başvurucunun güncel bir hakkı nedeniyle kişisel olarak ve doğrudan etkilenmesidir. Bu çerçevede ortaya çıkan sonuç nedeniyle başvurucunun mağdur olduğunu ileri sürmesi gerekir (Onur Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, § 42).

48. Kamu gücü işleminin mağduru olanın tüzel kişi olması hâlinde başvurunun tüzel kişinin kanuni temsilcisi tarafından yapılması gerekir. Kanuni temsilcinin kim olduğu söz konusu tüzel kişiliğin mahiyetini düzenleyen kanun veya kanunlara bakılarak tespit edilir.

49. Somut olayda bireysel başvuru, Vakfı temsilen Patriklik tarafından yapılmıştır. Vakfın mahiyeti taraflar arasında tartışmalı olsa da tüzel kişiliği haiz olduğu noktasında bir tereddüt bulunmamaktadır. Kamu otoriteleri ile başvurucu arasındaki ihtilaf Vakfın kanuni temsilcisinin kim olduğuna ilişkindir. Vakfın kanuni temsilcisinin kim olduğu meselesi işin esasıyla bağlantılı olduğu için Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunup bulunmadığı hususunun esasla birlikte değerlendirilmesi uygun görülmüştür.

b. Zaman Bakımından Yetki

50. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin de tartışılması gerekmektedir. Nitekim Bakanlık da zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerektiğini belirtmiştir.

51. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

52. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:

"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."

53. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).

54. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

55. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğü girdiği 23/9/2012 tarihten önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda AİHM kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toplanması mümkündür:

i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.

ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.

iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.

iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.

56. Somut olayda taşınmaz -önceki tarihlerde nam-ı müstear adına kayıtlı olsa da- 26/5/1929 tarihinde Kadastro Komisyonu kararına istinaden Vakıf adına tescil edilmiştir. Bununla birlikte İl Özel İdaresinin Genel Müdürlüğe başvurusu üzerine taşınmaz, idari bir karara dayanılarak 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir.

57. 743 sayılı mülga Kanun'un 935. maddesi ile 4721 sayılı Kanun'un 1027. maddesi uyarınca ilgililerin yazılı rızaları olmadıkça tapu memuru tapu sicilindeki yanlışlığı ancak mahkeme kararıyla düzeltebilir. Buna göre idari bir kararla tapu sicilindeki yanlışlıklar tashih edilemez. Nitekim Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığı, İl Özel İdaresinin tescil talebini uygun bulmayarak reddetmiştir. Ne var ki Genel Müdürlük bünyesindeki Tapu Komisyonu, İl Özel İdaresinin talebini kabul etmiş ve 15/8/1951 tarihli kararla taşınmazın mülkiyetinin İl Özel İdaresine ait olduğunu tespit etmiştir. Tapu Komisyonunun anılan kararında Eminönü Tapu Sicil Muhafızlığının kararının 743 sayılı mülga Kanun'a uygun olmadığı belirtilmiş ve 642. madde gereğince İl Özel İdaresinin talebinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir.

58. Tapu Komisyonu kararında sözü edilen 642. maddenin olayla ilgisinin kurulması mümkün görülmemiştir. Zira somut olayda ihraz ve işgal, intikal, istimlak, cebrî icra ve mahkeme ilamı gibi mülkiyetin tescilden önce kazanıldığı hâllerden birinin bulunmadığı açıktır. Bu durumda Tapu Komisyonu kararında tapu sicilinin idari yolla düzeltilmesinin kanuni dayanağıyla ilgili olarak yeterli bir açıklama yapıldığının kabulü mümkün görülmemiştir.

59. 743 sayılı mülga Kanun'un 935. maddesi ile 4721 sayılı Kanun'un 1027. maddesi de dikkate alındığında bu koşullarda 10/6/1952 tarihli tescilin kanuna uygun olmadığı ve dolayısıyla yolsuz olduğu ilk bakışta anlaşılabilecek niteliktedir. Nitekim Dairenin 13/12/2017 tarihli kararında da tescilin yolsuz olduğu açıkça ifade edilmiştir. Karar düzeltme aşamasında Daire, bozma kararını kaldırmış ise de bu durum 10/6/1952 tarihli tescilin yolsuz olduğuyla ilgili görüşünü değiştirdiği anlamına gelmemektedir. Dairenin bozma kararını kaldırmasının sebebi Patrikliğin Vakfı temsilen dava açma yetkisinin bulunmadığı görüşünde olmasıdır.

60. Tescilin yolsuz olması hâlinde mülkiyetin intikalinin hukuka uygun olduğunun kabulü mümkün değildir. Nitekim 743 sayılı mülga Kanun'un 933. maddesi ile 4721 sayılı Kanun'un 1025. maddesinde bir ayni hakkın yolsuz olarak tescil edilmesi veya bir tescilin yolsuz olarak terkin olunması ya da değiştirilmesi hâlinde ayni hakkı zedelenen kimsenin tapu sicilinin düzeltilmesini dava edebileceği belirtilmiştir. Anılan maddelerde yolsuz tescil nedeniyle açılacak davalarda herhangi bir süre sınırı da öngörülmemiştir.

61. Diğer taraftan Genel Müdürlüğün, İl Özel İdaresine karşı 4/7/1985 tarihinde açtığı tapu iptali ve tescil davası sonucunda taşınmaz Genel Müdürlük adına tescil edilmiş ise de -Dairenin 13/12/2017 tarihli kararında da ifade edildiği üzere- başvurucu anılan davanın tarafı olmadığından kararın başvurucu yönünden kesin hüküm teşkil etmesi mümkün değildir. Ayrıca kamu otoritesi olarak hareket eden ve tüm bu süreçlerden zaten haberdar olan Genel Müdürlüğün iyi niyetli üçüncü kişi olarak kabulü de olanaksızdır.

62. Sonuç olarak yolsuz ve hukuka açıkça aykırı olarak yapılan tescil nedeniyle başvurucunun mülkiyet hakkını kaybetmesi söz konusu olamayacağından başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı anlaşılmaktadır.

c. Diğer Kabul Edilebilir Şartları Yönünden

63. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

64. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

65. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

66. Somut olayda başvurucunun iadesini talep ettiği taşınmazın 26/5/1929 tarihinde başvurucu adına tescil edildiği hususunda tereddüt bulunmamaktadır. 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına yapılan tescilin yolsuz olduğuna dair yukarıdaki açıklamalar da gözetildiğinde başvurucunun mevcut mülkünün bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

67. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

68. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

69. Başvurucunun taşınmazı 10/6/1952 tarihinde İl Özel İdaresi adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

70. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

71. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.

72. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

73. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).

74. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

75. Bir uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarının ve özellikle müdahalenin kanuni dayanağını oluşturan kanun hükümlerinin yorumlanması derece mahkemelerinin takdirindedir. Derece mahkemelerince, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağını oluşturduğu ifade edilen hükümlerle ilgili olarak geliştirilen yorumların isabetli olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte derece mahkemelerinin yorumlarının kanunun açık lafzıyla çelişki içinde olduğu veya kanun metni dikkate alındığında bireyler tarafından öngörülmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaşıldığı hâllerde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılması mümkündür (mahkemeye erişim hakkı yönünden benzer değerlendirme için bkz. Ziya Özden, B. No: 2016/67737, 19/11/2019, § 59).

76. Somut olayda Vakıf adına mütevellisi Türkiye Ermeni Patrikliğinin açtığı tapu iptali ve tescil davası, Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Mahkeme Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasına ilişkin Genel Müdürlük işleminin idari yargı yerlerince iptal edilmedikçe veya Vakfın statüsüne ilişkin olarak yasal bir değişiklik yapılmadıkça davanın kabulünün mümkün olmadığını belirtmiştir. Kararı karar düzeltme aşamasında onayan Daire ise Vakfın mütevelliliğinin bir makama şart edilmiş olması sebebiyle cemaat vakfı olarak kabul edilemeyeceğini vurgulamıştır. Daire Vakfın mazbut vakıf statüsüne alınmasıyla Patrikliğin temsil yetkisinin sona erdiğini ve taraf sıfatının bulunmadığını kabul etmiştir. Daire bu gerekçeyle davanın reddinin hukuka uygun olduğunu ifade etmiştir.

77. Bu durumda davanın reddedilmesinin asıl sebebinin Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığının düşünülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Öncelikle vurgulanmalıdır ki bireysel başvuruya konu davanın asıl tarafı Vakıftır ve Patriklik onun temsilcisi mahiyetindedir. Ayrıca Vakfın hukuki varlığıyla ilgili bir ihtilaf bulunmamaktadır. Tartışma, Vakfın statüsü ve kim tarafından temsil edilebileceğiyle ilgilidir.

