Siyaset felsefesinin en önde gelen çalışmalarından birisi, Amerikalı siyaset bilimci John Rawls’ın günümüzden 45 yıl önce yazdığı ‘A Theory of Justice/Bir Adalet Teorisi’ isimli eseridir. Yayınlanmasından sonra gerek akademik çevreler, gerekse entelektüeller tarafından ilgiyle karşılanan, siyaset felsefesine yön veren, adalet düşüncesini geliştiren ve literatürünü zenginleştiren, yanı sıra pek çok tartışmayı da beraberinde getiren bu önemli ve değerli çalışma, pek çok dile çevrilmiş olmasına rağmen, ne yazık ki bugüne kadar Türkçeye çevrilmemiştir. O nedenle ülkemizde bu önemli kitaptan yararlanma olanağı, sadece İngilizce ve çevrildiği diğer yabancı dilleri bilenlerin tekelinde kalmıştır.
Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde ‘Public Law/Kamu Hukuku‘ dersini vermeye başladığım 2000 yılında İngilizce’sini okuduğum, ders malzemesi olarak kullandığım bu kitabın Türkçeye tercüme edilmesi konusunda Siyasal Yayınevi sahibi Sayın Ünal Sevindik’ten teklif aldığımda inanılmaz derecede sevindim ve onur duydum.
John Rawls’ın yaklaşık 20 yıllık emeğinin ürünü olan ve yayınlandığı günden bu yana 45 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkçeye çevrilmemiş bulunan böylesine önemli bir kitabın Türkçeye tercümesini tamamladığımda, bu eser benim en büyük eserim, en önemli hizmetim, en değerli çalışmam, onurum ve çocuklarıma bırakacağım en değerli mirasım olacaktır.
Dört aydır üzerinde yoğun bir şekilde çalıştığım, yarısına yakın kısmını tercüme ettiğim ve bu yılın sonunda bitirmeyi planladığım bu önemli eserin ‘İçindekiler’ bölümünün, Rawls’ın kitabın birinci baskısı için 1971 ve genişletilmiş ikinci baskısı için 1990 yıllarında yazdığı önsözlerin ve yine ‘Vicdani Reddin Tanımlanması’, ‘Vicdani Reddin Haklılaştırılması’, ‘Hakkaniyet Olarak Adalet’, ‘Adaletin Rolü’, ‘Adaletin Konusu’ bölümlerinin Türkçe tercümesini daha önce sizinle bu blogda paylaşmıştım.
Bu paylaşımların gördüğü yakın ilgi ve paylaşımların devamı yönünde gelen yoğun talep nedeniyle, aşağıda tercüme ettiğim bölümlerden ‘Adalet Teorisinin Ana Fikri’, ‘Orijinal Pozisyon ve Haklılaştırma’ başlıklı bölümlerini yayınlıyor, ilginize teşekkür ediyor ve size iyi okumalar diliyorum.
Bu münasebetle ve yeri gelmişken tercüme ettiğim bölümlerin İngilizce ve Türkçelerinin karşılaştırmalı olarak gözden geçirilmesinde bana yardım eden, bu bağlamda çok değerli katkılar yapan Bilkent Üniversitesi’nden öğrencim olan ve şimdilerde Ankara Barosunda avukatlık stajı yapan sevgili Ünal Yıldız’a da şimdi yeri gelmiş iken katkıları için teşekkür ediyorum.
ADALET TEORİSİNİN ANA FİKRİ
Benim amacım, örnekleri Locke’da, Roussseau’da ve Kant’da bulunan sosyal sözleşme teorisini genelleştirmek, benzer nitelikteki bu teorilerin yüksek düzeydeki soyutlamasına ulaşan bir adalet kavramı sunmaktır.4 Bunu yapmak için, orijinal sözleşmeyi, herhangi bir kişinin özel bir topluma girmesi veya özel bir hükümet şekli kurması olarak düşünmememiz gerekir. Bunun yerine, bize rehberlik edecek fikrin, orijinal anlaşmanın toplumun temel yapısı olan adalet ilkelerinin objesi olduğunu düşünmeliyiz. Bu ilkeler, beraberliklerinin temel şartını kendi menfaatlerinin daha ilerisinde tanımlayan ve henüz eşitliğin başlangıç durumunda olan serbest ve rasyonel kişilerin benimsediği ilkelerdir. Bu noktadan daha ileriye doğru olan bütün anlaşmaları bu ilkeler düzenler; bu bağlamda sosyal işbirliğinin kapsayacağı durumları ve kurulabilecek hükümet şekillerinin çeşitlerini kesin olarak bu ilkeler belirler. Ben, adalet ilkelerinin bu şekilde dikkate alınmasını hakkaniyet olarak adalet diye isimlendiriyorum.
