Yeni bir kitap yazmaya başladım. Olağanüstü bir aksilik olmadığı takdirde, Eylül/2022 tarihine kadar tamamlamayı ve yayınlamayı planladığım ve yazım konusunda epeyce de mesafe aldığım bu kitap, yukarıdaki başlıktan da anlaşılacağı üzere, Genel Kamu Hukuku üzerinedir ve bu ismi taşımaktadır.
Peki, neden böyle bir işin ve yükün altına girdim? Literatürde bu konu ile ilgili bir eksiklik ve ihtiyaç mı var? Hayır. Aksine bu konu ile ilgili olarak yazılmış olan, ihtiyaca cevap veren çok sayıda değerli, çok yararlı kitaplar var.
İtalyan Marksist, gazeteci, sendikacı, olağanüstü siyaset felsefecisi Antonio Gramsci, “Hapishane Defterleri” isimli kitabında şöyle yazar: “Toplumda hemen her insan entelektüeldir ama çok az insan entelektüel işlevini yerine getirir.”
Bir üniversitede ders vermek, üyesi olunan meslek örgütünde veya bir dernekte ya da bir sivil toplum örgütünde görev üstlenmek, Gramsci’ye ve bana göre entelektüel bir işlevin yerine getirilmesidir.
Onun için Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi on dört yıl, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde iki yıl öğretim görevlisi olarak ders verdim. Bir şey olmak için değil, bir şey yapmak, bir şeyler yapmak için üyesi olduğum Ankara Barosu’nda, Türkiye Barolar Birliği’nde yöneticilik yaptım. Masum bakanların ve görenlerin ifade ve hakkımızı teslim ettikleri üzere, bu görevlerde arkadaşlarımla birlikte çok önemli, çok değerli hizmetler yaptık.
Ben, kitap yazmayı, çeviri yapmayı da, entelektüel bir işlevin, bir görevin yerine getirilmesi olarak görüyorum. Bu güne kadar çok sayıda kitap yazmış, çeviri yapmış olmamın ve şimdi de Genel Kamu Hukuku üzerine kitap yazmamın nedeni budur.
Yazmakta olduğum ama henüz daha çok ham olan Genel Kamu Hukuku isimli bu kitapta yer alan ve ilginizi çekeceğini düşündüğüm bir fragmanı, bir parçayı aşağıda sizinle paylaşıyor ve bu kitapla ilgili eleştiri, yorum, öneri ve değerlendirmenizi bekliyorum.
İyi okumalar.
ÖNSÖZ
Genel Kamu Hukuku, siyasal iktidarın ortaya çıkmasını, kişisellikten arınarak modern anlamda devlete dönüşmesini ve kurumsallaşmasını, bu çerçevede devleti, devletin evrimini, yapısını ve özelliklerini, devlet teorilerini, siyasal iktidarı, siyasal ideolojileri, siyasal düşüncenin tarihini ve evrimini, insan hak ve özgürlüklerini, bu hak ve özgürlüklerin gelişmesini, anayasa, idare, demokrasi kavramları ile kurumlarını inceler.
Genel Kamu Hukuku’nun inceleme alanına giren bütün bu kavramlar ve kurumlar, aynı zamanda siyaset biliminin de inceleme alanında olan kurumlar ve kavramlardır. Ne var ki, siyasi oldukları kadar hukuki de olan bütün bu kurumların ve kavramların, genel anlamda hukuktan, daha dar ve özel anlamda hukukun bir alt dalı olan genel kamu hukukundan soyutlanması, sadece siyaset biliminin konusu olduğunun kabul edilmesi ve siyaset bilimi tarafından incelenmesi, hem mümkün hem de doğru değildir.
O nedenle, hukukun ve hukukçuların, kendi ilgi ve uzmanlık alanlarına ait olan genel kamu hukukunu, bu hukukun kapsamı içinde olan kurum ve kavramların incelenmesini, siyaset bilimine ve siyaset bilimcilere bırakmamaları, bu hukukun gelişmesine katkı yapmaları, bu alanda ve konuda yayın ve yayınlar yapmaları gerekir.
