BENİM OYUNUM/MY TURN

Abone Ol

Anlaşılamadığım çok oldu. Futbolculuğumda, hocalığımda ve sonrasında yaptıklarımda. Ama olsun; Rembrandt ve Van Gogh da anlaşılamamıştı.  Öğreniyorsunuz sonunda: İnsanlar siz dahi olana dek rahat vermiyor.” Johann Cruyff

----

Benim Oyunum/My Turn’ dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından birisi olan, gerek futbolcu, gerekse hoca olarak futbolun yapısını tek başına ve en fazla değiştirenlerin başında gelen Johann Cruyff’un anılarını anlattığı kitabının adı.

Kitabı İngilizce’den Türkçe’ye Algan Sezgintüredi tercüme etmiş. Cruyff’un anlatımı son derece sade. Sanırım tercüme eden Algan Sezgintüredi’de futbola oldukça aşina.  Zira son derece başarılı bir tercüme yapmış.

Sarı Fare’ lakaplı Cruyff’u ben çıplak gözle ilk defa daha henüz şöhretinin çok başlarında iken 28 Kasım 1968 tarihinde, yağmurlu bir İstanbul akşamında, çamurlu bir sahada oynanan Fenerbahçe-Ajax maçında seyrettim.

Daha sonra televizyondan defalarca izlediğim Cruyff, sadece biraz uzun sarı saçlarıyla, ince uzun bacaklarıyla, oldukça uzun boyuyla, yani fiziğiyle sahada kendisini hissettiren bir futbolcu değil, daha çok tekniğiyle öne çıkan ve göze batan bir oyuncuydu. Onun liderliğinde Ajax 1971, 1972, 1973 yıllarında üç kez arka arkaya Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandı. 1974 ve 1978 Dünya Kupası’nı finallerde kaybeden Hollanda Milli Takımı’nın ve o dünya kupalarının yıldızı Cruyff’du.

Ajax’daki başarılarını daha sonra transfer olduğu Barselona’da da sürdüren Cruyff, futbolu bıraktıktan sonra hocalığını yaptığı Barselona’yı, sadece başarıdan başarıya taşımakla kalmadı, bugün dünyanın en gözde kulübü olan,  aldığı başarılı sonuçların yanı sıra oynadığı futbolla izleyenlerine seyir keyfi veren bu kulübün günümüzdeki futbol anlayışının temellerini attı.

Nitekim Cruyff’un Barselona’da hoca olduğu zaman Barselona’da futbol oynayan, daha sonra aynı takımda hocalık yapan günümüzün en başarılı futbol hocalarından Pep Guardiola, ‘Johan katedrali dikti, bakımı, koruması bize kalıyor. Cruyff’u tanımadan önce futbol hakkında hiçbir şey bilmiyordum.’ şeklindeki sözleriyle bizim yukarıdaki tespitimizi doğruluyor.

Cruyff’u gerek futbolcu, gerekse hoca olarak başarılı kılan etken Allah vergisi olan yeteneğinin dışında, düzenli ve steril bir özel yaşama, mutlu ve huzurlu bir aile hayatına, yaptığı her işi daha iyi yapmak, daha iyi olmak için öğrenmeyi ve çalışmayı en temel ilke olarak benimsemesine, başarma arzusuna, bütün bu özelliklerini teknik ve disiplinle harmanlama becerisine ve liderlik özelliğine sahip olmasıdır.