O nedenle, sosyal işbirliği kapsamındaki kişilerin, temel hak ve ödevleri tayin etmekte ve sosyal menfaatlerinin bölünmelerini belirlemekte esas aldıkları ilkeleri, ortak bir eylemin birlikte seçilmesi şeklinde hayal edebiliriz. Zira insanlar, birbirlerine karşı iddialarını nasıl düzenleyeceklerine ve yine kendi toplumlarının kuruluş şartlarının nasıl olması gerektiğine peşinen kendileri karar verirler. Her bir kişinin kendi iyiliğini ne şekilde oluşturduğuna rasyonel bir düşünceyle karar vermesinin gerekli olması gibi, bu da o kişinin izlemesi gereken rasyonel bir amaçlar sistemidir. Onun için bir grubun içindeki insanın, bir defada ve her zaman bunların arasındakilerden neyin adil veya gayri adil olduğunu hesaba katması gerekir. Rasyonel insanın varsayımsal bir durum olan eşit özgürlük içinde yaptığı seçim, bu seçim sorununun adalet ilkelerinin belirlediği bir çözümü olduğunu varsayar.
Hakkaniyet olarak adalet kavramı içindeki eşitliğin orijinal pozisyonu, sosyal sözleşmenin geleneksel teorisi içindeki tabiat haline tekabül etmektedir. Bu orijinal pozisyon, elbette gerçek bir tarihsel olgu olarak düşünülmemeli, kültürün ilkel şartlarının daha azı olarak kabul edilmelidir. Orijinal pozisyon, belirli bir adalet kavramına öncülüğü karakterize eden mutlak bir faraziye hal olarak anlaşılmalıdır.5 Bu halin esaslı özellikleri arasında, hiç kimsenin o kişinin toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal statüsünü bilmemesi ve yine o kişinin kendisinin de, doğal şeylerin dağıtılmasındaki kendi şansını bilmemesi vardır. Dahası ben bu durumda olan tarafların, kendi iyilik anlayışları ile özel psikolojik eğilimlerini de bilmediklerini varsaymaktayım. Adalet ilkeleri bir bilinmezlik/cehalet perdesinin arkasından seçilmiştir. Seçimin bu şekilde yapılmış olması, doğal bir şans veya beklenmedik durumlar tarafından belirlenen seçim ilkelerinin, hiç kimsenin lehine ya da aleyhine olmamasını sağlar. Herkes benzer biçimde konumlandığında, hiç kimse kendi lehine özgü ilkeleri biçimlendirme gücüne sahip olamaz ve dolayısıyla adalet ilkeleri bir pazarlığın ve adil bir anlaşmanın sonucunda oluşmuş olur. Verili orijinal pozisyon için rasyonel varlıklar olarak kendi amaçları ve yetenekleri içinde herkesin birbirleriyle olan ilişkilerinin simetrisi, sadece ahlaklı kişiler arasında adildir, ki ben bunu adalet duygusu olarak varsayacağım. Birisinin orijinal pozisyonun, temel anlaşmaların adilliğe ulaşmasında uygun bir başlangıç durumu olduğunu söylemesi gerekir. Bu da ‘hakkaniyet olarak adalet’ isminin yerinde olduğunu gösterir: bu açıklama orijinal pozisyonda üzerinde anlaşılan adalet ilkesi fikrini adilliğe taşır. ‘Metafor olarak şiir’ deyimindeki şiir ve metafor kavramları nasıl aynı anlama gelmez ise, hakkaniyet olarak adalet isminde de, adalet ve adillik kavramları aynı anlama gelmez.
Daha öncede söylediğim gibi, hakkaniyet olarak adalet, genel bütün seçimlerin en önemlisinin insanların birlikte yapmalarıyla, diğer bir deyişle adalet kavramı ilkelerinin ilki olan kurumların reformunu ve daha sonra gelen bütün eleştirileri düzenleyen bir seçimle başlar. Böylece seçilmiş bir adalet kavramına sahip olan biz, daha sonra, bunların başlangıçta üzerinde anlaşılan adalet ilkeleriyle uyumlu bir anayasa, yasa ve benzeri diğer şeyleri yapmak üzere seçildiklerini kabul edebiliriz. Kuralların genel sistemi tarafından tanımlanan bizim akdettiğimiz bu anlaşma, eğer farazi anlaşmanın ardılı ise, bizim sosyal durumumuz da adildir. Dahası orijinal pozisyonun bir dizi kural belirlediğini kabul ettiğimiz takdirde, (bu özel bir adalet kavramının seçilmiş olması demektir) birbirlerine karşı saygılı, eşit, serbest ve adil olan insanlar, eğer sosyal kurumların bu kuralları tatmin ettiğini birbirleriyle olan ilişkilerinde birbirlerine samimiyetle ifade ederlerse, bu doğru olacaktır. Bu insanların hepsi, yaptıkları düzenlemelerde bir şart koşulmayla karşılaştıklarında, orijinal pozisyonda ilkelerin seçimi konusunda kabul ettikleri makul sınırlamaları ve kabul edilmiş diğer geniş şekillenmeleri gösterebilirler. Bu olgunun genel olarak tanınması, adalet ilkelerine denk düşen kamusal bir kabulün temeli olarak şart koşulmalıdır. Elbette hiçbir toplum, insanların edebi bir duyguya gönüllü olarak dahil oldukları bir işbirliği projesi değildir; her insan kendisini doğumla birlikte herhangi bir toplumda, herhangi bir yere yerleştirilmiş olarak bulur ve bu pozisyonun doğası, o insanın hayat beklentilerini maddi yönden etkiler. Hakkaniyet olarak adalet ilkelerini tatmin eden bir toplum, adil durumlar altında bu ilkeleri kabul edecek olan eşit ve özgür insanların gönüllü projesini karşılamaya olabildiği kadar yaklaşmış bir toplumdur. Bu bağlamda, bu toplumun üyeleri özerktir ve bu üyelerin üstlendikleri yükümlülükler de sadece kendilerini bağlar.