78. Tüzel kişiler kural olarak kanunlarda öngörülen temsil organları aracılığıyla dava açabilir, aleyhlerine açılan davalara cevap verebilir. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde Osmanlı Dönemi'nde kurulan vakıflar; mülhak vakıf, mazbut vakıf ve cemaat vakfı şeklinde üçe ayrılmıştır. Anılan maddede cemaat vakıflarında vakfiyeye göre vakfı yönetmeye ve temsile yetkili kişinin vakıf yöneticisi olduğu belirtilmiştir. 5737 sayılı Kanun'un 6. maddesinde mazbut vakıfların Genel Müdürlük tarafından yönetileceği ve temsil edileceği, cemaat vakıflarının yöneticilerinin ise mensuplarınca kendi aralarından seçileceği hükme bağlanmıştır. Görüldüğü üzere mazbut vakıflarda temsil yetkisi Genel Müdürlüğe ait iken cemaat vakıflarında bu yetki büyük ölçüde vakfiyeye ve mensuplarının seçimle ortaya çıkan iradesine göre belirlenmektedir. Şu hâlde somut olayda başvurucu Vakfın statüsü büyük önem taşımaktadır.

79. Vakıfların statüsünü tespit etmek kural olarak Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bu mesele öncelikle derece mahkemelerinin değerlendireceği ve karara bağlayacağı bir husustur. Bununla birlikte somut olayda vakfın statüsünün tespiti mülkiyet hakkının kullanımı yönünden hayati önemi haiz olduğundan derece mahkemelerinin yaptığı değerlendirme ve ulaştıkları sonuçlar Anayasa Mahkemesince sıkı bir biçimde denetlenecektir.

80. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ilk hâlinde cemaat vakıfları mülhak vakıf kategorisinde sayılmıştır. 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikten sonra cemaat vakıfları mülhak vakıflar arasından çıkartılmıştır. Buna göre cemaat vakıfları bunlar tarafından seçilen kişi veya kişilerce idare edilir. 2762 sayılı Kanun'un 1. maddesinde "kanunen veya filen hayrî bir hizmeti kalmamış olan vakıflar" ile "mütevelliği bir makama şart edilmiş olan vakıflar"ın mazbut vakıf sayılacağı belirtilmiş ise de bunun cemaat vakıflarını kapsadığına dair açık bir düzenleme bulunmamaktadır. Kuralda, cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinde olduğu açıkça düzenlenmişken Genel Müdürlüğün idari bir kararla bunların statüsünü değiştirme yetkisi olduğunun kabulü oldukça zorlama ve öngörülemez bir yorum olur.

81. Bununla birlikte 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinde 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişikliğe dikkat çekmek gerekir. 5404 sayılı Kanun'la cemaat vakıfları mülhak vakıflardan ayrı bir kategori olarak düzenlenmiştir. Genel Müdürlüğün 8/11/1936 tarihli işlemiyle başvurucu Vakıf mazbut vakıf statüsüne alınmış ise de 1949 tarihinde yürürlüğe giren 5404 sayılı Kanun'dan sonraki durumun ne olduğu Mahkeme ve -nihai kararda- Daire tarafından tartışılmış değildir. İDDK'nın yukarıda alıntılanan kararında vurgulandığı üzere 5404 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikten sonra ayrı bir kategori olarak kabul edilen cemaat vakıflarının Genel Müdürlük tarafından değil mensuplarının seçtiği kişi veya kurullar tarafından yönetilmesi öngörülmüştür. Kararda, değişikliğin gerekçesine de atıfta bulunularak 2762 sayılı Kanun'un 1926 yılı öncesinde mevcut olan vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Genel Müdürlükçe idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına olanak kalmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

82. İDDK'nın anılan kararı başvurucu tarafından derece mahkemelerinin bilgisine sunulmuş ancak anılan mahkemelerce bu kararla ilgili olarak herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır. Daire 13/12/2017 tarihli kararıyla ilk derece mahkemesi kararını bozarken 5737 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf statüsünden çıkarıldığını ve ayrı bir vakıf türü olarak benimsendiğini belirtmiş; Genel Müdürlüğün Vakfı mazbut vakıf statüsüne alan işlemine ise hukuksal değer atfetmemiştir. Bozma kararında Vakfın cemaat vakfı mahiyetinde olduğu açıkça kabul edilmiştir. Buna karşılık karar düzeltme aşamasında Daire bu görüşünden dönerek Vakfın mazbut vakıf statüsünde olduğu kanaatine varmıştır. Daire, bu görüşüyle bağlantılı olarak Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin ve vakıf adına talepte bulunma hakkının bulunmadığına karar vermiştir.

83. Belirtmek gerekir ki Dairenin bu kabulü kanunun lafzından çıkarılması mümkün olmayan, oldukça genişletici ve öngörülemez bir yoruma dayanmaktadır. 743 sayılı mülga Kanun'un kabul edildiği 1926 yılından sonra yürürlüğe giren konuyla ilgili tüm mevzuatta cemaat vakıfları mazbut vakıflardan ayrı bir kategori olarak kabul edilmiştir. 2762 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 1935 yılı ile 5404 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 1949 yılı arasındaki dönemde cemaat vakıfları mülhak vakıflar arasında sayılsa da bunlar hiçbir dönemde mazbut vakıf olarak kabul edilmemiştir. Öte yandan bir an için Genel Müdürlüğün 1936 tarihli işleminin tartışılmaya açılamayacağı kabul edilse bile 1949 ve sonrası dönemde cemaat vakıfları lehine yapılan çok sayıda yasal değişikliğe karşın bu Vakfın statüsünün hâlen mazbut vakıf olarak devam ettiğinin düşünülmesi de oldukça daraltıcı bir yorum olur.

84. Hak ve özgürlükleri sınırlandıran hükümlerin kamu makamlarınca geniş yorumlanması bireyler açısından öngörülemez sonuçlar doğurabilir. Türk anayasal sisteminde hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı düzenleme yapma yetkisi yasama organına aittir. Hak ve özgürlüğü kısıtlayıcı bir kanunun kapsamını genişletici yorum ve uygulamalar kanun koyucunun getirmediği bir sınırlandırmanın idari ve yargısal makamlarca ihdas edilmesi sonucunu doğurabilir. Demokrasilerde hangi hakkın ne ölçüde sınırlanacağına bürokrasi veya yargı değil yasama organları karar verir. Bu açıdan hak ve özgürlükleri sınırlandıran kurallara ilişkin yorum ve uygulamaların kuralın kapsamını genişletici nitelikte olmaması ve öngörülebilir sınırlar içinde kalması önem taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle derece mahkemelerinin hak ve özgürlükleri sınırlayıcı kuralların kapsamının geniş yorumlanması hususunda oldukça ihtiyatlı davranması gerekir. Aksi durum keyfî uygulamaların yaygınlaşmasına ve bireylerin kamu otoritelerine karşı güvencesiz bir konuma düşmesine yol açar (bazı farklarla birlikte bkz. M.B. [GK], B. No: 2018/37392, 23/7/2020, § 104).

85. Bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde Vakfın mazbut vakıf olarak kabulünün ve buna bağlı olarak Patrikliğin Vakfı temsil yetkisinin bulunmadığının değerlendirilmesinin kanun hükümlerinin öngörülebilir olmayan genişletici yorumuna dayandığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılmıştır. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

86. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

87. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

88. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.

89. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

90. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

91. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

92. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

93. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

94. Varılan ihlal sonucu, davanın otomatik olarak kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. İşin esası incelendikten sonra ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.

95. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 13. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2011/682, K.2014/324) GÖNDERİLMESİNE,

D. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 3/11/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

SİNA AZİZ MANASTIRI VE BAŞPİSKOPOSLUĞU (TUR-U SİNA MANASTIRI) BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/26955)

 

Karar Tarihi: 14/12/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 5/5/2023-32181

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

 

 

Kenan YAŞAR

 

 

Muhterem İNCE

Raportörler

:

Eren Can BENAKAY

 

 

Heysem KOCAÇİNAR

Başvurucu

:

Sina Aziz Manastırı ve Başpiskoposluğu (Tur-u Sina Manastırı)

Vekili

:

Av. Hülya BENLİSOY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; kilise binası ve arazisinden oluşan ve mazbut vakıf statüsüne alınan mal topluluğunun yabancılık unsuru taşıyan vakfa iade edilmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargısal sürecin uzun sürmesi nedeniyle de adil yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 6/9/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.

8. İkinci Bölüm başvurunun Genel Kurul tarafından incelenmesine karar vermiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

9. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

A. Uyuşmazlığın Arka Planı

1. Cemaat Vakıflarına İlişkin Tarihsel Süreç

10. Osmanlı Devleti 7 Sefer sayılı 1284 (1868) tarihli Kanun'la yabancı gerçek kişilere taşınmaz edinme hakkı tanımıştır. 16/2/1328 (1912) tarihli Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanun-u Muvakkat ile öncelikle belediyeler ve derneklere, aynı Kanun'un 3. maddesi ile Osmanlı cemaat ve hayır kurumlarına taşınmaz mal edinme hakkı tanınmıştır. Anılan Kanun'un geçici fıkrasında "Osmanlı Cemaati ve Müessesatı Hayriyesi tarafından şimdiye kadar nam-ı müstear ile ... tasarruf oluna gelen gayrimenkullerin bu kanunun neşir ve ilamından itibaren 6 ay zarfında müracaatları halinde müesseseler namına kaydının tashih olunacağı..." hükmü kabul edilmiştir.