Nitekim bu durumu kitabında Cruyff: ‘Yaptığım her şeyi geleceğe bakarak yaptım; ilerlemeye yoğunlaştım ki bu da geçmişi fazla düşünmediğim anlamına geliyor. Bana göre bu hal tamamen doğal…Sürekli ileri bakmak, yaptığımda daha iyi olmaya yoğunlaşabilmem demek; geçmişe sadece hatalardan neler öğrenebileceğimi görmek için baktığımı gösterir. Bu tür dersler hayatın çeşitli dönemlerinde edinilebilir. Ama her şeyin birbirine nasıl bağlandığı hemen görülemeyebilir. Haliyle her daim ilerlerken geçmişte olan bitene dümdüz bir çizgiymiş gibi bakamam… Her şeyden öte, hayatımı daima daha iyiyi yapmak ve daha iyi olmak anlayışıyla geçirdiğimi söylemek istiyorum. Bu bakış, yaptığım her şeyde geçerliydi…’eklindeki sözleriyle ifade etmektedir.

Bilgece söylenen bu sözler, kuşkusuz sadece futbol için geçerli ve doğru sözler ve tespitler değildir. Zira her işte, her meslekte başarılı olabilmek, hayatla başa çıkabilmek, hayata tutunabilmek ve hayatta ilerleyebilmek, geçmişe takılıp kalmakla değil, geçmişten, geçmişte yaşananlardan ve yapılan hatalardan alınan derslerle ileriye, geleceğe odaklanmakla ve yürümekle mümkündür.

Geçmişte Ajax’ı, Barselona’yı ve Hollanda Milli Takımını, günümüzde yine Barselona’yı, Bayern Münih’i ve Manchester City’i başarıya götüren en önemli etken, bu takımların sahip olduğu ve başarıyla uyguladığı ‘total futbol’ anlayışıdır.

Rinus Michels tarafından ilk kez 70’li yılların Ajax’ında uygulanmaya başlanılan total futbol, sadece teknik ve taktik bir kurgu değil, aynı zamanda ve hatta daha çok bir felsefedir. Bu futbol felsefesi esas olarak sahadaki hatlar ve bu hatlar arasındaki mesafeler üzerine kuruludur. Buna göre kaleci de bir hattır ve o nedenle bu oyun tarzında çizgide kalan kaleciye, yani çizgi kalecisine yer yoktur. Total futbolda savunmacıların hücuma çıkmaları, forvetlerin savunma yapmaları asıldır. Hücum için öne yüklenerek savunma yapmak gerekir. Bunun için de topa baskı yapmak şarttır. Bu tarzı uygulayabilmek ve kolaylaştırabilmek için birden fazla hatta ihtiyaç vardır. Ayrıca topla oynayan oyuncuyla yanındakiler arasındaki mesafe fazla olmamalıdır. Zira fazla alan riski artırır. Savunma hattıyla, hücum hattı arasındaki mesafeyi daraltmayı amaçlayan bu oyun tarzını başarıyla uygulayabilmek için, gerek pozisyon, gerekse taktiksel açıdan sağlam, hemen hepsi oyunun tümünü görüp düşünebilen futbolculara ihtiyaç vardır. Bu oyun tarzında topu alan kaleciye santraforla baskı yapılır, yani bu durumda santrafor ilk savunmacıdır. Top sizin kalecinizde iken hücumu başlatan sizin kalecinizdir. Onun topu oyuna hızlı ve isabetli şekilde sokması gerekir. Ajax’ta, Barselona’da ve Hollanda Milli Takımı’nda sahada serbest oyuncu olarak oynayan Cruyff, total futbolu saha ve oyun içinde bir orkestra şefi gibi uygulayan ve yöneten ve oynadığı takımları başarıya taşıyan en kilit oyuncuydu. Hocalığındaki başarısı da, bu futbol felsefesini benimsemesi ve başarıyla uygulaması sayesinde mümkün olmuştur.