Hakkaniyet olarak adaletin bir diğer özelliği, orijinal pozisyonda olan tarafların rasyonel ve karşılıklı olarak önyargısız olmalarıdır. Bu tarafların bencil olmaları demek değildir, bireylerin sadece belirli bazı şeylerle ilgileri olduğu anlamındadır, örneğin bunlar, refah, itibar ve egemenliktir. Ancak bu kişiler, bir başkasına ait olan bir menfaati kabullenmemiş kişiler olarak tasavvur edilmelidirler. Ruhsal amaçları aksine dahi olsa, bu insanlar, farklı dinlerin zıt olan amaçlarının peşindeymiş gibi varsayılırlar. Dahası, rasyonalite kavramı, en etkili araçların sonunda alınan ekonomi standardının içinde mümkün olduğu kadar geniş yorumlanmalıdır. Daha sonra (*25)’de açıklanacağı üzere, ben bu kavramı değiştireceğim ama birilerinin bunu tartışmalı etik unsurlar temelinde sunmaktan da kaçınması gerekir. Orijinal pozisyon, mutlaka kabul edilen en geniş şekli şart koşularak karakterize edilmelidir.
Hakkaniyet olarak adalet kavramının çözümlenmesinde en önemli amaç, orijinal pozisyonda, hangi adalet ilkelerinin seçilmesi gerektiğinin açıkça belirlenmesine ilişkindir. Bunu yapabilmek için bu durumu ayrıntılarıyla tarif ve bunun sunduğu seçme sorununu dikkatle formüle etmemiz gerekir. Ben bu sorunları müteakip bölümlerde ele alacağım. Bununla birlikte, gözlenen odur ki, eşitlik durumunda adalet ilkelerinin orijinal anlaşmadan doğduğu hususu bir defa düşünüldüğünde, bunun fayda ilkesinin tanınması sorununa kapı açacağını kabul etmek gerekir. Söz gelişi, biraz zorlukla da olsa bu durum, kendilerini eşit ve başkalarının iddiaları konusunda yetkili gösteren insanların, başkalarının hoşuna gidecek bazı basit avantajlar elde etmek uğruna, daha az hayat beklentileri içeren bir ilke üzerinde anlaşma sağlamalarına benzetilebilir. Her bir insan, kendi menfaatlerini, kendi iyi kavramını geliştirme yeterliliğini korumayı arzu ettiğinde, daha büyük ve net bir tatmin dengesi sağlamak amacıyla bir kimsenin daimi bir kayba razı olması için herhangi bir nedeni olamaz. Güçlü ve sonsuz yardım severliğin eksik olması, rasyonel bir insanı sadece temel yapıyı kabul etmemeye yöneltir, çünkü bu durum, o kişinin kendi hak ve menfaatleri üzerinde kalıcı bir etki olmasına bakılmaksızın cebirsel avantajlar toplamını maksimize eder. O nedenle faydacılık ilkesi, eşitler arası karşılıklı avantaj için sosyal işbirliği kavramına karşıt görünebilir. Bu ilke, iyi düzenlenmiş bir toplum nosyonunun içindeki mütekabiliyet fikri imasıyla zıtlık içinde görülebilir. Ama her ne şekilde görülürse görülsün, ben bunu bu şekilde tartışacağım.
Ben başlangıç durumundaki insanların iki farklı ilkeden birini seçebilmeleri yerine; mesela refah ve yetki eşitsizliklerinin, toplumun özellikle en avantajlı üyelerinin ve sadece herkesin yararlarını tazmin etmenin sonucu ise adil olması gibi sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri ikinciler elde tutarken, birincilerin ihtiyaç duydukları temel hak ve ödevlerin tahsis edilmesindeki eşitliği koruyacağım. Bu ilkeler, toplamda daha büyük iyi tarafından zorlukları dengeleme temelinde kurumların haklılaştırması konusunda bir istisna teşkil eder. Birilerinin zengin olmaları için birilerinin daha aza sahip olmaları belki bir yol olabilir ama bu adil olmaz. Yine büyük menfaatler elde eden birkaç kişinin, insanların durumunu iyileştirmelerini sağlamaları çok fazla bir şans olmasa da, bu adaletsizlik de olmaz. Sezgisel düşünce, hiç kimsenin tatmin edici bir hayatı olmaksızın, herkesin iyi olmasının bir işbirliği projesine dayanmasını, avantajların bölünmesinin daha az iyi durumda olanlar da dahil olmak üzere herkesin içinde yer almaya istekli olmasını gerektirir. Sözü edilen bu iki ilke, herkesin iyi hal şartları için gerekli bir proje uygulandığı zaman, başkalarıyla işbirliğine istekli olmayı hak etti diyebileceğimiz hiç kimsenin beklediği bir şey değil iken, sosyal pozisyonları içinde kendilerine daha çok şey bahşedilenlere veya şanslı olanlara adil gelebilir.6 Doğal bağışların kazaya uğramasının kullanılmasını, sosyal ve ekonomik avantajlar için sosyal durumun ihtimallerinin karşıtlığının aranmasını önleyen adalet kavramına bakmayı kararlaştırdığımızda, bu ilkeleri takip ederiz. Bunlar, ahlaki açıdan keyfi görünen sosyal dünyanın koşullarının bir kenara bırakılmasının sonucunu ifade eder.