11. Ancak cemaat vakıfları ya da azınlık vakıfları olarak adlandırılan vakıfların bu tarihten uzun yıllar önce fiilen taşınmaz edindiği tartışmasızdır. Bu dönem içinde cemaat vakıflarının sahip oldukları gayrimenkulleri güven duydukları gerçek kişiler (nam-ı müstear) ya da nam-ı mevhum olarak adlandırılan uzun yıllar önce ölmüş din büyükleri adına tescil ettirdikleri 1328 (1912) tarihli Kanun'un geçici fıkrasından açıkça anlaşılmaktadır.

12. Dinî yerlerin bu vakıflara tahsis edilmesi için padişahın bu hususu uygun görmesi ve ilgili taşınmazı bu vakfa tahsis etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla cemaat vakıflarının kuruluşu ancak padişah fermanı ile mümkün olup bu durum bu tür vakıfların çoğunlukla alelade vakıflardan farklı olarak bir vakıf senedine sahip bulunmaması anlamına gelmektedir.

13. 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı mülga Türk Kanunu Medenisi ile aynı tarihte yürürlüğe giren 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı mülga Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun ile 743 sayılı mülga Kanun'un yürürlük tarihinden önce mevcut vakıflar için ayrı bir düzenleme yapılacağı ve bu tarihten sonra vücuda getirilecek vakıfların 743 sayılı mülga Kanun'a uygun olması gerektiği hususları düzenlenmiştir.

14. Nitekim 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu 13/6/1935 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 2672 sayılı mülga Kanun'da vakıflar iki başlık altında kategorize edilmiştir. Buna göre vakfedenin soyundan gelen özel bir yöneticisi olmayan ve Evkaf Nezareti tarafından yönetilen vakıflar mazbut vakıflar olarak adlandırılırken vakfiyesine göre mütevellisi (yöneticisi) belirlenebilen vakıflar da mülhak vakıflar olarak adlandırılmıştır. Öte yandan 2762 sayılı mülga Kanun'da cemaat vakıflarının tamamı mülhak vakıflar statüsünde kabul edilmiştir.

2. 1936 Beyannamesi

15. 2762 sayılı mülga Kanun'un 44. maddesinde vakıfların tasarruflarında bulunan taşınmazların vakıf kütüğüne ve tapu siciline tescil edilmesi öngörülmüştür. Ayrıca aynı Kanun’un geçici 1. maddesinde de gayrimüslim cemaat vakıflarını idare eden kişilerce bu vakıflara ait bütün malların, gelirlerin ve bunları sarf ettikleri yerlerin birer beyanname ile vakıflar idaresine bildirilmesi gerektiği düzenlenmiştir. Uygulamada 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan bu bildirimler vakfın amacını, sahip olduğu taşınmazları, gelirlerini ve vakfı idare edenlerin kimlik bilgilerini içermektedir.

16. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararıyla cemaat vakıflarının 1936 yılında verdiği beyannamelerin vakıf senedi bulunmayan vakıflar yönünden vakıf senedi olarak kabulü gerektiğini kabul etmiş ve vakıfnamelerinde mal ya da bağış kabul edebilecekleri yönünde açıklık bulunmayan vakıfların gerek doğrudan gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz mal iktisap edemeyecekleri sonucuna varmıştır. Benzer bir yaklaşım, Danıştay tarafından da benimsenmiştir (Danıştay Onuncu Dairesinin 26/5/1982 tarihli ve E.1982/3285, K.1982/1413 sayılı; 26/3/1992 tarihli ve E.1991/1596, K.1992/1144 sayılı kararları).

3. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmesi Önündeki Engellerin Kaldırılması ve Mallarının İadesi Süreci

17. 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle 2762 sayılı mülga Kanun’un 1. maddesine eklenen fıkralarla yapılan değişiklikle vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın cemaat vakıflarının Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilmelerine ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilmelerine imkân sağlanmıştır. Bu kanun değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvuru da Anayasa Mahkemesinin 27/12/2002 tarihli ve E.2002/146, K.2002/201 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Anılan karardan sonra da 2/1/2003 tarihli ve 4778 sayılı Kanun’la yapılan düzenleme ile Bakanlar Kurulu yerine Vakıflar Genel Müdürlüğünün izninin yeterli olacağı hükmü getirilmiştir.

18. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 80. maddesi ile 2762 sayılı mülga Kanun yürürlükten kaldırılmıştır. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinde cemaat vakıfları vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı mülga Kanun gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıflar olarak tanımlanmıştır. Bu Kanun'un 12. maddesiyle de önceki yasal düzenlemelerden farklı olarak cemaat vakıflarına herhangi bir makamdan izin almaksızın ve vakıf amacıyla öngörülen hizmetleri gerçekleştirme koşulu aranmaksızın mal edinebilme olanağı tanınmıştır. Anılan maddenin iptali için yapılan başvuru ise Anayasa Mahkemesinin 17/6/2010 tarihli ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararıyla reddedilmiştir.

19. Bunun yanı sıra 5737 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi ile 1936 beyannamelerinde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan, nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesi'nden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği ya da bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on sekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmeleri hükme bağlanmıştır.

20. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle eklenen geçici 11. maddesinin birinci fıkrası ile cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesine imkân tanınmıştır. Ayrıca maddenin ikinci fıkrasında da cemaat vakıfları tarafından satın alınmış, cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde mal edinememe gerekçesiyle hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kaydedilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeneceği düzenlenmiştir.

B. Başvurucunun 24 Temmuz 1924 Tarihli Lozan Barış Antlaşması'ndaki Yeri

21. Lozan Barış Antlaşması'nın 17. maddesi uyarınca Türkiye Cumhuriyeti, Mısır ve Sudan üzerindeki tüm hukuk ve senetlerinden 5/10/1914 tarihinden itibaren vazgeçmiştir.

22. 30/1/1923 tarihinde mübadele sözleşmesi uyarınca oluşturulan Türk ve Yunan Ehalisi Muhtelit Mübadele Komisyonunun tarafsız üyeleri tarafından 6 Teşrinievvel 1934 tarihli karma komisyon kararında başvurucunun hukuki durumu ele alınmıştır. Söz konusu kararda başvurucunun Muhtelit Mübadele Komisyonunun (Mübadele Komisyonu) 27/12/1927 tarihli kararında belirtildiği üzere Lozan Barış Antlaşması'nın mübadele hükümlerine tabi olmadığı tespiti yapılmıştır. Bunagöre başvurucu, Mısır tabiiyetini kazandığından Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadeleye ilişkin hükümlerden başvurucunun etkilenmesi söz konusu değildir.

C. Başvuruya Konu İdari ve Yargısal Süreç

23. Tur-u Sina Manastırı vekili tarafından 11/3/1936 tarihinde idareye 1936 Beyannamesi verilmiştir. Söz konusu beyannamede vakfın adı Tur-u Sina Büyük Manastırına Tabi Aya Yani Kilisesi ve Manastırı olarak yer almıştır.

24. Vakıflar Genel Müdürlüğü İdare Meclisi (Vakıflar İdaresi) 6/6/1977 tarihinde Aya Yani Kilisesi ve Manastırı Vakfının mazbut vakıflar arasına alınmasına karar vermiştir. Anılan karar; Tur-u Sina Manastırına bağlı İstanbul Balat'ta kâin Aya Yani Kilisesi ve Manastırının teftişi sonucunda 1936 Beyannamesi'nde yer alan Vakfa ait kilise dışındaki taşınmazların hazine adına tescil edildiği, manastırın çevresinde Mısır soylu Ortodoks vatandaşlarımızın bulunmadığı, kilisedeki tek faaliyetin yetkisi olmadığı hâlde Fener Rum Patrikhanesi tarafından görevlendirilen bir din adamının yılda bir kez yaptığı ayinden ibaret olduğu ve kilisenin bakımsız harap vaziyette bulunduğu saptamasını içermektedir. Vakıflar İdaresi, teftiş sonucu düzenlenen bu raporu esas alarak Vakfı mazbut vakıflar arasına almıştır.

25. Başvurucu 21/3/2012 tarihinde idareye yapılan başvuru ile anılan Vakfın mazbut hâlinin sona erdirilerek yönetiminin tekrar cemaatlerine bırakılmasını talep etmiştir. Başvurucu ayrıca 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi uyarınca bu Vakfa ait olduğunu belirttiği taşınmazın cemaatten oluşturulacak Vakıf yönetimine iade edilmesi talebini iletmiştir.

26. İdare yapılan başvuruya cevap vermemek suretiyle başvuruyu zımnen reddetmiştir.