Çalıştırıcılığında total futbol anlayışını daha da geliştiren Cruyff, oyunun kurgusunu ve taktiğini ilke olarak kaleci hariç beş hat kullanılması üzerine kurmuştur. Onun bu kurgusunda geride dört, geriye yakın yerde bir merkezi orta saha, onun yanında oyunu ileriye taşıyan iki orta saha oyuncusu, ileride orta sahaya yaklaşan bir santrafor ve kanatlarda birer hücumcu vardır. Böyle bir taktik anlayış içinde ortaya kırk beş metre  uzunluğunda, altmış metre genişliğinde ve hatlar arasında yaklaşık dokuz metrelik bir alan çıktığını ifade eden Cruyff, bu kurgusunu bu mesafelere sahip her aralık daha kolay ve daha etkin şekilde kapatılabilir ve topun arkasında her zaman yeterince oyuncu kalır diyerek savunmaktadır.

Cruyff’un bu taktik kurgusuna ve oyun anlayışına göre atak kalecinin topu almasıyla başlar. Yani kaleci ilk hücumcudur. Topun ileri çıkan beke verilmesiyle takımın ilk hareketi başlar. Kanat hücumcusu kendi bekine alan yaratmak için ileri hareketlenir. Bu durumda siz hücuma başlarken rakibinizin ilk savunma hattı, yani rakip takım hücumcuları oyunun dışında kalır.

İyi oyuncunun topa sadece bir kere dokunup nereye koşacağını bilen oyuncu olduğunu söyleyen Cruyff, futbolun beyinle oynanan bir oyun olduğunu, her çalıştırıcının hareketlilikten, çok koşmaktan ve vites artırmaktan söz ettiğini, kendisinin ise, oyuncularına her daim o kadar koşmayın, ne erken ne de geç değil, sadece doğru zamanda ve doğru yerde olun dediğini yazıyor.

Michels’tan ‘savunmanın rakibe mümkün mertebe az zaman tanıma olduğunu, topu aldığınızda olabildiğince çok alan kazanıp kaybettiğinizde rakibinizin alanını daraltmak gerektiğini’ öğrendiğini söylüyor ve şu eklemeyi yapıyor: ‘futbolda her şey mesafenin bir işlevidir.

Total futbol anlayışını hocası Rinus Michels’ten tevarüs eden, gerek futbolcu, gerekse hoca olarak başarıyla uygulayan ve geliştiren Cruyff’a göre ‘futbol basittir, zor olan futbolu basit oynamaktır.’ Bu sadece futbol için geçerli olan bir felsefe değildir. Bu aynı zamanda hayat için de geçerli olan bir felsefedir. Öyle ki, ‘hayat basittir, zor olan onu basit yaşamaktır.’ Başarılı ve mutlu olmak için hayatı da böyle yaşamak gerekir. Sivil itaatsizliğin babası Henry David Thoreau’nun ‘sadeleşin, sadeleşin, sadeleşin’ demesi ondandır.

Futbolcu olarak futbolu son derece basit oynadığını, yani zor olanı başardığını defalarca sahada izlediğimiz Cruyff’un anılarından, onun hayatı da son derece sade ve basit yaşadığını öğreniyoruz. Örnek mi? Anılarında yazıyor, okuyalım: ‘…Ajax’la ilk sözleşmeyi imzalarken annem yanımdaydı. (Babasını 12 yaşında iken kaybetmiş, annesi Ajax’ın soyunma odalarını temizliyor.)  İmzadan sonra ofisten çıkarken anneme bir daha soyunma odalarını temizlemeyeceğini söyledim. Kirlettiğim bir yerde çalışmak zorunda kalmamasını istemiyordum. Çamaşır makinesi alacak paramız olmadığından spor malzemelerimi yıkamaya bir süre daha devam etti. Çamaşır makinesi almak için aylarca para biriktirdim. Yıldız bir oyuncunun kirli malzemelerini yıkanmak üzere eve götürmesini anlayabilmek zordur belki ama insanı şekillendiren, bu tür tecrübelerdir. Üstünüze başınıza bakarken, ayakkabılarınızı temizlerken şekillenir, kişilik kazanırsınız. Daha sonraları, çalıştırıcılığım dönemimde genç oyunculara bunları aşılamaya çalıştım. Ayakkabılarınızı kendiniz temizlerseniz altlarında ne tür kramponlar bulunduğunu görür, bastığınız yeri, çevrenizi daha iyi duyumsarsınız, dedim. Çalıştırıcılık yaptığınızda çocuklara temel de aşılamayı umarsınız. Umduğum gibi gitmediğinde önce Ajax ve sonra Barselona’da iki veya üç oyuncuyu alıp sorumluluk hislerini güçlendirmek amacıyla soyunma odalarını temizlettirdim. Futbolda, oyunda öğrenilen bir şeyi oyun dışında uygulamaya koymanın önemini kavramıştım…