Bununla birlikte, ilkelerin seçimi sorunu son derece zordur. O nedenle, ben, bu konuda herkesi ikna etmek için yapacağım öneriye cevap verilmesini beklemiyorum. Şundan dolayı beklemiyorum, diğer sözleşme açılarında olduğu gibi en baştan itibaren not etmeye değer olan husus, hakkaniyet olarak adalet kavramının şu iki bölümden oluşmasıdır; (1) başlangıç durumunun yorumu ve seçme sorunu o noktada tavırlıdır ve (2) ileri sürülen ilkeler dizisi üzerinde anlaşılmış olunmalıdır. Birisi teorinin birinci kısmını kabul edebilir (veya bunların bir değişiğini) fakat diğerini ya da tersini kabul etmeyebilir. Diğer öneriler reddedilmesine rağmen, akdi başlangıç durumu kavramı kabul edilebilir görünebilir. Emin olunuz ki, bu durumun en uygun kavramının, faydacılığa ve mükemmeliyetçiliğe karşı adalet ilkelerini takip etsin ve dolayısıyla sözleşme doktrini bu bakışlara alternatif sağlasın diye ben bu düşünceyi korumak istiyorum. Birileri, sözleşmesel yöntemin bahşettiklerinin, etik teoriler ve bunların altını çizdiği varsayımları belirleyen hususlar üzerinde çalışmak için yararlı bir yol olduğunu ileri sürmesine rağmen, birileri de bu iddiaya hala itiraz edebilir.
Hakkaniyet olarak adalet, benim sözleşme teorisi olarak isimlendirdiğim kavrama bir örnektir. Şimdi burada ‘sözleşme’ deyimine ve ilgili diğer açıklamalara yönelik bir itirazda bulunulabilir ama ben bu deyimin, bu konudaki görüşlerime kabul edilebilir bir mükemmellikle hizmet edeceğini düşünüyorum. Başlangıçta şaşırtıcı gelen pek çok sözcüğün yanıltıcı çağrışımları vardır. ‘Fayda’ ve ‘faydacılık’ deyimlerinin kesinlikle bir istisnası yoktur. Bu deyimler, istismar etmeye niyetli çok fazla düşmanca ve şanssız eleştirilere muhataptırlar: ki bu faydacılık doktrini üzerinde daha henüz çalışmaya hazırlananlar için yeterince açıktır. Bu, ‘sözleşme’ deyiminin ahlak teorilerine uygulanması yönünden de aynı şekilde doğrudur. Daha önce işaret ettiğim üzere, bunun anlaşılması için, kişinin, bunun belirli bir soyutlama düzeyini ima ettiğini aklında tutması gerekir. Özellikle ifade etmek gerekir ise, ilgili anlaşmanın içeriği verili bir topluma girmek veya verili bir hükümet şeklinin benimsenmesi demek değildir, sadece belirli ahlak ilkelerini kabul etmek demektir. Dahası, buna yönelik olarak işaret edilen taahhütler tamamen varsayımsaldır: sözleşme bakışı, iyi tanımlanmış bir toplumda orijinal pozisyonun kabulünü elinde tutar.
Sözleşme terminolojisinin değeri, bunun, rasyonel insanlar tarafından, adalet ilkelerinin, ilkeler olarak tasarlanmasının seçilmesinde adalet düşüncesinin yol göstermesi ve bu suretle adalet kavramlarının açıklanabilmesinin ve haklılaştırılmasının sağlanmasıdır. Adalet teorisi rasyonel seçim teorisinin bir parçası ve belki de en önemli parçasıdır. Yine adalet ilkeleri, birkaç kişi veya grup arasındaki ilişkilere uygulanan, sosyal işbirliğinin kazandırdığı avantajlar üzerine olan çatışma iddialarıyla da uğraşır. ‘Sözleşme’ sözcüğü, bütün taraflarca kabul edilen ilkelerle uyum içinde olan uygun avantajlar bölünmesinin şartlarıyla birlikte bu çoğulculuğu teklif eder. Adalet ilkeleri için kamusallık şartı, aynı zamanda sözleşmenin anlatım biçimi anlamına gelir. O nedenle, eğer bu ilkeler bir anlaşmanın sonucu ise, yurttaşlar, başkaları tarafından takip edilen ilkeler konusunda bilgi sahibidirler. Bu, sözleşme teorilerinin, siyasal ilkelerin kamusal doğasını vurgulamasının bir özelliğidir. Son olarak ifade etmek gerekir ise, sözleşme doktrininin uzun bir geçmişi ve geleneği vardır. Bu uzun düşünme çizgisine ilişkin bağın açıklanması, fikirlerin tanımlanmasına ve dindarlığın doğal uyumuna yardım eder. Böyle bir durumda, ‘sözleşme’ deyiminin kullanılmasında birkaç avantaj vardır. Uygun önlem alınması halinde bu yanıltıcı olmaz.