Beni bu kitabı yazmaya ve yayınlamaya sevk eden en önemli düşünce ve motivasyon, bir avukat olarak genel kamu hukukuna sahip çıkmak, bu hukukun gelişmesine katkı yapmak, bu çerçevede entelektüel bir işlevi yerine getirmek, bugüne kadar hukukla ilgili olarak bildiklerimi, biriktirdiklerimi paylaşmak, beni eğiten, okutan, meslek sahibi yapan ülkeme olan borcumu ödemek istemem ve yine Şubat 2022 tarihinden itibaren, öğretim görevlisi olarak Ankara Bilim Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Genel Kamu Hukuku dersini veriyor olmamdır.
O nedenle, ben, bu kitabı yazma hevesini ve motivasyonunu, Ankara Bilim Üniversitesi’nin değerli Rektörü Prof. Dr. Sayın Yavuz Demir’e ve sevgili öğrencilerime borçluyum. Bana bu olanağı sağlayan, bu fırsatı veren Sayın Yavuz Demir Hocama, şahsıma ve derslerime gösterdikleri ilgi ve teveccühle ben bu konuda cesaretlendiren, heveslendiren ve motive eden Sevgili Öğrencilerime teşekkür ediyorum.
Bu kitabı dört üst başlık ve ana bölüm olarak tasarladım ve buna göre yazdım. Birinci üst başlık Hak ve Özgürlüklerin Gelişmesi ile ilgilidir. Bu bölümde alt başlık olarak hak ve özgürlük kavramlarının tanımına yer verilmiş, genel anlamıyla hak ve özgürlükler, özel olarak hak ve özgürlüklerin İngiltere’deki, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki, Fransa’daki, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki, Türkiye’deki gelişmeleri, etkileri ve sonuçları incelenmiştir. İkinci üst başlık ve bölüm devlet kavramına ve kurumuna ayrılmış, bu üst başlık ve bölüm altında devletin ortaya çıkması, devletin yapısı ve özellikleri, devlet teorileri ele alınmıştır. Üçüncü üst başlık ve bölüm siyasal iktidar, siyasal ideolojiler, siyasal düşüncenin tarihi ve evrimi ile ilgilidir. Dördüncü üst başlık ve bölümde, hukuk kavramı ve kurumu ele alınmış, bu başlık altında anayasa, anayasacılık, idare kavram ve kurumları, hukuk devleti ilkesi, demokrasi kavramı ve kurumu incelenmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM
A- HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN TARİHSEL GELİŞİMİ –
a- Hak Nedir? Özgürlük Nedir?
Hak ve özgürlüklerin tarihsel gelişmesini incelemezden önce, gerek hak, gerekse özgürlük kavramları üzerine genel bir açıklama yapılmasında yarar vardır. Buna göre;
1- İnsan hareketlerinin, eylemlerinin, tasarruflarının, işlemlerinin ve insan varlığının ayrılmaz bir parçası ve insana mündemiç olan hak, insanların hukuk düzeni tarafından tanınan, başkalarına karşı korunan ve ileri sürülen menfaatleridir. Bu tanıma göre, hakkın dayanağı; insanın birey olarak kapasitesi ve ehliyeti ile hukuk düzeni, yani devletin yardımı ve desteğidir.
Bu tanım çerçevesinde hakkın unsurları: yetki, tanıma ve taleptir.
Yetki, insanın bir şeyi yapmayı, yapma kapasitesini ve ehliyetini, meşru, yani hukuka ve kanuna uygun olan bir gücü kullanmasını ifade eder.
Tanıma, hakkın kanun tarafından tanınması ve tanımlanması, yanı sıra üçüncü kişilerin hakkı tanıması, hakka saygılı olması, hakkı onaylaması demektir.
Talep, hakkın üçüncü kişilere karşı ileri sürülmesi, yani bir şeyin yapılması, bir gücün, bir iradenin ortaya konulması, bir iddianın ileri sürülmesi demek olan yetkinin kullanılmasıdır. Zira talep kendiliğinden harekete geçmez. Talebin işlevsel olması, hukuken sonuç doğurması için hakkın sahibi olan kişi veya kişiler tarafından üçüncü kişilere karşı ve yetkili merciler önünde ileri sürülmesi gerekir. Bu aynı zamanda hak arama özgürlüğünün de gereği ve bu özgürlüğün güvencesi altındadır.