27. Başvurucu, bu işleme karşı 22/6/2012 tarihinde İstanbul 5. İdare Mahkemesinde (Mahkeme) iptal davası açmıştır.

28. Mahkeme 11/12/2013 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararda Aya Yani Kilisesinin1936 Beyannamesi ile tüzel kişilik kazandığı ve 1977 yılında da mazbut vakıflar arasına alındığı tespitine yer verilmiştir. Mahkeme, Tur-u Sina Manastırı vekili tarafından sunulan beyannamenin geçerliliği yönünden beyannameyi sunan vekilin bu hususta yetkili olup olmadığının idare tarafından değil bu kişinin yetkisi bulunmadığını ileri süren başvurucu tarafından ispat edilmesi gerektiğine, başvurucunun kendisine verilen süreye rağmen bu hususta herhangi bir belge ve bilgi sunmadığına işaret etmiştir. Mahkemeye göre bu husus başvurucu tarafından ispat edilmediğinden 1936 Beyannamesi'yle Vakıf, tüzel kişilik kazanmış olup sonrasında Vakfa on yıl süre ile yönetici atanmadığından mazbut vakıflar arasına alınması işleminde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

29. Başvurucu 14/2/2014 tarihinde kararı temyiz etmiştir.

30. Danıştay Onuncu Dairesi 6/5/2019 tarihinde temyiz talebini reddederek mahkeme kararını onamıştır.

31. Başvurucu 6/9/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. İlgili Mevzuat

32. 743 sayılı mülga Kanun'un ilgili beyannamenin idareye verildiği tarihte yürürlükte bulunan Vakfın kuruluşuna ilişkin 74. maddesi şöyledir:

"Tesis, resmi bir senetle yahut vasiyet tarikı ile vücut bulur. Tesisin mahkeme siciline kaydı, tesis senedi müeddasına ve tesisi teftiş kendisine ait olan makamın talimatına göre icra olunur. Bu kayıt tesisi idare edeceklerin isimlerini gösterir.''

33. 864 sayılı mülga Kanun’un 8. maddesi şöyledir:

"Kanunu Medeninin meriyete vaz`ından mukaddem vücude getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.

Kanunu Medeninin meriyete vaz`ından sonra vücude getirilecek tesisler, Kanunu Medeni ahkamına tabidir."

34. 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ilgili kısmı, kabul edildiği şekliyle şöyledir:

"4 birinci teşrin 1926 tarihinden önce vücud bulmuş vakıflardan

A - Bu kanundan önce zaptedilmiş bulunan vakıflar,

B - Bu kanundan önce idaresi zaptedilmiş olan vakıflar,

C - Mütevelliliği bir makama şartedilmiş olan vakıflar,

Ç - Kanunen veya filen hayrî bir hizmeti kalmamış olan vakıflar,

D - Mütevelliliği vakfedenlerin ferilerinden başkalarına şartedilmiş vakıflar,

Vakıflar umum müdürlüğünce idare olunur. Bunların hepsine birden (Mazbut vakıflar) denir.

..."

35. 2762 sayılı mülga Kanun'un 4778 sayılı Kanun'un 3. maddesi ile değiştirilen 1. maddesinin altıncı fıkrası şöyledir:

"Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Vakıflar Genel Müdürlüğünün izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler."

36. 2762 sayılı mülga Kanun'un 36. maddesi şöyledir:

" Müddeti içinde kısmen veya tamamen kütüğe kaydettirilmeyen vakıflar mazbut vakıflar arasına alınır.

37. 2762 sayılı mülga Kanun’un 44. maddesi şöyledir:

"Bu kanunun neşri tarihinden en az on beş yıl evvelinden beri vakıf olarak tasarruf edildikleri vergi kayıtları icar kontratları ve eşhası hükmiyenin gayri menkule tasarruflarına dair olan 16 Şubat 1328 tarihli kanunun neşrinden sonra tapuya verilmiş defterler ve müesseselerin hesap defterleri ve buna benzer vesikalarla anlaşılacak olan yerler o suretle vakıf kütüğüne kaydolunurlar. Bu kayıt vakıflar idaresinin istemesi üzerine tapuca o gayri menkullerin kayıtlarına işaret ve keyfiyet münasip vasıtalarla ilan olunur. İlan tarihinden itibaren iki yıl içinde dava yolu ile bir güna itiraz olunmadığı takdirde o malların vakıf olarak kati tescilleri yapılır,ve tapuları verilir. Tapu kayıtlarına işaret edilecek gayri menkullere ait davalarda vakıflar idaresi ve varsa mütevelli de birlikte hasım olur.

Bundan başka, vakıflar idaresinin 1515 sayılı kanun hükümlerinden istifade hakkı mahfuzdur."

38. 2762 sayılı mülga Kanun’un geçici 1. maddesi şöyledir:

"A - Şimdiye kadar vakıflar idaresine hesap vermemiş olan bütün mütevelliler veya mütevelli heyetleri bu kanunun hükümleri yürümeğe başladığı günden itibaren üç ay içinde idare ettikleri vakıfların mahiyetlerini, varidat membalarını ve bunların sarf ve tahsis mahallerini, geçmiş son senenin varidat ve masraflarının miktar ve nevilerinin ve mütevelliliği hangi selahiyetli merciin intihap veya kararına müsteniden ve hangi tarihten beri yaptıklarını gösterir bir beyanname tanzimine ve mensup oldukları vakıflar dairesine vermeğe mecburdurlar.

B - Yukarki fıkra mucibince beyanname vermiş olan mütevellilere bir makbuz ilmühaberi verilir. Bu ilmühaberi hamil olan kimseler bu kanun dairesinde vakıflarının idaresine devam ederler.

C - Birinci fıkrada yazılı müddet içinde beyanname vermemiş olanlar vakıflarında tasarruf edemezler. Gecikme haklı bir sebebe müstenit değilse veya verdikleri beyanname hakikate uygun bulunmazsa mütevellilikten derhal azlolunurlar.

Ç - Vakıflar idaresine verilecek beyannamelerin verildikleri tarihten itibaren, altı ay içinde tetkik ve tasdiki mecburidir. Bu müddet içinde tasdik edilmediği takdirde yalnız mukannen masraflar tasdik edilmiş sayılır.

D - Beyannameler muhteviyatının vesika ve teamüllere müstenit olması ve bu vesika veya teamüllerin bu kanunun neşrinden evvel mevcut ve merî`i bulunması şarttır.

E - Bu kanun hükümleri yürümeğe başladığı zaman mevcut olan ferilerden gayri mütevellilerle Vakıflar Umum Müdürlüğünce mütevellisi olmadığından veya mütevellisi mevcut olduğu halde vakfı bizzat idare edemediklerinden dolayı idare kendilerine tevdi edilmiş olan kaymakamlar şimdiye kadar olduğu gibi vakıfları idareye devam ederler. Azil veya her hangi bir suretle inhilal vukuunda bu kanun hükümleri tatbik olunur."

39. 2762 sayılı mülga Kanun'a 19/7/2003 tarihli ve 4928 sayılı Kanun'un 2. maddesi ile eklenen geçici 2. madde şöyledir:

"Cemaat vakıfları, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde 1 inci maddenin yedinci fıkrası uyarınca tescil başvurusunda bulunabilirler."

40. Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri ve Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları Hakkında Yönetmelik 4/10/2002 tarihli ve 24896 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Yönetmelik doğrultusunda Genel Müdürlük tarafından kabul edilen 11/10/2002 tarihli ve 2002/3 sayılı Genelge'nin ekinde gayrimüslim cemaatlere ait yüz altmış vakıflık bir liste bulunmaktadır. Başvuruya konu Vakıf ise bu listede yer almamaktadır. Bu vakıflar, Genelge'nin 2. maddesinde şu şekilde açıklanmıştır:

''... vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış Türkiye'deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfların...''

41. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunun uygulanmasında;

...

1936 Beyannamesi: Cemaat vakıflarının 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince verdikleri beyannameyi,

Mazbut vakıf: Bu Kanun uyarınca Genel Müdürlükçe yönetilecek ve temsil edilecek vakıflar ile mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin yürürlük tarihinden önce kurulmuş ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince Vakıflar Genel Müdürlüğünce yönetilen vakıfları,

...

Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,

...

ifade eder."

42. 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesi şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, halen tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

b) 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle halen; Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescilleri yapılır."

43. 5737 sayılı Kanun'a 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesi ile eklenen geçici 11. madde şöyledir:

"Cemaat vakıflarının;

a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,

b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,

c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,

tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.

Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.

Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."

2. Yargıtay Kararı

44. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli ve E.1971/2-820, K.1974/505 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"16 Şubat 1328(1912) tarihli 'Eşhası Hükmiyenin Emvali Gayri Menkuleye Tasarrufu' hakkındaki kanuna göre, önce Hükümet ve Belediye daireleri, sonra özel kanunları gereğince dernekler ve daha sonra Hükümetçe sözleşme ve şartname ya da tüzükleri uyarınca Türk Ticaret ve Sanat ve İnşaat şirketleri taşınmaz mal edinebilirler. Aynı Kanununun geçici fıkrasında ise; Türk hayır kurumları tarafından şimdiye kadar 'nam-ı müstear' ile köy ve ilçelerde tasarruf oluna gelen taşınmazların bu kanunun yayımından başlayarak 6 ay içinde başvurmaları halinde, kurumları adına kaydın düzeltileceği, böylece tapuya başvurmayan veya davayı gerektiren bir hal almasına rağmen davaya konu yapılmayan yerlerin bundan sonra kurumlara ait olduğu yolundaki iddiaların dinlenmeyeceği öngörülmüştür.

Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişilerin taşınmaz mal edinmeleri yasaklanmıştır. Çünkü; tüzel kişiler gerçek kişilere oranla daha güçlü oldukları için, bunların taşınmaz mal edinmelerinin kısıtlanmamış olması halinde, devletin çeşitli tehlikelere karşılaşacağı ve türlü sakıncalar doğabileceği açıktır. İşte bu görüşten hareket edilerek 2644 sayılı Tapu Kanununun 35. maddesi ile kanuni hükümler yerinde kalmak ve karşılıklı olmak şartıyla yabancı gerçek kişilerin Türkiye'de satın alma veya miras yolu ile taşınmaz edinmeleri mümkün kılınmış olduğu halde, tüzel kişiler bundan yoksun bırakılmışlardır. Esasen Osmanlı İmparatorluğu devrinde de 7 sefer 1284 tarihli kanunla yabancı gerçek kişilere Türkiye'de taşınmaz mal edinme hakkı verilmişken, 1328 tarihli Kanunla yabancı tüzel kişiler bundan ayrık tutulmuşlardır.

Lozan Antlaşmasına bağlı 'ikamet ve selâhiyeti adliyeye' sözleşmesinin birinci maddesiyle Türkiye'deki yabancı tüzel kişilere tam bir muameleyi mütekabile uygulanması şartı öngörülmüş ve bu sebeple de 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun 5. maddesiyle 'mevcudiyetleri Türkiye Cumhuriyeti Hükümetince tanınmış olan yabancılara ait dini, ilmi ve hayri müesseselerin fermanlara ve Hükümet kararlarına müsteniden sahiplendikleri gayrimenkullerin bu belgelerin dışına çıkmamak ve hükümetin izni alınmak şartıyla müesseselerin hükmi şahısları namına tescil olunacağı' hükmü konulmak suretiyle kazanılmış haklar korunmuştur.

5404 sayılı Kanunla değiştirilen Vakıflar Kanununun 1. maddesinin son fıkrasında, cemaatlerin ve esnafa ait vakıfların kendileri tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetileceği öngörülmüş, böylece bunlar, tüzel kişiliklerine dokunulmamak üzere statüye bağlanmıştır. Vakıflar Kanununun 44. maddesinde, '6 Şubat 1328 tarihli Kanunun yayınlanmasından sonra tapuya verilmiş defterleri ve buna benzer belgelerle anlaşılacak olan yerlerin o yolda vakıflar kütüğüne geçeceği' hükmü yer almıştır. Bu suretle, vakıf niteliği kazanan cemaatlere ait hayri, ilmi, bedii amaçlar güden kuruluşların düzenlenmiş vakıfnameleri bulunmadığı için az önce belirtilen 44. madde gereğince bunların süresinde verdikleri beyannamelerinin (vakıfname) olarak kabulü zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Nasıl ki, vakıfnamede mal edinme için açıklık olmayan hallerde vakıf tüzel kişiliği mal edinemez ise, beyannamelerinde bağış kabul edebilecekleri yolunda açıklık olamayan hayır kurumları da gerek doğrudan doğruya, gerekse vasiyet yolu ile taşınmaz iktisap edemezler. Çünkü, vasiyeti kabul, yararına vasiyet yapılana bir haktır. Vakıf (vakfeden) vakıfnamesindeki izin vermedikçe onun iradesi dışına çıkılıp mal kabul olunamaz...''

B. Uluslararası Hukuk

45. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

46. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre mülkiyet hakkını güvence altına alan Sözleşme'nin anılan maddesinin ilk ve en önemli koşulu, kamu makamları tarafından mülkiyet hakkına yapılan herhangi bir müdahalenin hukuka dayalı olması gerekliliğidir (Iatridis/Yunanistan [BD], B. No: 31107/96, 25/3/1999, § 58). Bu maddenin birinci paragrafının ikinci cümlesi, devletlere yalnızca hukukun öngördüğü koşullar dâhilinde mülkiyetten yoksun bırakma yetkisi vermiş; ikinci paragrafı ise devletlere ancak hukuk kuralları uygulanarak mülkiyeti kamu yararına kontrol etme yetkisi tanımıştır. AİHM, hukuka dayalı olma ilkesini yalnızca bu maddede yer alan hükümlerden çıkarmamaktadır. Kararlarda sıklıkla demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesinin Sözleşme’nin bütün maddeleri için geçerli olduğu ifade edilmektedir (Iatridis/Yunanistan, § 58).

47. AİHM'e göre hukukilik ilkesi, müdahalenin ilk olarak iç hukukta bir temelinin olması gerektiği anlamına gelmektedir (Shchokin/Ukrayna, B. No: 23759/03, 37943/06, 14/10/2010, § 51). AİHM, Sözleşme’de geçen hukuk ya da hukuka aykırı terimlerine sadece iç hukuka atıfta bulunmakla kalmayıp aynı zamanda bu terimlerin hukukun üstünlüğü ile ilgili olduğunu belirtmektedir. Buna göre uygulanan iç hukuktaki düzenlemelerin hukukun üstünlüğü ilkesiyle de uyumlu olması gerektiği ifade edilmektedir (James ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79, 21/2/1986, § 67). Hukuka dayalı olma ilkesi ayrıca iç hukukta uygulanan kanun hükümlerinin yeterli derecede erişilebilir, belirli ve öngörülebilir olmasını da içermektedir (Beyeler/İtalya [BD], B. No: 33202/96, 5/1/2000, § 109; Hentrich/Fransa, B. No: 13616/88, 22/9/1994, § 42; Spaček, s.r.o./Çek Cumhuriyeti, B. No: 26449/95, 9/11/1999, §§ 56-61).

48. Lozan Barış Antlaşması'nın 17. maddesi şöyledir:

"Türkiyenin Mısır ve Sudan üzerindeki bütün hukuk ve müstenidatnıdan feragatinin hükmü 5 teşrinisani 1914 tarihinden muteberdir.''

49. Lozan Barış Antlaşması'nın 19. maddesi şöyledir:

"Mısır Devletinin tanınmasından mütevellit mesail, alâkadar Devletler arasında tayin edilecek şerait dairesinde muahharen takarrür edecek ahkâm ile helledilecek ve Türkiyeden ayırılan araziye müteallik olan Muahedename ahkâmı Mısır Devletine tatbik edilmeyecektir.''

V. İNCELEME VE GEREKÇE

50. Anayasa Mahkemesinin 14/12/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

51. Başvurucu, yargılamanın makul süre içinde tamamlanmamasından yakınmaktadır.

52. Makul sürede yargılanma hakkı kapsamında incelenen, açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

53. Anayasa'nın 36. ve 141. maddeleri bağlamında medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlıkların makul sürede karara bağlanması gerektiğine dair temel ilkeler Anayasa Mahkemesince daha önce incelenmiş ve bu konuda karar verilmiştir (Selahattin Akyıl, B. No.: 2012/1198, 7/11/2013). Başvuru konusu olayda bu ilkelerden ayrılmayı gerektiren bir husus bulunmamaktadır.

54. Somut olayda 21/3/2012 tarihinde idareye yapılan başvuru ile başlayan yargılama sürecinin Danıştay tarafından hükmün temyiz isteminin reddedildiği 6/5/2019 tarihinde sona erdiği anlaşılmıştır. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında yaklaşık 7 yıl 1 aylık yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

55. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

56. Başvurucu Vakıf, Osmanlı Dönemin'nde imparatorluk sınırları içinde faaliyette bulunan bir vakıf iken Mısır'ın imparatorluktan ayrılması ile Mısır'ın egemenliğindeki bir vakfa dönüştüğünü ve bireysel başvuruya konu Aya Yani Kilisesi ve Manastırının ayrı bir tüzel kişiliğe sahip olmayıp kendisinin Fener Rum Patrikhanesi nezdindeki temsilcisi olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucuya göre Lozan Barış Antlaşması'nda özel bir rejime tabi olduğu kabul edildiğinden kilise binası ve arazisinden oluşan mal varlığı da kendisine aittir. Başvurucu, kendisine ait bir mal varlığı olup ayrı bir tüzel kişiliği bulunmadığından vakıf statüsünde olduğu kabul edilemeyecek kilise ve manastırın mazbut vakıflar arasına alınmasının mümkün olmadığı görüşündedir. Başvurucu, iade isteğinin Vakıflar İdaresince reddedilip bu işleme yönelik iptal davasının aleyhe sonuçlandığından kilise ve arazisinden oluşan mal varlığından mahrum kaldığını belirterek mülkiyet hakkının ve bu taşınmazların niteliği dikkate alındığında inanç özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

57. Bakanlık görüşünde mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası yönünden şu hususlara yer verilmiştir:

i. Şikâyet edilen süreç Aya Yani Kilisesi ve Manastırı Vakfının 1977 yılında mazbut vakıflar arasına alınmasıyla sona ermiş olup şikâyet Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi içinde değildir.

ii. Başvurucunun anılan taşınmazların tapusunun iptali ve tescili talebiyle açtığı bir dava bulunmadığından başvuru yolları tüketilmemiştir.

iii. Başvurucu temsilcisi tarafından başvuruya konu kilise ve arazisine ilişkin sunulan beyanname uyarınca Vakıf ayrı bir tüzel kişilik kazanmış olup başvurucunun maliki olmadığı bir taşınmaz nedeniyle herhangi bir mağduriyeti oluşmayacağından kişi yönünden kabul edilemezlik kararı verilmesi gerekmektedir.

iv. Başvurucunun maliki olmadığı bir taşınmaza ilişkin olarak mülk ya da mülke ulaşma yönünde meşru bir beklentisi söz konusu değildir.