Total futbolun özünü ‘futbolcunun her zaman gördüğünü temel alarak oynaması, görmediği veya göremediğiyle uğraşmaması, her zaman geniş, adeta kuşbakışlı bakabilmesi, her zaman topu görebilmesi’ olarak tanımlayan Cruyff, ragbi ve beyzbol ile total futbol arasında ilişki kurar ve bu konuda şunları yazar: ‘ragbide oyuncular ileri koşabilmek için topu geriye vermek zorundadır. Bunun sonucunda önlerinde olan biteni daha iyi görebilirler. Aynı teoriyi futbola da uygulamak mümkündür ama çoğu kimse böyle bakmaz. Topu ileri oynamak gerektiğini düşünür; oysa topu esas arkadan gelene vermeleri gerekir. Evet, arkadaki daha geridedir ama daha iyi görüşe sahiptir…Beyzbol sayesinde daha sonra futbolda çok işime yarayacak birçok ayrıntıya odaklandım. Tutucuyken atıcının atışını belirlersiniz çünkü atıcı sahanın tümünü göremezken siz görürsünüz. Topu tutmadan önce nereye atacağınızı bilmeniz gerektiğini öğrendim ki o da atışınızı yapmadan önce etraftaki tüm alana dair fikriniz olması, hangi oyuncunun nerede durduğunu bilmeniz demekti. Hiçbir futbol çalıştırıcısı topu almadan önce nereye pas vermem gerektiğini söylememişti ama sonraları, profesyonel futbol oynarken beyzboldan edindiğim derslerle bütünü görmeye odaklanmak gerektiğini anladım ve bu en kuvvetli yönüme dönüştü. Beyzbol, futbolla birçok paralelliği bulunduğundan, yeteneği antrenmanda ortaya çıkaran sporlardandır. Başlama hızı, kayma, alan görüşü, bir adım önde düşünmeyi öğrenmek ve daha pek çok şey…Bunlar Barselona’nın tiki-taka tarzının temelinde yatan rondo gibi yakın kontrol ve pas becerisi çalışmalarıyla aynı türde ilkelerdir…Beyzbolun bana öğrettiği önceden düşünme konusunda da aynısı geçerliydi. Alan ve risk arasında sürekli saniyelik kararlar alırsınız. Beyzbolda iyi olmak, koşucuyla kale arasındaki boşluğa köprü kurmanızı ve topu oraya koşucudan önce aktarmanızı gerektirir. Beyzbol bana ayrıca taktik sezgiyi, doğru karar alma ve kararı teknik açıdan iyi şekilde uygulamayı öğretti. Futbolun nasıl oynanması gerektiğine dair bakışımı yaratırken yıllar sonra bunları bir araya getirdim. Vaktinde tüm bu dersleri, büyük resmi görmeden öğrenmiştim… 

Hayatta böyledir. Büyük resmi, yani bütünü, yani bardağın boş tarafını değil, dolu tarafını görmek, görebilmektir. Kimi zaman ve yerlerde tıpkı ragbi oyunundaki gibi şöyle geriye yaslanıp önündekileri ve önünde olanları seyretmek, bu seyirden sonuç ve sonuçlar çıkarmaktır hayat. Beyzbol oyununda olduğu gibi önceden düşünmek, olasılıkları ve riskleri hesap ederek gerekli kararları alabilmek, iyi koşucu olmak, çıkış noktasıyla varış noktası arasında köprüler kurmak, oraya doğru koşmaktır hayat.

