BİR ŞEY KIPIRDIYORDU: HAYATTI O!

Abone Ol

“Çevrenizdeki insanlar sizin sayenizde mutlu olurlarsa, hayat, sizin için de, onlar için de güzeldir.”

Hikmet sahiplerinden biri şöyle anlattı: Kırda bir karga ile leyleğin birlikte koşup uçtuklarını gördüm. Hayret ettim ve aralarındaki ortak özellik nedir diye merakla onları izledim. Sonra yanlarına yaklaşınca gördüm ki ikisi de topal.”

Aynı duyguları, duyarlılıkları olan, benzer düşünce ve görüşleri paylaşan insanları bir araya getiren neden veya nedenleri ifade etmek için Mevlana’nın bu küçük hikayesiyle başladım yazmaya. İnsanları bir araya getiren şeylerin başında, ortak duyguları, duyarlılıkları, benzer fikirleri gelir. Sadece bunlar değildir insanları bir araya getiren, “akıl, aşk ve can” da vardır. Mevlana’nın söylediği gibi “Bu üçü bir üçgendir. Her derde çare, her yaraya merhemdir.

Akıl, kimi kör inançların veya insanın yolunu şaşırtan ön yargıların değil, işe yaramaz kimi gelenek ve adetlerin hiç değil, sadece ve sadece hayatın, insan hayatının yol göstericisidir. Aklımız özgürlüğümüzdür, özgür irademizdir, düşünme ve bilme aletimizdir. Akıl, aklın terbiye ettiği kalp, hükmettiği vicdan bizi hizaya sokan, yontan, adam eden yetidir. Onun için Mevlana şöyle der: “İnsan akılla adam olur; Saçı sakalı ağarmakla değil! O talihe, o devlete ümit kılı sığmaz; O devlet, umutla, ricayla bulunmaz. Akıllı kişi dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizler ise pişmanlık içinde bundan mahrum kalırlar.

Her akıl değil belki, ama gerçekten akıllı olan insanın aklı deneyim sahibidir. O akıl anlar, kavrar, algılar, tartar, değerlendirir, karar verir. Esasen deneyim dediğimiz şey, anladığımız, algıladığımız, tarttığımız, değerlendirdiğimiz şeylerin toplamı olan bilgimizden ve fikirlerimizden oluşur. Mevlana’nın “Fikir ona derler ki bir yol açsın/Yol ona derler ki bir gerçeğe ulaşsın./Akıl ona derler ki, bir yol açsın./Yol ona derler ki; Allah’a varsın” demesi bundandır, bundan dolayıdır.

Zira Allah’a giden ve varan yol bizi iyiye, doğruya, güzele götüren yoldur. O yol dinsel anlamda samimi inanmışlıkla aydınlanan, sıkıntı içindeyken dahi neşeli olma hali olan tasavvuftan beslenen, insanın kendi içsel zenginliğiyle güzelleşen Tanrısal Aşka giden yoldur.

Nasıl dünyevi aşk iki yalnızlığın değiş tokuş edilmesi, hayatın ve kişisel varoluşun hissedilmesi ise, Tanrısal Aşk da yalnızlığımızın sığınağı, korunağı, dayanağı; bilmekten, bulmaktan ve olmaktan oluşan insan hayatının olgunlaşma aşamasıdır. Mevlana’nın deyişiyle aşk: “Anam aşk, babam aşk/Peygamberim aşk, Allah’ım aşk/Ben bir aşk çocuğuyum/Bu aleme aşkı ve sevgiyi söylemeye geldim’ demektir, diyebilmektir.

Akılla, aşkla birlikte her derde çare, her yaraya merhem olan “can” kimdir? Can’dan maksat insandır. Yani biziz. “Çok insanlar gördüm, üzerlerinde elbiseleri yoktu; çok elbiseler gördüm, içinde insanlar yoktu” diyor Mevlana. Üzerinde elbisesi olmayan, üzerinde elbisesi olup da içinde insan olmayan da biziz.

Çıplak geldik; giyindik, soyunduk, gidiyoruz” diyor Mevlana. Sadece bunu değil, soyunmadan önce ne giyeceğimizi, nasıl giyinmemiz gerektiğini de söylüyor: “Canında bir can var, o canı ara/Beden dağında bir mücevher var/O mücevherin madenini ara/A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara/Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara” diyor.

Onun için canı da, cananı da, o canı ve cananı can yapan mücevheri de kendimizde arayalım. Bunun için de önce kalbimizi, aklımızı, ruhumuzu temizleyelim, güzelleştirelim, zenginleştirelim, içi mücevher dolu bir insan olarak yeniden inşa edelim kendimizi. İnsan olarak bize en çok yakışan elbise budur, bunlardır. Esasen insan olarak doğmak değildir mesele, meyvenin ağaçta, çiçeğin dalında kendini oldurması gibi insanın kendisini oldurmasıdır. Sonra soyunmasıdır, yani insan olarak yaşaması ve gitmesidir.

İtalyan yazar Giovani Papini’nin “Gog” isimli kitabında hayatını anlattığı  Gog, Karun kadar zengin bir adamdır. En büyük hobisi ve merakı yeni ve farklı kuramları yaratan ve geliştiren bilge insanlarla konuşmaktır. Neredeyse bütün servetini bu hobisine ve merakına tahsis etmiştir. Gog’un en fazla ilgisini çeken kuramlardan birisi “görecelik kuramı”dır. Gog, bu kuramı öğrenmek için büyük bir servet ödeyerek Einstein ile görüşmeye gider. Kendisinin felsefeden, bilimden, fizikten, kimyadan anlamadığını, binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı en son nokta olan görecelik kuramını öğrenmek istediğini söyler ve Einstein’dan bu kuramı anlayabileceği bir dille kendisine anlatmasını talep eder.