Hakkın, hukuka ve kanuna aykırı şekilde, bu bağlamda, devletin yardımı ve desteği olmadan ve bizzat kullanılması meşru değildir, ihkak-ı haktır, yani suçtur ve hakkın bu şekilde kullanılması hukuk düzeni tarafından korunmaz.
Hakkın bizzat kullanılmasının, yani devletin yardımı ve desteği olmadan kullanılmasının hukuken korunan iki istisnası vardır ve bunlar; zorunluluk hali ile meşru müdafaadır.
2- Özgürlük, halk diliyle ve şekli anlamıyla, herhangi bir şekilde ve şartla sınırlı ve kısıtlı olmaksızın düşünmek ve hareket etmektir.
Nitekim sade insanlar olarak, felsefi tartışma ve tanımlamaların dışında olan bizler, özgürlüğü, toplumsal ilişkilerimizde ortaya çıkan kimi sınırlamalar bağlamında düşünür ve o nedenle gündelik konuşmalarımızda, özgürlüğü, sınırlamaların ya da engellerin olmaması şeklinde anlar ve o şekilde tanımlarız.
Bu bağlamda, öncelikle ve özellikle ifade etmek gerekir ki, özgürlükle ilgili her türlü önerme, belirli yasakları ve sınırlamaları göstermedikçe, hem ciddi değildir, hem de fazlasıyla eksiktir. Aynı şekilde, siyasi düşünce temelinde sadece özgürlüğü, özgür bir toplumu talep edenler, bu alanda mevcut hangi sınırlamaların kaldırılmasının gerekli olduğunu ortaya koymadıkça tutarlı olmadıkları gibi, kanımızca doğru bir yerde ve pozisyonda da değillerdir.
Tüm toplumlarda ve bütün zamanlarda, değişik türden kısıtlamalar mevcut olmakla, eğer toplum içinde ve başkaları ile birlikte yaşamaktan vazgeçmeyi ve tamamen kendi kendine yeten bir hayat yaşamayı seçen bir münzevinin çığlığından söz etmiyor ya da Turgenyev’in hiçbir kural ve değer tanımayan nihilist Bazarov’unu kendimize rehber olarak almıyor isek, sınırsız ve hiçbir engel tanımayan bir özgürlük anlayışını savunmak ve bunu talep etmek hem mümkün ve hem de doğru değildir.
O halde, özgürlük, sınır ve kural tanımamayı değil, toplumları, tanıdıkları ve izin verdikleri toplam özgürlük miktarı bakımından karşılaştırmak ve eleştirmek koşuluyla, sınırların ve kuralların hukukla belirlenmesini ve bunun önceden öngörülebilmesini gerektirir. Esasen hukuk devleti olmanın asgari koşulu da budur.
Her ne kadar, İngiliz hukukçusu ve düşünürü Bentham, “yürürlüğe konulan her yasa bir özgürlük ihlalidir” demek suretiyle, bir bakıma yasa ve hukuk ile özgürlüğü birbirinin karşıtı olarak göstermekte ve özgürlükle, özgürlüğün sınırlanması arasındaki zorunlu dengeye, ancak toplumsal yarara ve duyacağımız hazza yapacağı katkıyla ulaşılabileceğini savunmakta ise de, elimizde hazları derecelendirecek, ortak faydayı ölçecek bir alet olmamakla, değişik türden sınırlamaların fayda temelinde kabul edilmesi ve karşılaştırılması da mümkün değildir.
Sanırım bu konudaki doğru anlayış, kendisini büyük İngiliz düşünürü Locke’la ifade eden gelenekçi liberal yaklaşımdır. Locke’un, “Hukukun amacı, özgürlükleri kaldırmak veya kısıtlamak değil, aksine özgürlüğün çerçevesini çizmek suretiyle özgürlüğü korumak ve özgürlük alanını genişletmektir” demiş olması da bunun kanıtıdır.
Yine bu konudaki bir diğer doğru yaklaşım, Locke’un, daha genel bir ifade ile liberal geleneğin izini süren Hayek’in ifadesi ile her kanunun kötü olmadığını, hukuki çerçevenin özgürlük için akılcı bir zorunluluk olduğunu, bir bütün olarak özgürlüğün ve onun bir parçası olarak özgür eylemin, ancak önceden bilinen kurallardan oluşan hukuki bir çerçeve içinde mümkün olabileceğini kabul etmek ve özgürlüğü bu çerçevede tanımlamak ve savunmaktır.