Son bir açıklama: Hakkaniyet olarak adalet tam bir sözleşme teorisi değildir. Bunun anlaşılır olması için, sözleşmesel fikrin, sadece adalet için değil, bütün erdemlerin ilkelerini kapsayan bir sisteme, az ya da çok tam bir etik sisteme doğru genişletilmesi gerekmektedir. Ama yine de bölüm I’de ben, erdemleri sistematik bir yolda incelemeye şimdilik girişmeyeceğim, sadece adalet ilkelerini ve bu ilkeyle yakın bağlantısı olan diğer ilkeleri inceleyeceğim. Açık söylemek gerekir ise, hakkaniyet olarak adalet, kabul edilebilir bir iyilik çerçevesi içinde başarılı olursa eğer, bir sonraki adım olan ‘hakkaniyet olarak doğruluk’ adına önerilen daha genel bir görüş üzerinde çalışmak olacaktır. Bu geniş teori, sadece bizim başkalarıyla olan ilişkilerimizi kapsar göründüğünden ve hayvanlar ile bütün doğaya karşı nasıl davranmamız gerektiğini hariç tuttuğundan bu yana, ahlaki bütün ilişkileri kavramakta başarısız olmuştur. Ben sözleşme nosyonunun teklif ettiği, kesinlikle birincil önemde olduğunu gördüğüm bu sorulara yaklaşan yönüyle uğraşmıyorum, o nedenle bunları bir kenara koyacağım. Ve şimdilik hakkaniyet olarak adaletin sınırlı bir kapsamını ve bunu örnekleyen bakışın genel bir çeşidini tanımaya çalışacağım. Bunların sonuçları ne kadar uzakta olursa olsun, bunlar bir defa revize edildiğinde, diğer sorunların anlaşılması yine de peşin olarak kararlaştırılamaz.
4) Önerilen metin, Locke’un Second Treatise of Government/Hükümet Üzerine İki Deneme, Roussea’nun The Social Contract/Sosyal Sözleşme ve Kant’ın sözleşme geleneğinin tanımıyla ilgili olan ve The Foundations of the Metaphysics of Morals/Ahlakın Metafizik Temelleri kitabından başlayan etik çalışmaları. Hobbes, Leviathan. Tarihsel bir soruşturma olarak J.W.Gough, The Social Contract/Sosyal Sözleşme (2nd ed. (Oxford, The Clarendon Press,1957) ve Otto Gierke, Natural Law and the Theory of Society/Doğal Hukukve Toplum Teorisi, Ernst Barker’in sunuşuyla (Cambridge, The University Press. 1934) Etik teori olarak sözleşme bakışı üzerine bir sunum için G.R.Grice, The Grounds of Moral Judgment/AhlakYargısının Temelleri, (Cambridge, The University Press.1967) Aynı zamanda *19, not 30’a bakınız.
5.Kant orijinal anlaşmanın kurgusal/varsayımsal olduğu konusunda açıktır. Bakınız The Metaphysics of Morals/Ahlakın Metafiziği, pt.I (Rechtslehre) özellikle **47,51; ve pt.II’deki makale ‘Concerning the Common Saying: This May Be True in Theory but It Does Not Apply in Practice/Müşterek Söyleyişle İlgili: Bu Teoride Doğrudur ama Uygulamada Değildir’ Kant’ın Political Writings/Siyasal Yazılar, ed.Hans Reiss ve çeviren h.B.Nisbet (Cambridge, The University Press.1970), pp.73-87. Bakınız Georges Vlachos, La Pensee politiqe de Kant/Kant’ın Siyaset Üzerine Düşünceleri, (Paris, Presses Universitaires de France, 1962) pp. 326-335; ve daha ileri bir inceleme için J.G.Murphy, Kant: The Philosophy of Right/Kant: Hakkın Felsefesi (London, Macmillan, 19ı70) pp. 109-112, 133-136.
6, Bu sezgisel fikrin formülasyonunu Allan Gibbard’a borçluyum.