58. Başvurucu; Bakanlık görüşüne karşı sunduğu beyanında kendisine bağlı olan bir mal varlığının vakıf statüsüne alınmasının yok hükmünde olduğunu, ihlalin devam ediyor olması nedeniyle zaman bakımından yetkisizliğin söz konusu olmadığını ve mazbut vakıflar arasına alınması sonucu kilise yönetiminin idareye geçmesi nedeniyle de mağdur sıfatının bulunduğunu savunmuştur.

2. Değerlendirme

59. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde esas alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

60. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013 § 16). Başvurucu, mazbut vakıflar altına alınması nedeniyle üzerinde tasarruf hakkından mahrum kaldığı taşınmaz üzerindeki yapının niteliği nedeniyle din hürriyetini ihlal ettiğini iddia etmişse de başvurucunun bu yöndeki şikâyetinin özü dinî inanca veya dinin gereklerine yönelik bir engellemeye veya başkaca bir müdahaleye ilişkin olmadığından başvurunun bir bütün olarak mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

i. Kişi Bakımından Yetki

61. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un "Bireysel başvuru hakkına sahip olanlar" kenar başlıklı 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesi şöyledir:

"(1) Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

 (2) ... Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir."

62. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) "Başvurucunun temsili" kenar başlıklı 61. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"Bireyselbaşvuru,bizzatbaşvurucu,kanunitemsilcisiyadaavukatıtarafından yapılabilir. Avukat veya kanuni temsilci aracılığıyla yapılan başvurularda temsile dair yetki belgesinin sunulması zorunludur."

63. 6216 sayılı Kanun’un 46. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan etkilenenler tarafından yapılabilir.

64. Buna göre bir kişinin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilmesi için üç temel ön koşulun birlikte bulunması gerekmektedir. Bunlar, başvuruya konu edilen kamu gücü eylem veya işleminden ya da ihmalinden başvurucunun güncel bir hakkı nedeniyle kişisel olarak ve doğrudan etkilenmesidir. Bu çerçevede ortaya çıkan sonuç nedeniyle başvurucunun mağdur olduğunu ileri sürmesi gerekir (Onur Doğanay, B. No: 2013/1977, 9/1/2014, § 42).

65. Kural olarak yabancılık unsuru taşıyan gerçek veya tüzel kişiler de bu iddiaları bakımından bireysel başvuru anlamında kişi bakımından yetki kapsamında görülmektedir. Öte yandan başka bir ülkede kurulu olduğu ve ülke sınırları içinde herhangi bir şubesinin de bulunmadığını ileri süren başvurucu yönünden mal varlığının devrine de yol açacak şekilde 1936 Beyannamesi'ne dayalı olarak kurulduğu kabul edilen cemaat vakfının mazbut vakıflar arasına alınmasının kişisel, güncel ve doğrudan bir etkiye yol açtığı kabul edilmelidir.

ii. Zaman Bakımından Yetki

66. Başvurunun niteliği dikkate alındığında zaman bakımından yetki meselesinin de tartışılması gerekmektedir.

67. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ve 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Sözleşme ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.

68. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).

69. Somut olayda mazbut vakıflar arasına alma işlemi 6/6/1977 tarihinde gerçekleşmiş ise de anılan işlem sonucunda vakıf olarak kabul edilen topluluğun yalnızca yönetiminin idareye geçtiği dikkate alınmalıdır. Öte yandan mazbut vakıflar arasına alma işleminin niteliği ve mülkiyeti doğrudan sona erdirici bir etkisinin bulunmaması nedeniyle mal varlığı üzerindeki yönetim hakkını sınırlayan ve etkisi devam edegelen bu işlemin kanuni bir dayanağının bulunup bulunmadığı da önem arz etmektedir. Şöyle ki mazbut vakıflar arasına alma işlemi idari bir işlem olup idari işlemlerin kanuni bir dayanağının varlığı esastır. Bu itibarla idari işlemin kanuni dayanağından söz edilemeyeceği hâllerde bu işleme bağlanan sonuçlar idare hukuku anlamında iptal edilene kadar varlığını şeklen sürdürecek ise de kanunun vermediği bir yetki ile ihdas edilen yeni durumun Anayasa tarafından korunması Anayasa'da güvence altına alınmış bütün hak ve ilkelerde mündemiç olan hukuk devleti ilkesine aykırı düşecektir. Nitekim başvurucunun 22/6/2012 tarihinde açmış olduğu davada Mahkeme davayı süreden reddetmemiş ancak mazbut vakıflar arasına alınma şartlarının gerçekleştiği gerekçesiyle esasa ilişkin bir ret kararı vermiştir. Dolayısıyla mevcut başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kalmaktadır.

iii. Olağan Başvuru Yollarının Tüketilmesi

70. Bakanlık, başvurucunun anılan taşınmazların tapusunun iptali ve tescili talebiyle açtığı bir dava bulunmadığından başvuru yollarını tüketmediğini ileri sürmüştür.

71. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (2) numaralı fıkrasında bireysel başvuruda bulunulmadan önce ihlal iddiasının dayanağı olan işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş olan idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının tüketilmiş olması gerektiği belirtilmiştir. Temel hak ihlallerini öncelikle derece mahkemelerinin gidermekle yükümlü olması, kanun yollarının tüketilmesi koşulunu zorunlu kılar (Necati Gündüz ve Recep Gündüz, B. No: 2012/1027, 12/2/2013, §§ 19, 20; Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 26).

72. Başvuru yollarının tüketilmesi gereğinden söz edilebilmesi için öncelikle hukuk sisteminde, hakkının ihlal edildiğini iddia eden kişinin başvurabileceği idari veya yargısal bir hukuk yolunun öngörülmüş olması gerekmektedir. Ayrıca bu hukuk yolunun iddia edilen ihlalin sonuçlarını giderici, etkili ve başvurucu açısından makul bir çabayla ulaşılabilir bir niteliği sadece kâğıt üzerinde kalmayıp fiilen de işlerliği olmalıdır. Olmayan bir hukuki yolun tüketilmesi başvurucudan beklenemeyeceği gibi hukuken veya fiilen etkili bulunmayan, ihlalin sonuçlarını düzeltici bir vasıf taşımayan veya aşırı ve olağan olmayan birtakım şeklî koşulların öngörülmesi nedeniyle fiilen erişilebilir ve kullanılabilir olmaktan uzaklaşan başvuru yollarının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır (Fatma Yıldırım, B. No: 2014/6577, 16/2/2017, § 39). Bununla birlikte norm düzeyinde makul bir başarı sunma kapasitesi bulunan bir yolun uygulamada başarıya ulaşmayacağına dair şüphe, o başvuru yolunun tüketilmemesini haklı kılmaz (Sait Orçan, B. No: 2016/29085, 19/7/2017, § 36).

73. Başvurucunun başvuru yollarının tüketilmesi noktasında kendisinden beklenebilecek her şeyi yerine getirip getirmediğinin başvurunun özellikleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir (S.S.A., B. No: 2013/2355, 7/11/2013, §§ 27, 28) ancak somut olayın koşulları itibarıyla başvuru yollarının tüketilmesinin yarar sağlamayacağının veya etkili olmadığının anlaşılması hâlinde anılan yollar tüketilmeden yapılan bir başvuru incelenebilir (Şehap Korkmaz, B. No: 2013/8975, 23/7/2014, § 33). Öte yandan başvuru yollarının tüketilmesi, çok katı olarak uygulanması gereken mutlak bir kural değildir. Teorik düzeyde var olan bir başvuru yolunun tüketilmesinin somut olayın koşullarında başvurucuya aşırı külfet yüklemesi hâlinde bu yolun tüketilmesinin gerekli olmadığına karar verilebilir (Rasul Kocatürk [GK], B. No: 2016/8080, 26/12/2019, § 38).