Felsefi anlamda özgürlük, insanın her türlü harici etkiden uzak ve bağımsız olarak kendi iradesine ve tercihine göre karar vermesi, bu kararı doğrultusunda hareket etmesi, eyleme geçmesidir.
Eşitlikçi liberal felsefeler, bireysel özgürlüklere önem verirler ve üstünlük tanırlar ve o nedenle bu özgürlükleri daha değerli bulurlar.
Özgürlük kavramına daha mesafeli yaklaşan düşünürler ve bu düşünürlerin referans aldıkları felsefeler ise, benlik, rasyonalite anlayışları, ahlaki sistemler, siyasal tercihler, farklı hayat tarzları arasında ayrım yapmazlar ve o nedenle, özgürlüğü sadece bir kavram olarak ele alırlar.
Marks’a göre özgürlükler edinilmiş haklar kavramı değil, bir süreçtir. Marks’a göre insan kendisini geliştiren, aşan, kendi sınırlarını zorlayan ve genişleten bir varlıktır. O nedenle, Marks, Alman İdeolojisi isimli eserinde, özgürlüğü insanın tüm konulardaki ve alanlardaki yeteneğini geliştirmesi olarak tanımlar, Komünist Manifesto da ise, insanın kendisini özgür bir şekilde geliştirmesi gerektiğine işaret eder.
3- İngiliz düşünür Isaiah Berlin, Two Concepts of Liberty/İki Özgürlük Kavramı isimli risalesinde, özgürlüğü “negatif özgürlük” ve “pozitif özgürlük” şeklinde ikiye ayırır. Berlin’in bu ayrımına göre negatif özgürlük “freedom from/bir şeyden özgürlük”, pozitif özgürlük ise “freedom two/bir şeye özgürlük”tür.
Negatif özgürlük, kişinin başkalarının otoritesine, iradesine, isteğine, izin vermesine başvurmadan, bağlı olmadan ve ihtiyaç duymadan karar vermesi ve bu kararı ile bu tercihi doğrultusunda hareket etmesidir. Esasen insan, hiç kimsenin iradesine, isteğine izin vermesine ihtiyaç duymadığı ve bağlı olmadığı, diğer bir deyişle iradesine, isteğine ve eylemlerine hiç kimse müdahale etmediği takdirde ve o ölçüde özgürdür. Eğer kişinin iradesine, isteğine ve eylemlerine başkaları müdahale ediyor ve engel oluyor ise, o insan özgür değildir.
Buna göre negatif özgürlük müdahaleden hoşlanmayan özgürlüktür. Mesela, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, basın özgürlüğü, savunmanın özgürlüğü negatif özgürlüktür.
Pozitif özgürlük, insanın kendi hayatını bizzat düzenlemesine ve kontrol etmesine dayanan özgürlük anlayışıdır. Bu bağlamda, eğer insan kendi hayatını bizzat kendisi düzenliyor ve kontrol ediyor ise, pozitif olarak özgürdür. Buradaki özgürlüğün pozitif anlamı, insanın kendisinin efendisi olması isteğinden kaynaklanır. Bu anlamdaki özgürlüğün dayanağı, insanın nesne değil, özne olma isteğidir. Bu özgürlükte insanın kendisini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi, kişisel olarak bir amaç veya yarar elde etmesine bağlıdır. Dolayısıyla bir amaç edinemeyen ve yarar sağlayamayan insan, kendisini geliştiremez ve gerçekleştiremez. Bu amaç ve yarar, insana otoriter bir irade ve güç, yani iktidar tarafından, sağlanır. O nedenle, pozitif özgürlük, otoriter ya da otorite yaratan karakterde bir özgürlüktür ve otoriter veya totaliter akımlar ile düşüncelere açıktır. Sosyal ve ekonomik özgürlükler pozitif karakterde olan özgürlüklerdir.