Einstein, bu kuramı parası olan ama bilgisi olmayan bu adama nasıl anlatmak gerekir diye biraz düşündükten sonra “Bakın” der ve şöyle devam eder: “Bizim bulduğumuz gerçek sizin anlayacağınız dille şudur; Bir şey kıpırdıyordu.” Bu yanıt karşısında binlerce dolar ödediği için kazık yediğini düşünen Gog, binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı en son noktanın “bir şey kıpırdıyordu”dan ibaret olmasına çocuk gibi şaşar ve Einstein’ın yanından öylece ayrılır.

Yaşamın kendisi olsun, içerisinde küçücük bir nokta, bir eğri virgül bile olmadığımız kainat olsun, onun bir parçası olan doğa olsun, doğadaki her türden madde olsun, hemen her şey sürekli bir akış, bir kıpırdanma, bir değişme, bir yenilenme halindedir. Einstein’ın özlü ifadesiyle kainattaki her şey: “bir şey kıpırdıyordu”dan ibarettir.

Bunun bilincinde ve farkında olduğu için Anadolulu Heraklit “Aynı ırmakta iki kere yıkanılmaz” demiştir. Daha doğudan Buddha şöyle seslenmiştir: “Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır. Hayatta hiçbir şey kalıcı değildir.” Çok daha sonra değişimin felsefesini yapan Marks “değişmeyen tek şey değişimdir’ demiştir. Ve yine çağlar ötesini aydınlatan bir ses, bir ışık, hayatın “bir şey kıpırdıyordu” dan ibaret olduğunun bilincinde ve farkında olan Mevlana bize şöyle seslenmiştir; “Şu; hem var, hem yok olan dünyadan/Azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar/Eski mallar satanların nöbeti geçti/Biz yeni şeyler satıyoruz/Bu pazar bizim pazarımız.

Evet! Eski mallar satanların, Osman Ulagay’ın eski bir makalesinde yazdığı gibi anlamak değil, sarsılmak isteyenlerin,  aklı başında, kırmayan, dökmeyen, kimseyi yaftalamayan analizler yapmayı beceremeyenlerin, siyasetin özünü oluşturan eleştirel düşünceden değil, içi boş beylik kimi laflardan hoşlananların, ucuz polemiklerin, fast food tarzı düşüncelerin, vurdu mu ses getiren açıklamaların, elini masaya vuranların, kimi manifestoların, kodu mu oturtan bildirilerin, aşama aşama, sindire sindire, içselleştire içselleştire değişmeyi, değiştirmeyi değil, yakıp yıkarak değişmeyi, değiştirmeyi isteyenlerin, dünyada ve Türkiye’de yaşanan değişimlerin hemen hiçbirisinin farkında olmadıkları için  yıllardır hep aynı şarkıyı, aynı ezberi tekrarlayanların devri bitsin artık. Yeni şeyler satanların, Mevlana’nın dizeleriyle: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/Her gün bir yere konmak ne güzel/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş/Dünle beraber gitti cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyenlerin devri başlasın.

Siyaset yapanlar, siyaset üzerine yazanlar, çağdaş sofistler ne kadar farkındalar bilmiyorum ama “analog zamanlar”, yani kutuplaşma, kavga, husumet, itiş kakış, gürültü yapma üzerine olan zamanlar çoktan bitti. Dijital insanların, toplumların, devletlerin zamanı başladı.

Ve Türkiye, Ahmet Muhip Dranas’ın söylediği gibi “Of…hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,/Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı…” şeyleri söyleyerek sadece gürültü yapan analog çağın insanlarından, siyasetçilerinden, yazarlarından fazlasıyla yoruldu, bıktı ve kirlendi.

Zeka öğrenmek, kalp hissetmek ister” diyor Molière geleneğinin takipçisi olan Rus komedya yazarı Denis Fonvizin. Her zaman olduğu gibi bugün sabah da erken kalktım. Çalıştım biraz. Ne kadar yorulduğumuzu, birilerinin, özellikle iktidarı ve muhalefeti ile siyaset yapanların, onların yandaşlarının, demagoglarının, yalamalarının ve yardakçılarının bizi ne kadar yorduklarını düşündüm. Aklımla öğrendiğim, kalbimle hissettiğim, vicdanıma yerleştirdiğim şeyleri yazayım dedim. Onun için yazdım bunları.

Ben bunları yazarken Gülten Akın’ın dediği gibi bir şeyler oluyordu, yani “Bir çocuk şarkı söylüyordu,/Dokunan bir şeydi ama neydi,/Şarkı mıydı, sesi miydi, çocuğun kendisi miydi?”

Sahi neydi o? Umuttu, neşeydi, güzellikti, temizlikti, doğruluktu, dürüstlüktü. Şiir gibi, şarkı gibi, türkü gibi bir şeydi! Kıpırdayan bir şeydi! Hayattı o!

Düşün yakamızdan da, unuttuğumuz o umudu, neşeyi, güzelliği tadalım, temizliği, doğruluğu, dürüstlüğü, kıpırdayan şeyi, şiir gibi, şarkı gibi, türkü gibi bir hayatı yaşayalım…