Hayatta olduğu gibi futbolda da herkesin bir tarzı, bir ezberi, güçlü ve zayıf olduğu yanları, yönleri vardır. Özel hayatta olsun, iş hayatında olsun, insanın başarılı olabilmesi, mutlu ve huzurlu olabilmesi, hayatla başa çıkabilmesi, kendisini iyi tanıması, zayıf ve güçlü taraflarını bilmesi, zayıf taraflarını güçlendirmesi, aklını kullanması, duygusal davranmaktan kaçınması, huzurunu bozan, mutluluğunu azaltan insanlardan ve durumlardan uzak durması ile mümkündür. Sana sataşanlar mı var? Kendin çözeceksin. Nasıl mı? Cevap vermeyeceksin, muhatap almayacaksın. ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ diyeceksin. Onları kendi tarzları ile baş başa bırakacaksın, böyle yaparak onları yoracaksın. Gerginlikten, kutuplaşmaktan beslenenler mi var? Kendin çözeceksin. Nasıl mı? Sen germeyeceksin, sen kutuplaştırmayacaksın, bunu yapanlardan uzak duracaksın, onları kendi üslupları ile yalnız bırakacaksın. Yani onları sen beslemeyeceksin. ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ diyeceksin. Bu onların ezberlerini bozacak, onları yoracak ve nihayetinde çözümsüz bırakacaktır. Kendi tarzlarının, üsluplarının işe yaramadığını anladıklarında, onların bundan vazgeçeceklerini göreceksin.

Bütün bunları elbette zaman içinde öğreniyorsun. Sen öğrenmek istemesen de, hayat sana öğretiyor, terbiye ediyor seni. Zira en büyük öğretmen hayatın kendisidir. Sen öğrenmek istemesen de hayat öğretir sana. Yeter ki sen yaşadıklarından, hatalarından ders al. Karl Popper’in, ‘Amip’le Einstein arasındaki fark şudur: Amip hatalarından ders almaz. Einstein ise hatalarından aldığı derslerle ilerlemesini ve gelişmesini sağlar‘ demesi bundandır.

Cruyff anılarında bu gibi durumlarla ilgili olarak futboldan bir örnek veriyor, bu bağlamda hayatın diğer alanlarında da uygulanabilecek bir anısını anlatıyor. Okuyalım: ‘…Bugünlerde her şeye çözüm temelinde bakılıyor. Herkes her şeyi açıklamak adına videolar, analizler, vesaire kullanıyor. Kendiniz çözseniz! Herkese sürekli söylediğim budur. Mesela, iki hücumcuya karşı tek savunmacının kaldığı bir kontra atağı düşünelim. Hücumcular ofsayda düşmekten nasıl kurtulur? Bırakın kendileri çözsün. Kalite demek, diğer kişinin gördüğünü görebilmek de demektir. Çözümler için de aynısı geçerlidir…Antrenörler için de durum budur. Barselona’nın Atletico Madrit maçları hala aklımda: Santraforları dünya çapında sayılamayacak Jose Eulogio Garate’ydi ve ne yaparsak yapalım, nasıl oynarsak oynayalım, her maç mutlaka üç gol pozisyonuna girerdi. Nasıl çözeriz diye ciddi kafa patlatmıştık. Kendimizi santrafor yerine koymaya çabalaşmıştık. Sonunda biri çıkıp markajdan kurtulmayı çok iyi becerdiğini söyleyene kadar saatlerce konuşmuştuk. Ama tabii bunu, markaj altındayken yapabiliyordu. O zaman ben de, “Ne yapalım biliyor musunuz?” demiştim, “Marke etmeyi bırakalım.” Kafayı mı yedin dediler. Ama çözüm buydu. Garate’nin tipik oyun tarzı savunmacısını kendine çekmekti; bu sayede bir saniye sonrasında savunmacısının elinden kurtulması kolaylaşıyordu. Düşünme tarzı bizimkinden azıcık ilerideydi. Bir sonraki maçımızda markajı, peşinden koşturmayı kestik. Biri, “Tamam da iki gol atıverirse?” dedi. “Şansımıza küseriz o zaman,” dedim. Garate’yle bir daha sorun yaşamadık. Markajcısı yokken ne yapacağını bilemiyordu. Markajcısını kerteriz almaya alıştığı ortaya çıktı: pusulası şaşmıştı. Sorunu farklı düşünerek çözmüştük…