İngiliz siyaset bilimcisi Norman P. Barry’nin, Modern Siyaset Teorisi isimli kitabında göndermede bulunduğu eleştirmenlere göre, “negatif özgürlük”, ancak değerli bir şeye katkı sağladığı sürece önemlidir. Burada katkı sağlanan değer özerkliktir. “Özerklik olarak özgürlük” ise, kişiye açık olan seçeneklerin genişliğine ve çeşitli amaçların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan koşullara işaret ettiği için, o sınırlamanın yokluğu anlamındaki özgürlükten daha fazla bir şeydir. Özerklik olarak özgürlük, en aşırı pozitif özgürlük teorilerinde olduğu gibi, bireysel sübjektif tercihlerin devlet tarafından tamamen yok edilmesini gerektirmez, fakat soyut tercihleri gerçek fırsatlara dönüştürecek geniş kolaylıklar sunan kurumları talep eder.
4- Hak ve özgürlük aynı kavramlar mıdır, değil ise aralarındaki fark nedir? Özgürlük de bir haktır ama her özgürlük bir hak değildir. Hakkın kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumadığı gibi, özgürlüğün kötüye kullanılmasını da korumaz. Esasen sınırsız bir özgürlük de yoktur.
Buna göre, bir insanın özgürlüğü bir başkasının özgürlüğünün sınırına kadardır. Az yukarıda da işaret ettiğimiz Locke’un ifadesi ile hukukun amacı özgürlüğü kaldırmak veya kısıtlamak değil, aksine özgürlüğün çerçevesini ve sınırlarını belirlemek suretiyle, hem kişinin kendisinin, hem de diğer kişilerin özgürlüğünü korumaktır. Özetle sınırsız bir özgürlük yoktur. Esasen sınırsız özgürlük kaos ve anarşi getirir ve bu da özgürlüğü yok eder.
J.J. Rousseau’nun “insan özgür doğdu ama her yerde zincirler vardı” demesinin nedeni budur. Yani insan özgürdür ama insanın özgürlüğünün bir sınırı vardır ve bu sınır az yukarıda işaret edildiği üzere, bir başkasının özgürlüğünün sınırına kadardır. Rousseau’nun da işaret ettiği üzere, elbette insan özgür doğar, özgürlük Tanrı bağışı bir hak olmakla, insan özgürlüğü doğumla birlikte beraberinde getirir. Ama bu özgürlüğün etrafı zincirlerle çevrilidir ve bu zincirler hukukun, hukuk düzeninin koyduğu zincirler, yani sınırlar, sınırlamalardır. O nedenle, insan, doğuştan sahip olduğu özgürlüğü dilediği gibi kullanamaz, sadece ve sadece hukuk düzeninin çizdiği sınırlar çerçevesinde kullanabilir. O sınırın aşılmasını hukuk düzeni korumaz.
b- Hak ve Özgürlüklerin Gelişmesiyle İlgili Genel Açıklama –
İnsanlık tarihi, esas itibariyle hakların ve özgürlüklerin elde edilmesine yönelik mücadelelerin tarihidir. Bu mücadele, yönetenlerle yönetilenlerin, siyasi iktidarlarla muhaliflerinin, sömürenlerle sömürülenlerin, sınıfların arasındadır. Bu mücadele, kadim Yunanistan’da da, Roma İmparatorluğu’nda da, Antik Çağ’da da, Orta Çağ’da da, Yeni Çağ’da da var olan ve yaşadığımız modern zamanlarda da devam eden bir mücadeledir.
Bu mücadele, kadim Yunanistan’da köle olanlarla olmayanlar, Roma İmparatorluğu’nda Patricianlar, yani soylu olanlarla soylu olmayan sıradan yurttaşlar, yani Plebler, Servus, yani köle olanlarla olmayanlar arasındadır.
Bu mücadele, Orta Çağ’da feodalite ile krallar arasında, feodalite ile aristokrasi arasında, Yeni Çağ’da feodalite ile krallar ve o aşamada yeni yetme durumunda olan burjuvalar arasında, kilise, yani taassup ile bilim ve bilimsel düşünce arasındadır.
Bu mücadele, Yakın Çağ’da ve Sanayi Devrimi sonrasında ve hatta yaşadığımız modern çağda, kapitalistler ile işçi sınıfı, emperyalist devletler ile mazlum ülkeler arasındadır.
Bugün sahip olduğumuz haklar ve özgürlükler, bu mücadelelerle kazanılmış, feodalite, aristokrasi, mutlakıyet, monarşi, krallıklar, taassup bu sayede yıkılmış, siyasi haklar, sendikal ve ekonomik hak ve özgürlükler, temel hak ve özgürlükler, insan hakları bu mücadeleler sonunda elde edilmiş ve kazanılmıştır.