ORİJİNAL POZİSYON VE HAKLILAŞTIRMA
Orijinal pozisyonun temel anlaşmaları adilliğe ulaştıran uygun başlangıç durumunu sağladığını daha önce ifade etmiştim. Bu gerçek ‘hakkaniyet olarak adalet’ ismine yol verir. Eğer başlangıç durumundaki rasyonel insanlar, adaletin diğer işlevi üzerinden hakkaniyet olarak adalet ilkelerini seçerlerse, bu, benim adaletin bir kavramının diğerinden daha kabul edilebilirdir dememden kuşkusuz daha anlaşılır olur ve buna duyulan saygıyı haklılaştırabilir. Adalet kavramları, kişilerin bunları kabul edebilmelerine, yani durumlarına göre derecelendirilir. Bu şekilde anlaşıldığında, bunun hangi duruma rasyonel olarak uyarlanacağı araştırılmış olur ve bu suretle haklılaştırma sorununun tartışılması problem olmaktan çıkar. Böyle bir yaklaşım, adalet teorisini rasyonel seçme teorisiyle de bağlantılı duruma getirir.
Eğer haklılaştırma probleminin bu yönü başarılı olursa, biz elbette seçme probleminin doğası içindeki bazı ayrıntıları tanımlayabiliriz. Biz, sadece tarafların inançlarını ve çıkarlarını, ilişkilerinde birbirlerine karşı olan saygılarını, seçtikleri alternatifleri, akıllarında makyajladıkları prosedürleri ve başkaca şeyleri bilirsek eğer, rasyonel seçme probleminin kesin bir cevabı vardır. Durumların değişik yollarla sunulması gibi farklı ilkelerde karşılıklı olarak kabul edilirler. Adalet teorisinin amaçları için başvuracağım orijinal pozisyon kavramı, bu pozisyon durumunun seçimi lehine en önemli felsefi yorumdur.
Ancak biz neyin en lehte yorum olduğunu nasıl kararlaştırabiliriz? Ben, belirli şartlar altında adalet ilkelerinin seçilmesi gerektiğini sadece geniş bir anlaşma ölçüsünün olması durumunda kabul edebilirim. Orijinal pozisyonun belirli bir tanımının haklılaştırılması için, birisinin, bunların ortaklaşa olarak paylaşılan karinelerinin bununla birleştiğini göstermesi gerekir. Birileri geniş olarak kabul edilmiş ve fakat zayıf olan önermelerin daha özel sonuçları olduğunu ileri sürebilir. Ne var ki, zararsız ve hatta önemsiz de olsa, her bir karinenin bir başına doğal ve makul olması gerekir. Sözleşme amacının yaklaşımı, hep birlikte ele alındığında, bunlar, kabul edilen adalet ilkeleri üzerinde önemli sınırlamaları da beraberinde getirir. Bunun ideal sonucu, bu şartların benzersiz bir ilkeler dizisini belirlemesi olmalıdır; bununla birlikte ben, bunların sosyal adalet kavramının önemli geleneği üzerinde yeterli bir sırada olmaları durumunda tatmin olmuş olacağım.
O halde, orijinal pozisyonu karakterize eden alışılmadık şartlar kimseyi yanıltmamalıdır. Buradaki düşünce, sadece adalet ilkeleri argümanını ve dolayısıyla bu ilkelerin kendisi üzerinde makul görünen sınırlamalarını kendimiz için canlı tutmaktır. Zira ilkelerin seçiminde, sosyal durumlar ve doğal şanslar konusunda hiç kimsenin avantajlı ve dezavantajlı konumda olmaması makuldür ve bu genel olarak kabul görür. Bu aynı zamanda, bizim kendi olayımıza ait durumlara uyarlanmış ilkelerin geniş bir mutabakatı olarak görülebilir. Ama özel eğilimlerin, özlemlerin ve kişilerin kendi iyi anlayışlarının, benimsenen adalet ilkelerini etkilemeyeceğinden de emin olmamız gerekir. Amaç, bu ilkelerin kabulü yönündeki teklifin rasyonel olmasının konu dışı bırakılmasıdır, bununla birlikte, sadece bir kişi adalet açısından baktığında belirli bazı şeylerin ilgisiz olduğunu eğer bilirse, o takdirde küçükte olsa bir başarı şansı var demektir. Mesela, eğer bir insan zengin olduğunu bilirse, o insan, değişik vergilerin zenginlik ölçeğinde hesaplanarak artırılmasına ilişkin ilkeyi rasyonel olarak adil bulmayacaktır; eğer bu insan fakir ise, büyük bir ihtimalle bunun aksi olan ilkeyi önerecektir. Arzu edilen sınırlamaların sunulması için birisinin bu tür bilgilerden yoksun olduğu bir durumu hayal etmesi gerekir. Kişinin, insanları birbirine düşüren ve önyargılarıyla hareket etmelerine neden olan bu tür bilgi ihtimallerinden uzak durması gerekir. Bu durumda bilinmezlik/cehalet perdesi doğal bir şekilde ortaya çıkacaktır. Eğer biz bu argümanlar üzerindeki açıklama anlamına gelecek sınırlamaları aklımızda tutarsak, bu kavram hiçbir zorluğa neden olmayacaktır. Bu durumda, sadece belirli prosedürleri takip etmek suretiyle, özellikle adalet ilkelerinin bu sınırlamaları çerçevesinde orijinal pozisyon kavramına girebilir ve bunun üzerine konuşabiliriz.