Cruyff sadece mükemmel bir futbolcu, mükemmel bir teknik direktör, çok iyi bir evlat, eş ve baba değildir. Aynı zamanda topluma karşı kendisini sorumlu ve borçlu hisseden, öyle olduğu içinde çok sayıda sosyal sorumluluk projelerini üstlenen, bu amaçla Cruyff Vakfını, Enstitüsü’nü, Kütüphanesi’ni, Üniversitesi’ni kuran, Cruyff Sahalarını, mucidi kendisi olan 7’ye 7 futbol oynanan/mini futbol Oyun Alanları 14’ü işletmeye açan, bugün bizim ampute futbol takımı dediğimiz engelli çocuklara futbol oynama imkanını sağlayan, down sendromlu çocuklarla futbol oynayan ve onlara futbolu öğreten ilk kişidir.

Bunlardan duyduğu mutluluğu anılarında kendisi şu şekilde ifade ediyor. Okuyalım: ‘Bana sürekli, eğitimimi tamamlamamakla (üniversite mezunu değil) hata yaptığım söylenirdi ama hayat bana, herhangi bir kitaptan öğrenebileceğimden daha fazlasını öğretti. Nihayetinde hayat tecrübesi, bilgidir. Cruyff Vakfı görüp yaptığım her şeyden ve tanıştığım insanlardan doğdu. Vakıf, okullarla, spor federasyonlarıyla, hükümetlerle, şirketlerle ve başka ortaklarla çalışıyor ve kısaca özetlemek istersek amacı, kimliğine ve yeteneklerine bakmadan her gence her gün spor ve egzersiz yapma fırsatı sunmaktan ibaret. Vakfın başarısından büyük gurur duyuyor hatta vakıftan, verdiğimden fazlasını aldığımı düşünüyorum. Tekerlekli sandalyedeki kimseler genelde daha az sağlam sayılırlar. Şaşırtıcı değil elbette: tekerlekli sandalyedeki kimsenin bakış açısı bambaşkadır; işine bakar, devam eder. Vakfın yardım eli uzattıkları sayesinde kendimi herhangi bir şey yapamayacak denli yaşlı veya yapacak bir şeyim kalmamış gibi görmüyorum. Projenin meslektaşlarımda, gönüllülerde, elçilerde, ebeveynlerde, ailelerdeki etkisini görmek de sevindirici. Hepsi bir şeyi gerçekleştirmek için kendini adıyor. Rolüm genellikle buket ve iltifatları kabulden ibaret çünkü işin çoğu artık ellerimden çıktı ve öyle olması gerekiyordu…

Cruyff, kendi ifadesiyle inançlı eğitilmemesine ve çevrede laik okullar olmasına rağmen Hıristiyan eğitimi veren bir okula gitmiş ve oradan mezun olmuş. Çantasında İncil’le okula giden Cruyff, Kiliseye ise sadece sipariş teslim etmek için gitmiş. Anılarında bunları ifade ettikten sonra şöyle yazıyor: ‘Bir defasında babama, neden çantamda İncil’le gitmem gerektiğini sormuştum. “İçinde güzel hikayeler var, Johan” demişti. “Sana elimden gelenin en fazlasını vermeye çalışıyorum, oğlum. Aldıklarınla ne yapacağına sonra sen kendin karar verirsin.