74. Somut olayda başvurucu, Vakıflar İdaresinin 6/6/1977 tarihli mazbut vakıflar arasına alma kararının iptalini idari yargıda talep etmiş olup anılan işlem iptal edilmeden bireysel başvuruya konu mal varlığının başvurucu adına tapuya tescili mümkün değildir. Öte yandan Bakanlığın tüketilmesi gereken bir yol olduğunu ileri sürdüğü tapu iptali ve tescili davasında mal varlığının mazbut vakıflar arasında bulunması nedeniyle davalı tarafta yine Vakıflar Genel Müdürlüğü yer alacak olup aynı idarenin mevcut davaya taraf olduğu, savunmalarında da davanın reddi gerektiğini ileri sürdüğü gözden uzak tutulmamalıdır. Başvurucunun ayrı bir tapu iptali ve tescil davasında Vakıflar Genel Müdürlüğünün mevcut davadaki savunmalarından farklı bir sonuca ulaşacağını düşünmek için elde bir veri bulunmamaktadır.

75. Bu itibarla başvurucunun talebinin esasının karara bağlandığı da gözetildiğinde başvuru yollarının tüketildiğinin kabulü gerekir.

76. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün varlığı

77. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaatinin olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

78. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ile fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

79. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31; Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, § 51).

80. Somut olayda Osmanlı Dönemi'nde devletin sınırları içinde bulunan Mısır'da faaliyet gösteren, başvurucuya bağlı bir kilise ve arazisinden ibaret olduğu ileri sürülen Aya Yani Kilisesi ve Manastırını oluşturan taşınmazın Anayasa'nın 35. maddesi kapsamında mülk teşkil ettiği tartışmasızdır. Mülkün varlığı ile ilgili diğer meselelerin ise başvurunun esası ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

81. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınan mülkiyet hakkı, kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, onun üzerinde tasarruf etme ve ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

82. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş, ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

83. Somut olayda Tur-u Sina Manastırına bağlı İstanbul Balat'ta kâin Aya Yani Kilisesi ve Manastırı, Vakıflar İdaresinin 6/6/1977 tarihli kararı ile mazbut vakıflar arasına alınmıştır. Mazbut vakıflar, Vakıflar İdaresi tarafından yönetilen ve temsil edilen vakıflardır. Bu vakıfların 2762 sayılı mülga Kanun'un 6. ve 5737 sayılı Kanun'un 5. maddeleri uyarınca ayrı bir tüzel kişiliği olup vakıf malları da özel hukuka tabidir. Bu itibarla başvurucunun mazbut vakıflar arasına alınması nedeniyle kilise ve manastırdan ibaret taşınmaz üzerindeki tasarrufu engellenmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki vakfın idare edilmesinin vakfın malları ve gelirleri üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi tanıması bakımından taşıdığı önem de kuşkusuzdur (Emine Görgülü, B. No: 2014/5871, 6/7/2017, § 48). Söz konusu müdahale ile Vakfın tüzel kişiliği sona ermediği gibi tapudaki mülkiyet durumuna ilişkin bir değişiklik de söz konusu olmadığından müdahalenin mülkten yoksun bırakma niteliğinde olduğu söylenemez. Öte yandan müdahalenin mülkiyetin kamu yararına kontrolü veya düzenlenmesi gibi bir amacı da bulunmamaktadır. Bu sebeple başvurunun mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesine ilişkin genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

84. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

85. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de gözönünde bulundurulmalıdır. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Genel İlkeler

86. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

87. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen, hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60).

88. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Mülkiyet hakkına müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).

89. Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği ölçüde hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Bu bağlamda müdahalenin kanuna dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

90. Hukuki güvenlik ve hukuki belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; E.2014/183, K.2015/122, 30/12/2015, § 5). Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013; E.2010/80, K.2011/178, 29/12/2011).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

91. Başvurucu, kendisine ait bir taşınmazın başlı başına vakıf statüsünde kabul edilerek öncelikle bütün cemaat vakıfları gibi mülhak vakıflar, sonrasında da amacını gerçekleştirecek bir cemaati bulunmadığından mazbut vakıflar arasına alınarak Vakıflar İdaresince yönetilmesinden şikâyet etmiştir. Bu durumda şikâyete konu taşınmazın vakıf statüsünde bulunup bulunmadığı, vakıf statüsünde bulunuyor ise bu statüyü kazanması ve sonrasında mazbut vakıflar arasına alınmasının kanuni bir dayanağının varlığı önemarz etmektedir.

92. Bireysel başvuru kapsamında ilgili kanun hükümlerinin yorumlanması ve buna dayalı olarak delillerin değerlendirilmesi kural olarak derece mahkemelerinin görevidir. Anayasa Mahkemesinin hukuk kurallarının yorumuna veya delillerin değerlendirilmesine ilişkin görevi açık bir keyfîlik veya bariz takdir hatası durumları ile sınırlıdır. Bununla birlikte bireysel başvuruya konu mal varlığının Vakıflar İdaresi tarafından yönetilebilmesi için mazbut vakıflar arasına alınma işleminin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen güvencelere uygun olarak öncelikle şeklî anlamda kanuni bir dayanağının olması zorunludur.

93. Somut olayda ilk derece mahkemesi davayı reddederken başvurucunun vekili tarafından sunulan beyannamenin geçerliliği yönünden beyannameyi sunan vekilin bu hususta yetkili olup olmadığının idare tarafından değil bu kişinin yetkisi bulunmadığını ileri süren başvurucu tarafından ispat edilmesi gerektiğini, başvurucunun kendisine verilen süreye rağmen bu hususta herhangi bir belge ve bilgi sunmadığını belirtmiştir. Ancak olayda çözüme kavuşturulması gereken öncelikli mesele, beyannamenin vekâleten verilmesinde yetki olup olmadığı değil bu beyannamenin içeriği ve hukuki niteliğinin tespitidir. Zaten başvurucu da beyannameyi veren vekilin yetkisinedeğil beyanname ile yeni bir vakıf kurulduğu kabul edilerek mazbut vakıflar arasına alınmasından yakınmaktadır. Diğer bir deyişle beyannamenin verilmesinde vekil ile asıl arasında bir yetkilendirme meselesi olduğuna dair bir şikâyeti bulunmayan başvurucu, bu beyannamenin hukuki niteliği itibarıyla yeni bir vakıf kurma iradesiyle verilmediğini öne sürmüştür. Buna rağmen Mahkeme söz konusu hususun başvurucu tarafından ispat edilmediğini belirterek 1936 Beyannamesi ile vakfın tüzel kişilik kazandığını kabul etmiştir.

94. Bireysel başvuruya konu mal topluluğuna ilişkin ilk resmî işlem başvurucu Vakfın temsilcisi tarafından 11/3/1936 tarihinde verilen 1936 Beyannamesi'dir. Beyannamenin içeriğinden, beyanda bulunan temsilcinin uyuşmazlık konusu taşınmazın müstakil bir vakıf olmayıp başvurucuya ait bir mal olduğu yönünden ihtirazi kayıt koyduğu anlaşılmıştır.

95. Yukarıda açıklandığı üzere cemaat vakıflarının esas olarak kuruluşuna ilişkin bir vakfiyesi bulunmamaktadır. Bununla birlikte 2762 sayılı Kanun'un 44. maddesi uyarınca bu vakıf yöneticileri tarafından idareye verilen ve uygulamada 1936 Beyannamesi olarak adlandırılan bildirimler yargısal kararlar ile vakfiye (vakıf senedi) olarak kabul edilmiş ve cemaat vakıfları buna bağlı olarak tüzel kişilik kazanmıştır. Beyannameler esas olarak vakfın amacını, vakfın sahip olduğu taşınmazları, gelirlerini ve vakfı idare edenlerin kimlik bilgilerini içermekte olup bir vakıf kurulmasına ilişkin bir irade açıklaması içermemektedir. Türkiye Cumhuriyeti içinde faaliyette bulunan vakıflar yönünden bu beyannamelerin vakfiye olarak kabul edilmesiyle vakıfların tüzel kişilik kazanması ve böylece hak sahibi olması gibi olumlu kazanımlar sağlanmıştır. Ancak somut olaydaki gibi Osmanlı Devleti'nin dağılmasıyla ülke sınırları dışında kalan vakıflar bakımından bu vakıflara ait mal varlıklarının aynı gerekçe ile müstakil vakıf olarak kabulü bu vakıfların sahip olduğu mal varlığı üzerinde olumsuz etkiler doğurmuştur.

96. 1936 beyannamelerinin idareye verildiği tarihte yürürlükte bulunan 743 sayılı mülga Kanun'un 74. maddesinde vakıfların kuruluş usulü düzenlenmiştir. Buna göre vakıf ancak resmî bir senet ile ve mahkemenin tescili sonrasında vücuda gelebilecek olup somut olaya ilişkin 1936 Beyannamesi'nin şartları karşıladığı söylenemez. 1936 beyannamelerinin vakıf senedi olarak kabulü ile bu beyannameleri ibraz eden mütevellilerin temsil ettiklerini iddia ettikleri vakıfların tüzel kişilik kazandıklarının kabulü her ne kadar o tarihte yürürlükte bulunan mevzuata aykırı ise de anılan vakıfların lehine bir uygulamadır. Ancak somut olayda temsilci tarafından sunulan 1936 Beyannamesi'nin içeriğinden Aya Yani Kilisesi ve Manastırı adıyla anılan yeni bir vakıf kurulması yönünde bir iradenin varlığını ileri sürmek mümkün gözükmemektedir. Hâl böyle iken 1936 yılından önce vakıf niteliğine sahip olmayan bir mal topluluğu sırf 1936 Beyannamesi'nin ibraz edilmesi nedeniyle bağımsız bir vakıf olarak kabul edilmiş; buna bağlı olarak önce mülhak vakıflar arasına, sonrasında da mazbut vakıflar arasına alınarak malikin mal varlığı üzerindeki tasarruf yetkisi kısıtlanmıştır.