Bu hakların ve özgürlüklerin elde edilmesi için mücadele edenler, acı çekmişler, gözyaşı dökmüşler, hayatlarını kaybetmişlerdir. O nedenle, biz bugün, birey ve toplum olarak sahip olduğumuz hakları ve özgürlükleri o insanlara borçluyuz
c- Ülkeler Düzeyinde Hak ve Özgürlük Mücadeleleri –
1- İngiltere –
Hak ve özgürlükler alanında, İngiltere’de yapılan mücadele esas itibariyle feodalite, yani toprak sahibi olan baronlarla krallık arasında yapılan bir mücadeledir. Bu mücadelenin merkezinde yer alan en önemli ihtilaf konusu vergidir. O nedenle, vergi ve verginin keyfi olarak alınmasına ilişkin mücadele, hak ve özgürlüklerin elde edilmesinde, kazanılmasında ve hukukun gelişmesinde etkili olan en önemli unsur ve nedendir.
İngiltere’de hak ve özgürlükler konusunda verilen mücadele sonucunda feodalitenin zafere ulaşmasını sağlayan ilk belge, İngiltere Kralı Yurtsuz Jean ile feodal beyler/baronlar, soylular ve din adamları arasında bağıtlanan 1215 tarihli “Magna Carta Libertatum/Büyük Özgürlükler Belgesi”dir. Bu belge, bir ferman, yani tek taraflı bir belge değil, iki taraflı bir sözleşmedir. Kralın bu sözleşmeyi imzalamasındaki en önemli etken, XI. Yüzyılda ve Norman istilasından sonra çıkarları olduğu için kralı destekleyen feodal beylerin, soyluların, din adamlarının İngiltere’nin XIII. Yüzyılın başında Fransa ile yaptığı savaşları kaybetmesi üzerine zayıflayan ve yanı sıra ekonomik yönden acze düşen Krallığa olan desteklerini çekmeleri, hak ve özgürlüklerinin güvencede olmadığı iddiasıyla Kral’a karşı başkaldırmalarıdır. ((“İngiltere’de Parlamento Neden ve Nasıl Ortaya Çıktı: Malî Hukukun Anayasa Hukukundan Eskiliği Üzerine Bir Deneme”, Prof. Dr. Mualla Öncel’e Armağan, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 2009, c.I, s.365-374)
Savaşların kaybedilmesi ve ekonomik gücünün zayıflaması nedeniyle İngiltere Kralı Yurtsuz Jean, feodal beylerle/baronlarla, soylularla ve din adamları ile anlaşmak zorunda kalmış ve feodal beylerle/baronlarla, soylularla ve din adamları ile arasındaki yetki ve sorumluluk ilişkilerini yeniden düzenleyen ve feodal beyler ile soylulara çok önemli ve geniş ayrıcalıklar sağlayan, (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, 1997 baskı, sayfa 146) kendi iktidarını ise sınırlayan Magna Carta Libertum’u imzalamıştır.
İki taraflı olmakla sözleşme niteliğinde olan bu belge, hukuki ve siyasi niteliği itibariyle bir anayasa olmamakla birlikte, anayasacılığa giden yolda çok önemli bir aşama, deyim yerinde ise bir kilometre taşıdır. Zira Magna Carta Libertatum, esas itibariyle birey hak ve özgürlüklerini güvence altına almak amacıyla siyasi iktidarı sınırlamak olan anayasa ve anayasacılığa giden yolda atılan ilk adımdır. Bu bağlamda, Magna Carta Libertatum, siyasi iktidarı sınırlayan, ‘limited government/sınırlı devlet’ anlayışını öngören ve getiren ilk siyasi ve hukuki dokümandır.