Orijinal pozisyonda bulunan tarafların eşit olduklarının varsayılması kabul edilebilir bir husus olarak görülebilir. Bu, tamamının ilkelerin seçilmesi prosedüründe aynı haklara sahip olmalarından; her birinin önerilerde bulunmalarından, bunların kabul edilmeleri için nedenlerini sunmalarından ve benzeri diğer şeyleri yapabilmelerinden dolayıdır. Bu şartların amacı, çok açık şekilde, iyi kavramına sahip ve adalet duygusunu idrak eden varlıklar ve yine ahlaklı kişiler olarak bütün insanlar arasındaki eşitliği gösterir. Eşitliğin temeli bu iki hususla olan benzerliğinden ileri gelir. Amaçlar sistemi değer içeren bir paye değildir; ve hangi ilkeler uyarlanırsa uyarlansın, her insan, bunun için gerekli olan, buna uygun şekilde hareket etme ve anlama yeteneğine sahip bulunan bir kişi olarak varsayılır. Bilinmezlik/cehalet perdesiyle birlikte, kendi çıkarlarını geliştirmekle ilgilenen eşitler olarak rıza gösteren rasyonel insanlar, bunların hiçbirisinin sosyal ve doğal rastlantılar yönünden avantajlı veya avantajsız olduğunu bilmedikleri zaman adalet ilkelerini bu şartlar çerçevesinde tanımlarlar.
Bununla birlikte, orijinal pozisyonun özel bir tanımının haklılaştırılmasında başka bir yan daha vardır. Bu, adaletle ilgili incelediğimiz kanaatleri veya bunları uygun şekilde genişletmeyi karşılaştırmak için seçtiğimiz ilkeleri görebilmek içindir. Şimdi sezgisel olarak ve büyük bir güvenle yaptığımız üzere, bu ilkeleri uygulamanın, toplumun temel yapısı hakkında vereceğimiz kararda bunların bize önderlik yapıp yapmayacağını: ya da tereddütle ve kuşkuyla sunulmuş kararlar olması ve bunun bize yansıması durumunda, bu ilkelerin, bizim tarafımızdan da onaylanacak bir çözüm teklif edip etmeyeceğini not etmemiz gerekir. Emin olduğumuz hususlarda dahi kesin olarak cevaplandırılması gereken sorular vardır. Mesela dini hoşgörüsüzlüğün ve ırk ayrımının gayri adil olduklarından eminiz. Biz, bunların, kapsamlı kişisel çıkarlarımız tarafından olası bir başka anlam verilmeyecek şekilde dikkatle incelendiği ve inandığımız şeylerin tarafsız bir yargıya ulaştığı düşüncesindeyiz. Bu kanaatler, bizim varsaydığımız adalet kavramıyla uygun olması gereken geçici sabit noktalardır. Ancak biz otoritenin ve zenginliğin doğru olarak dağıtılması hakkında daha az güvenceye sahibiz. Bu noktada kuşkularımızdan kurtulacağımız bir yol arayabiliriz. Orijinal pozisyon yorumunu gözden geçirebilir, daha sonra bu durumun ilkelerinin kapasitesi içine emin olduğumuz kanaatlerimizi yerleştirebilir ve rehberliğe ihtiyaç olduğunda bunların rehberliğini sağlayabiliriz.
Bu durumun en lehte tanımının gözden geçirilmesinde, her iki son üzerinde çalışabiliriz. Bu çalışmaya bunu tanımlamayla başlayabiliriz, esasen bu tanım genellikle herkes tarafından bilinen ve tercihan zayıf koşulları temsil eden kısımlara ilişkin bir tanımdır. Daha sonra, bu koşulların önemli bir takım ilkelere yol vermekte yeteri kadar güçlü olup olmadığına bakmamız gerekir. Eğer bunlar yeteri kadar güçlü değillerse, o zaman eşit kabul edilebilirlikteki daha ileri önermelere bakmamız gerekir. Eğer yeteri kadar güçlülerse ve bu ilkeler bizim kanaatlerimizle eşleşirlerse, bu olabilecek olanın iyisi ve hatta en iyisidir. Fakat bu durumda bazı olası tutarsızlıklar da olacaktır. Böyle bir durumla karşılaştığımızda yapacağımız bir seçim vardır. Bu durumda ya başlangıç durumunun açıklanmasını değiştirmemiz veya mevcut yargılarımızı gözden geçirmemiz gerekir, yok eğer geçici olarak ulaştığımız yargılar sabit noktalar haline gelmiş iseler, bu düzeltmelerden bunlar sorumludur. İleri ve geri giderek bazen sözleşmesel durumların koşullarını değiştiririz, başkaları bizim yargılarımızı ana hatlarıyla ortaya koyar ve bir ilke olarak bunu onaylarken, biz, bunları hariç tutan ve düzelten, aynı zamanda kabul edilebilir şartları açıklayan ve bunu bize bahşeden ve o nedenle kanaatlerimizle eşleşen başlangıç durumunun tanımına ulaşırız. Böyle bir ilişki durumunda ben düşünümsel dengeye başvururum.7 Bu bir dengedir, zira bunun sonunda dışarıda kalan yargılar ve ilkeler birbirine denk düşer; ve biz hangi ilkelerin yargılarımızla uyuştuğunu ve kendi türevinin önermesi olduğunu öğrendiğimizde, bu bir düşünümsel durum haline gelir. O aşamada her şey bir düzen içindedir. Ancak bu dengenin istikrarlı olması zorunlu değildir. Bu özel olgular, yargılarımızı gözden geçirmekte bize önderlik edecek ve sözleşmesel durum üzerinde empozede bulunacak olan şartların daha ileri biçimde sorgulanmasının yaratacağı hayal kırıklığından sorumludur. Bunu yaptığımız zaman tutarlı ve sosyal adalet üzerindeki kanaatlerimizi haklılaştırmış ve orijinal pozisyon kavramına da bu şekilde ulaşmış oluruz.