97. Öte yandan 1936 beyannamelerinin vakıfname olarak kabulü Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8/5/1974 tarihli kararı sonrasında gerçekleşmiştir. Yeni bir vakıf kurulması amacını taşımayan, mevcut vakıfların mal varlığı, yöneticileri ve vakfın amacının tespitini amaçlayan bir beyanın 38 yıl sonra ortaya çıkan bir içtihada dayalı olarak başvurucuya ait bir hakkın sınırlamasında kullanılması da başvurucu yönünden öngörülebilir değildir.

98. Başvurucu, yargılamanın her aşamasında ve bireysel başvuru kapsamında Osmanlı Dönemi'nde devletin sınırları içinde bulunan Mısır'da faaliyet sürdürdüğünü ileri sürmüştür. Başvurucu, bu bağlamda Lozan Barış Antlaşması'na dayanılarak yapılan görüşmeler sonucunda Lozan Barış Antlaşması'nın mübadeleye ilişkin hükümlerine tabi olmadığının kararlaştırıldığına vurgu yapmıştır. Bu itibarla başvurucuya göre Lozan Barış Antlaşması'nın 17. maddesi uyarınca 5/10/1914 tarihinden itibaren Mısır'ın egemenliği altında olduğu tartışmasızdır.

99. Bireysel başvuruya konu kilise ve manastırdan oluşan taşınmazın İstanbul'da bulunan Mısır kökenli Ortodoksların ibadetleri ile diğer dinî vecibelerini yerine getirdikleri yerlerden olduğu bireysel başvuru dosyası kapsamından anlaşılmıştır. Başvurucu ise Mısır'ın ayrılmasıyla birlikte yabancılık unsurunu kazandığını vurgulamıştır. Başvurucunun davanın sonucuna etkili ve müdahalenin kanuni dayanağının tespiti bakımından önemli olan bu iddia ve itirazları ilk derece mahkemesince karşılanmamıştır. Danıştay Dairesince de bu hususlarda herhangi bir açıklama yapılmamıştır.

100. Somut olayda Osmanlı Devleti'nin dağılmasıyla ülke sınırları dışında kalan başvurucu Vakfa bağlı olduğu saptanan kilise ve arazisinden oluşan mal varlığı 6/6/1977 tarihli Vakıflar İdaresi kararına kadar ilgili cemaat tarafından yılda bir kez de olsa dinî ayinlerde kullanılmıştır. 6/6/1977 tarihli karar ile şikâyete konu taşınmaz mazbut vakıflar arasına alınıp yönetim idareye geçmişse de bu tür kararlar tapudaki mülkiyeti ortadan kaldırmamakta ancak malikin tasarruf yetkisini kısıtlamaktadır. Dolayısıyla somut olay bakımından önem taşıyan husus, başvurucuya tabi olduğu idare tarafından da kabul edilen kilise ve arazisinin başvurucudan bağımsız bir vakıf olarak sayılıp sayılamayacağıdır İdare ve işlemi denetleyen idari yargı mercilerinin kararlarında Aya Yani Kilisesi ve Manastırının müstakil bir vakıf olduğu ilgili ve yeterli bir gerekçe ile ortaya konamamıştır. Mahkemeler İdare tarafından sunulan 1936 Beyannamesi'nin içeriğini incelememiş; bağımsız bir vakfiyesi bulunmayan, hiçbir zaman müstakil bir vakıf olma iddiası taşımayan bir mal topluluğuna bu hususta açık bir kanun hükmü bulunmamasına rağmen vakıf statüsü verilemeyeceği yönündeki iddiayı karşılamamıştır.

101. Öte yandan 31/5/1949 tarihli 5404 sayılı Kanun ile 2762 sayılı mülga Kanun'un 1. maddesinin ikinci fıkrası yeniden düzenlenerek mütevelliliği vakfedenlerin ferilerle şart edilmiş vakıflara mülhak vakıf denileceği ifade edilmiş, cemaatlere mahsus vakıfların ise bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmesi öngörülmüştür. Nitekim 5404 sayılı Kanun'un gerekçesinde ve bu Kanun'a ilişkin TBMM İçişleri Komisyonu, Maliye Komisyonu ve Adalet Komisyonu raporlarında da getirilen düzenlemeyle cemaat vakıflarının mülhak vakıf kategorisinden çıkarıldığı açıkça vurgulanmıştır. Bu çerçevede 2762 sayılı mülga Kanun'un Medeni Kanun öncesi mevcut vakıflardan hangilerinin mazbut vakıf sayılarak Vakıflar Genel Müdürlüğünce idare edileceğini gösteren 1. maddesinin birinci fıkrasının ayrı bir vakıf türü olan cemaat vakıfları hakkında uygulanmasına imkân kalmamıştır. Bu durumda 1936 Beyannamesi'ni vakfiye olarak kabul eden Mahkeme, başvurucuyu buna göre bir cemaat vakfı olarak görmesine rağmen nasıl mazbut vakıflar arasına alınabildiğini açıklayamamıştır. Bu kapsamda ayrıca belirtmek gerekir ki başvurucunun bir cemaat vakfının kabulü hâlinde 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesine dayalı iade talebi yönünden de mahkeme kararlarında herhangi bir gerekçe bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle mahkemelerce 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde öngörülen iade koşulları yönünden de herhangi bir değerlendirme yapılmamıştır.

102. Sonuç olarak başvuru konusu olayda başvurucu; vakıf statüsüne sahip olmadığı, bu hususta bir iradesinin de bulunmadığı belirtilen bir mal topluluğunun öncelikle vakıf statüsüne alınıp buna bağlı olarak sonrasında mazbut vakıflar arasına alınarak vakfa ait mal varlığının yönetiminin idareye geçmesine imkân tanındığından yakınmıştır. Başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında kendisine ait taşınmazın iadesi istemi Mahkeme tarafından taşınmazın mazbut vakıflar arasına alındığı ve bu kararın geri alınamayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Lozan Barış Antlaşması uyarınca Mısır tabiiyetinde bulunduğunu belirten başvurucunun İstanbul'da sahip olduğu taşınmaz üzerindeki mülkiyetinin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan sonra korunmayacağına ilişkin bir kanun hükmü gösterilememiştir. Bu durumda 1977 yılına kadar cemaati tarafından fiilen kullanıldığı bizzat idare tarafından tespit edilen kilise ve arsasından ibaret olduğu belirtilen bir taşınmazın açık bir kanun hükmüne dayanılmaksızın idarenin tek taraflı işlemiyle mazbut vakıflar arasına alınarak yönetimine el konulduğu ve iade talebinin de bu idari işleme dayalı olarak reddedildiği öne sürülen başvuruda, başvurucunun davanın sonucuna etkili, ayrı ve açık yanıt gerektiren müdahalenin kanuniliğine ilişkin iddia ve itirazları mahkemelerce ilgili ve yeterli bir gerekçe ile yanıtlanmamıştır.

103. Anayasa'nın 35. maddesinde bir temel hak ve hürriyet olarak düzenlenen mülkiyet hakkının en temel güvencelerinden biri olan müdahalenin kanuna dayalı olması ölçütü, bireyleri kamu makamlarının keyfî ve öngörülemez müdahalelerinden korumayı amaçlamaktadır. İdari kararın dayanağı olan 1936 Beyannamesi'nin verilmesinden uzun yıllar sonra benimsenen içtihada dayalı uygulamanın öngörülebilir olmadığı gibi başvurucunun müdahalenin kanuni dayanağına yönelik iddia ve itirazları da mahkemelerce ilgili ve yeterli bir gerekçe ile karşılanmamıştır. Buna göre mevcut hâliyle somut olay bağlamında başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahale Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen kanunilik ölçütünü karşılamamaktadır.

104. Müdahalenin kanunilik şartını sağlamadığı tespit edildiğinden Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerinde öngörülen diğer unsurlar olan meşru amaç ve ölçülülük kriterlerine riayet edilip edilmediğinin ayrıca değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.

105. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

106. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

107. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve idareye yapılan başvurunun reddine dair kararın iptaline hükmedilmesini talep etmiştir.

108. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

109. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

110. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük'ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir. (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

111. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmıştır.

112. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 5. İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

113. Öte yandan makul sürede yargılanma hakkına ilişkin ihlal yönünden başvurucunun tazminat talebi bulunmadığından tazminata hükmedilmesi mümkün görülmemiştir.

114. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.174,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. 1. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

2. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 5. İdare Mahkemesine (E.2012/1126, K.2013/2195) GÖNDERİLMESİNE,

D. 294,70 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.194,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 14/12/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.