Bu belge ve sözleşme ile siyasi iktidara getirilen ilk sınırlama, krallığın sınırsız ve keyfi vergi ve yardım alma iktidarına yönelik olmuş, bu bağlamda, krallığın vergi alması, daha önce adı Witenagemot Meclisi olan ve istişarî bir organ niteliği taşıyan, ancak daha sonra feodal beyleri/baronları, soyluları ve din adamlarını kapsayacak şekilde genişleyen ve Magnum Concilium (Büyük Şura/Meclis) adını alan organın onay vermesi şartına bağlanmıştır. Bu belgenin/sözleşmenin 12.maddesi ile getirilen bu koşul “vergiye rıza/consent to taxation” ve “temsilsiz vergi olmaz/no taxation without representation” ilkelerinin kabul edilmesinin başlangıcı olmuştur. (“İngiltere’de Parlamento Neden ve Nasıl Ortaya Çıktı: Malî Hukukun Anayasa Hukukundan Eskiliği Üzerine Bir Deneme”, Prof. Dr. Mualla Öncel’e Armağan, Ankara, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, 2009, c.I, s.365-374)
Bu belge ve sözleşme ile kişilerin mal ve can güvenlikleri teminat altına alınmış, bu bağlamda, mahkemelerin yasalara uygun olarak verdikleri bir karar olmadan kişilerin mal ve can güvenliklerine dokunulamayacağı, kişilerin tutuklanamayacakları, hapis, sürgün ve kanun dışı ilan edilemeyecekleri, mallarının müsadere edilemeyeceği, her ne suretle olursa olsun kişilerin zarara uğratılamayacakları hükme bağlanmıştır.
Magna Carta’nın bu hükmü içeren 39.maddesinde yer alan “due process of law” kavramı, “uygun hukuki usül” anlamınagelmektedir ve bu kavram çok daha sonra“uygun hukuki usül, yani hukuka uygun olarak verilmiş bir mahkeme kararı olmadan, hiç kimse yaşama hakkından, özgürlüğünden ve mülkiyetinden yoksun bırakılmayacaktır” hükmünü içeren Amerikan Anayasa’sının Ek 5.Maddesine girmiş ve bu suretle anayasal bir ilke ve güvence olmuştur.
Bu belge ve sözleşme ile suç niteliğindeki fiiller ile bu fiillere/suçlara verilecek cezalar arasında hakkaniyete uygun bir orantı ve denge olması gerektiği ifade edilmiştir.
Yine bu belge ve sözleşme ile kişilerin sözleşme serbestileri ve özgürlükleri güvence altına alınmıştır.
İçeriğine değinilen bu özellikleri itibariyle Magna Carta Libertatum, sadece baronlara/soylulara ayrıcalık tanıyan ve sağlayan bir belge ve sözleşme olmayıp, aynı zamanda feodal bir devlet yapısının ilkelerine ve teşkilatlanmasına yer veren ve daha sonraki yüzyıllarda demokratik ve özgür bir toplum ile devlet yapısının oluşmasına kaynaklık eden, (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, 1997 baskı, sayfa 147) referans ve esas olan bir belge ve sözleşmedir
İngiliz hak ve özgürlük belgelerinin arasında önemli bir yeri ve işlevi olan ikinci belge 07 Haziran 1628 tarihli “Haklar Dilekçesi/Petition of Rights”dır. Bu belge, Kral I.Charles ile İngiliz Parlamentosu arasında vergi konusunda çıkan ihtilaf ve Kral’ın parlamentoyu feshetmesi üzerine, parlamentonun Kral’a mali destek sağlaması koşuluyla Kral ile parlamento arasında varılan uzlaşma sonucu ortaya çıkmıştır.
Kral’a ve devlete karşı belirli kişisel haklar ile özgürlükleri koruyan bu belgenin referansı Magna Carta Libertatum’dur. O nedenle, bu belge Magna Carta’ya yollamada bulunur, bu bağlamda, Magna Carta’da düzenlenen kişi mal ve can güvenlikleri ile bu güvenliklerin teminat altına alınmasına ilişkin hükümleri tekrar eder. Buna göre bu belge, parlamentonun onayını almadan veya parlamento tarafından yürürlüğe konulan bir yasa olmadan, Kral’ın hiç kimseden borç veya para yardımı ve hediye alamayacağını, vergi koyamayacağını, mahkeme kararı olmadan hiç kimsenin mal ve can güvenliğinden yoksun bırakılamayacağını, tutuklanamayacağını, mahkum, hapis ve sürgün edilemeyeceğini, mallarına el konulamayacağını, miras haklarından yoksun bırakılamayacağını, suçlu kişilere sadece yasalarda düzenlenen cezaların verilebileceğini, düzenlenmeyen cezaların verilemeyeceğini, yani suçun kanuniliği ve “nullum crimen, nulla poena sine lege/kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesini ve özel yargılama usullerinin uygulanamayacağını öngörmektedir.