Aldıklarıyla ne yaptığını yukarıda anlattım. Anılarında bütün bunları neden yaptığını şu cümlelerle ifade ediyor Cruyff: ‘…ister futbol, ister vakıf veya okullar olsun, idealistim herhalde; her zaman her şeyi olumlu yoldan yapmaya ve her şeyin üzerinde, hiçbir şeyin imkansız olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Okuldaki din derslerinden kaptım bunu. İnançlıyım ama dindar değilim. Bana göre mesele belli bir inancın ayrıntılarına sarılmak değil, düşünüş ve davranış biçimidir. Sonuçta hepsi felsefe meselesidir. Hıristiyan inancında uyulacak on kural var; benimse temel erdem saydığım on dört kuralım mevcut. İnsanlara nasıl davranıyor, yardım etmek için ne yapıyorsunuz? Bunlar söz konusu olduğunda size aşırıya kaçmadan destek vermek adına inanç önemlidir. Çözümler bulmuş kimselerden etkilenmek, bir şeye nasıl ulaşılabileceğini, onun hangi değişikliklerle ve nasıl daha iyiye götürülebileceğini düşünmek de…Ön dört kuralım her saha ve spor alanında uyulmak üzerinedir. Varlıkların amacı gençlere ve çocuklara spor ve oyunlarını doğrudan gündelik hayata aktarabileceğini öğretmektir. İşe yaramaları için yüksek matematik bilmeniz gerekmez çünkü ne zaman biriyle işbirliğine girseniz işlemeye başlarlar. Elde kadeh düşünüyorum: henüz tamama ermedi, bir şeyler eksik. Spor üzerinde böyle çalışmak bana her daim harika hisler vermiştir…

Cruyff’un kendisinin de ifade ettiği üzere vazettiği on dört kural, sadece spor alanıyla ilgili ve sınırlı değil. Özel hayattan iş hayatına, aile hayatından arkadaşlık, dostluk ilişkilerine kadar hemen her alanda ve konuda işlerliği olan ve hayatla başa çıkabilmek için uyulması gereken bu kurallar şunlar:

  • Takım Oyunculuğu: ‘Başarmak için birlikte çalışmalısınız.
  • Sorumluluk: ‘Her şeyle kendinize aitmiş gibi ilgilenin.
  • Saygı: ‘Birbirinize saygı duyun.
  • Bütünleşme: ‘Faaliyetlerinize başkalarını da katın.’
  • İnisiyatif: ‘Yeni şeyleri denemekten çekinmeyin.
  • Hocalık: ‘Takım içinde daima birbirinize yardım edin.
  • Kişilik: ‘Kendiniz olun.
  • Sosyalleşme: ‘Sporda ve hayatta karşılıklı etkileşim elzemdir.
  • Teknik: ‘Temeli bilin.
  • Taktik: ‘Ne yapılacağını bilin.’
  • Gelişme: ‘Spor hem ruhu hem bedeni kuvvetlendirir.
  • Öğrenmek: ‘Her gün yeni bir şey öğrenmeye çalışın.
  • Birlikte oynamak: ‘Her oyunun elzem parçasıdır.
  • Yaratıcılık: ‘Spora/Yaptığınız her işe bir şey katın ve güzellik getirin.

Ben Cruyff’un anılarını anlattığı kitabını bu hafta aldım. Bu büyük spor adamının kitabını ilgiyle, merakla ve zevkle okudum. Okumaya başladığım gün bu haftaki blog yazımı bu kitap üzerine kurmayı planladım. Yazmaya dün başladım ve az önce tamamladım. Tesadüf bu ya, 25 Nisan 1947 tarihinde doğan Johan Cruyff’un dün ölüm günüydü. Bu müstesna spor adamının ve bilge insanın anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhu şad olsun, Allahın rahmeti üzerine olsun.