Ben, elbette ve gerçekten bu süreç üzerinde çalışmayacağım. Biz hala, düşünümselliğin varsayımsal gidişatının sonucu olarak sunacağım orijinal pozisyonun yorumu üzerinde düşünüyoruz. Bu yorum, adalet yargılarımızın incelenmesine olduğu kadar, ilkeler üzerindeki kabul edilebilir felsefi şartların her ikisinin de bir çerçeve içine yerleştirilme girişimidir. Orijinal pozisyonun lehteki yorumuna gelindiğinde, geleneksel anlamda, ister özel kanaatler, isterse genel kavramlar içinde apaçık başvuruda bulunulacak hiçbir husus yoktur. Ben adalet ilkeleri için önerilenlerin zaruri gerçekler olduğunu veya bu tür gerçeklerden türetilebilir bulunduğunu iddia etmiyorum. Bir adalet kavramı aşikar önermelerden veya ilkeler üzerine olan şartlardan türetilemez; bunun yerine, pek çok düşüncenin karşılıklı desteğinin meselesi olan bu kavramın haklılaştırılması, her şeyin tutarlı bir bakış içinde birbirine uygun hale getirilmesini de gerektirir.
Son bir yorum. Demek istediğimiz şudur, adaletin belirli ilkeleri haklılaştırılmalıdır, çünkü bunlar eşitliğin orijinal pozisyonu üzerinde mutabıktırlar. Orijinal pozisyonun saf bir şekilde varsayımsal olduğuna daha önce vurgu yapmıştım. Eğer bu anlaşma gerçekten asla olmamış ise, bu ilkeler içindeki menfaati, ahlakı veya başkaca bir şeyi esas almamız neden gereklidir diye sormak doğaldır. Bunun yanıtı orijinal pozisyonda cisimlendirilmiş olan şartların, bizim de kabul edeceğimiz şartlar olmasıdır. Bunu yapmamamız, belki de felsefi düşünümsellikle bunu yapmaya ikna olmamız nedeniyledir. Sözleşmesel durumun her bir yönü bize destek olacak zeminler verebilir. O nedenle bizim yapabileceğimiz şey, makul olarak tanımaya hazır olacağımız bir incelemeyi, ilkeler üzerine olan bir dizi şart olarak tek bir kavram halinde bir araya toplamak olacaktır. Bu sınırlamalar, sosyal işbirliğinin adil terimleri üzerindeki bizim dikkate almaya hazırlandığımız sınırlamaları açıklar. O nedenle, orijinal pozisyon fikrine bakmanın bir yolu, bu durumun, bunun şartlarının anlamının toplamını açıklayan bir araç olduğunu ve bunun sonuçlarının özünü çıkarmada bize yardım ettiğini görmek olmalıdır. Diğer taraftan bu kavram, bize kendi ayrıntılarını sunan ve dolayısıyla bunu anlaşılır şekilde tanımlamamız, durduğumuz noktada ahlaki ilişkileri en iyi şekilde yorumlamamız konusunda bize önderlik eden sezgisel bir nosyondur. Zira biz, uzaktan da olsa itirazımızı etkinleştiren bir kavrama ihtiyaç duyarız; bunu bizim için orijinal pozisyonun sezgisel nosyonu yapar.8
7.İlkelerin karşılıkklı uyum/düzeltme süreci ve kesin yargılar ahlak felsefesine özgü değildir. Bakınız Nelson Goldman, tümdengelim ve tümevarım sonuçları ilkelerinin haklılaştırılmasıyla ilgili paralel bir açıklama için Fact, Fiction, and Forecast/Olgu, Kurgu ve Tahmin (Cambridge, Mass.Harvard University Press. 1955) pp.65-68,
8.Henri Poincare uyarır: Il nous faut une faculte qui nous fasse voir le but de loin, et, cette faculte, c’est I’intuition.’ La Valeur de la science (Paris, Flammarion, 1990) p.27.