Kişi hak ve özgürlükleri konusunda önemli olan bir diğer belge, İngiliz Parlamentosu’nun kabul ettiği bir yasa ile yürürlüğe konulan 1679 tarihli Habeas Corpus Act/Habeas Corpus Yasası’dır. Latince bir deyim olan Habeas Corpus, “you have a body”, yani “senin bir bedenin/vücudun var, sen bir insansın” demektir. Esas itibariyle bir ihzar müzekkeresi olan habeas corpus, bir memurun yakaladığı veya gözaltına aldığı bir kişiyi hakimin/mahkemenin önüne gecikmeksizin çıkarmasını emreder. İnsan ve sanık haklarının korunması yönünden önemli ve etkili olan bu ilke, kişilerin bir mahkeme kararı olmadan tutuklanmalarını, hapsedilmelerini önleyen bir ilkedir. .
Bu çerçevede Habeas Corpus Act/Habeas Corpus Yasası, yakalanan veya gözaltına alınan kişilerin, gecikme olmaksızın ve mümkün olan en kısa süre içinde yetkili ve görevli hakim önüne çıkarılmalarını düzenlemiş, hukuki bir tedbir olan tutukluluk durumuna sınır getirmiş, uzun ve keyfi tutuklamaları yasaklamış, kefaletle salıverilme ve tutuksuz yargılama ilkelerinin uygulanmasını sağlamış, sanığın tutuklu olması durumunda yargılamanın kısa süre içerisinde sonuçlandırılmasını öngörmüş ve günümüzde sanık haklarının ile “fair trial/adil yargılanma” adı verilen ilkenin başlangıcı olmuştur.
İngiltere’deki hak ve özgürlüklerin tarihsel gelişme sürecinde önem arz eden bir diğer belge Bill of Rights/Haklar Bildirgesi’dir.
Bu bildirge öncesinde Kral II.Jacques ile parlamento arasında, Kral’ın parlamentonun yetkilerini sınırlamak istemesi nedeni ile ihtilaf çıkmış, “Muhteşem Devrim/The Glorius Revolution” olarak bilinen 1688 tarihli ihtilal olmuş, Kral’ın İngiltere’den kaçmak zorunda kalması sonrasında tahta II. Mary ile eşi III.Wilhelm geçmiştir. Bu aşamada Avam ve Lordlar Kamarası’ndan oluşan İngiltere Parlamentosu tarafından Bill of Rights/Haklar Bildirgesi hazırlanmıştır. Bu bildirge 16 Aralık 1689’da Kraliyet tarafından onaylanmıştır. Bu bildirge ile Kral’ın yetkileri sınırlanmış, parlamento çalışmaları, serbest seçimler düzene konulmuş, parlamenterlere parlamentoda konuşma özgürlüğü, yasama dokunulmazlığı getirilmiş, yurttaşlara herhangi bir kısıtlamaya bağlı ve cezaya muhatap olmadan Kral’a dilekçe verme hakkı tanımış, vergi koyma yetkisi parlamentoya verilmiş, parlamentonun egemenliği ve üstünlüğü ilkesi kabul edilmiş, bu bağlamda, İngiltere’de “anayasal monarşi” ya da “meşrutiyet/şarta bağlı yönetim” tesis edilmiştir.
Bütün bu gelişmelerin, getirilen düzenlemelerin, hak ve özgürlüklerin fikri dayanağı, İngiliz siyaset felsefecisi ve düşünürü John Locke’un düşünceleridir.
Bütün bu belgeler, bu bağlamda, Magna Carta, Haklar Dilekçesi, Habeas Corpus Yasası, Haklar Bildirgesi, çok sonra yürürlüğe konulan 1911 ve 1949 tarihli Parlamento Yasaları, yazılı olmayan İngiliz Anayasası’nın esasını oluşturmaktadır. Bu belge ve dokümanlar, 1776 tarihli Virginia Haklar Bildirgesi’nin, aynı tarihli Amerika’nın Bağımsızlık Bildirisi’nin, 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nın, 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’nin ve 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin rehberi ve referansıdır.