“…Davaların karanlık ve şüpheli noktalarını çözümleyen; savunmadaki ustalık ve güçleriyle çiğnenmiş hakları koruyan; kaybolmaya yüz tutan haklara destek olan avukatların gördükleri iş çok önemlidir. Bu iş, savaşlara katılıp yaralar alarak, ana babalarını ve öz yurtlarını kurtarmak için yapabilecekleri hizmetten daha az yararlı değildir. İmparatorluğumuz için savaşanların yalnızca zırhlı gömlek giyen ve kalkan kullananlardan ibaret olmadığını biliyoruz. Bu işi avukatlar da yapıyorlar. Çünkü ızdırap çekenlerin umutlarını, yaşantılarını ve çocuklarını savunan ve görev yaparken yalnızca vicdanlarına inanan bu kürsü üstatlarının savaşçılar denli önemli ve değerli bir iş gördükleri açıktır…” [Iustus Kararnamesinden]
Sokrates’in de dediği gibi; “Bir yargıç, iyi niyetle dinlemeli, akıllıca karşılık vermeli, sağlıklı düşünmeli, tarafsızca karar vermelidir.”
Ancak bir ülkede yargının siyasallaşması yargıcın olması gereken vasıfları yitirmesine, tarafsızlık ve bağımsızlık mecburiyetinden sapmasına yol açar. Yargıçları olması gereken eksende tutma gayretiyle mücadele edenler ise hiç şüphe yok ki hak savunucuları, yani avukatlardır.
Antik Yunan döneminden başlayarak günümüze dek gelen köklü bir tarihe sahip olan avukatlık, toplum hassasiyetlerinin ve beklentilerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Güç karşısında müdafaa edilmeye mecbur bırakılan hakların kazanımında hak sahibi olmanın yeterli olmadığının ortaya çıkmasıyla, savunma ve savunulma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Ancak her insan, savunma refleksine ve yeteneğine sahip olamayacağı için, Antik Yunan’da “advocatus” denen avukatlar, bu ihtiyaca cevap vermek için ortaya çıkmıştır.
Yüzyıllar içinde loncalar şeklinde örgütlenerek baroların da kurucuları arasında olan avukatlar, sadece müvekkillerinin hak ve menfaatleri için çabalamamış, kendi haklarını müdafaa noktasında da gayret etmiştir. Bu nedenledir ki avukatların kendi haklarını müdafaa etmek ve meslektaşlarını korumak adına birliktelik kurmaları, yani bugünkü bilinen yapısıyla avukat hakları merkezlerini oluşturmaları, baroların kuruluşundan da öncesine tekabül etmektedir. Daha açık bir anlatımla, barolardan evvel avukat hakları merkezleri kurulmuştur.
Ancak ülkemiz açısından bakıldığı zaman İslam Hukukunun da örfî hukuk yanında eşit önemde olduğu Osmanlı Devleti döneminde savunuculuk ortadan kalkmıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları sonrasında kısmen avukatlık faaliyeti icra eden ve bir eğitim silsilesinden geçirilen arzuhalcilik müessesesi doğmuşsa da savunuculuğa yeterli önem atfedilmemiştir.
Meşrutiyet döneminde kısmi kazanımlar sağlanmış olmakla birlikte Türkiye’de avukatlık Cumhuriyet rejimiyle ciddi temeller üzerine oturabilmiştir. Ekim 1926’da çıkarılan Mahamat Kanunu bunun ilk adımı olurken, 27 Haziran 1938’de çıkarılan 3499 sayılı Avukatlık Kanunu ile yapısal dönüşüme gidilmiştir. Dönemin Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu bu yapısal dönüşümün avukata olan gereklilikten doğduğunu şu beyanlarıyla ortaya koymuştur:
“Memleket adliyesinde hakkı hak olduğu için ortaya çıkaran bir hâkimler topluluğuna ne derece ihtiyaç varsa, hâkimin faaliyetini aydınlatan ve yalnız bilgiyi, doğruluğu kendisine rehber tanıyan bir avukatlar topluluğuna da o derece gerek vardır. İşte bu bakış açısı ile avukatlık konusunun önemle dikkate alınması icap etmiş, baştan başa yeni esaslara göre hazırlanan avukatlık yasası tasarısı adlî yenileşmede yeni bir aşamaya ulaşmayı hedef almıştır.”
TBB’nin bir disiplin kurulu kararında da belirtildiği üzere; “Avukat sebebi ne olursa olsun kontrolünü kaybetmemek, ünvanının gerektirdiği saygıya yakışır şekilde hareket etmek, mahkeme ve icra dairelerinde çalışan görevlilerle olan ilişkilerde ağırbaşlılığını korumak zorundadır. Avukatlık mesleğini yapanlar ister “kamu görevi yapan”, isterse “yargı görevi yapan” olarak kabul edilsin, hiç kuşku yok ki, avukatlık mesleğinin “hak ve özgürlükler” ve “eşitlik” ilkelerine dayanması, ferdin temel hak ve özgürlüklerini devlete karşı koruyan özelliklerinin bulunması nedenleri ile çok onurlu bir meslektir. Bu nedenle, Avukatlık Kanunu m.34’de avukatların hak ve ödevleri genel olarak 'Avukatlar, yüklendikleri görevleri, bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık unvanının gerektirdiği saygı ve güvene uygun biçimde davranmak ve Türkiye Barolar Birliği’nce belirlenen meslek kurallarına uymakla yükümlüdürler.' şeklinde tanımlanmıştır."
Oysa bugün, avukatlık mesleği aslî ve olması gereken kimliğinden baroların sistematik dönüşümü sebebiyle uzaklaştırılmıştır. Siyaset gibi günlük ve kirli bir mecrada cübbesi kirletilmek istenen avukatlar, meslek onur ve saygınlığına yaraşır bir mücadele anlayışından mahrum bırakılmıştır. Bu da beraberinde halkın avukatlara olan bakış açısının değişmesine sebep olmuştur. Avukat toplumun hiçbir ferdinin siyasi görüşüyle değil, hukukun üstünlüğüyle ve herkesin eşit haklara sahip olduğu inancıyla hareket etmelidir. Barolar bu inancın üzerine çıkarak, tek tip siyasi söylemleri hukuk mücadelesi kisvesi altında topluma yansıttığı zaman, avukatlık mesleğini icra edenlerin toplumdaki bölünmüşlüğün bir tarafı olmasına yol açacaktır.
Nasıl ki bir yargıçtan ya da bir Cumhuriyet savcısından beklenen bağımsızlık ve tarafsızlık ise; nasıl ki onlardan beklenen siyasal sistemlerin güdümünde olunmaması ise; yargının üç kurucu unsurundan biri olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden avukatların da denktaşlarıyla aynı çizgide buluşması gerekmektedir. Avukatın savunma rolü, onu taraf yapmaz. Avukatın tarafsızlığı, hukuk karşısında ayrım gözetmeme ve insan hakları mücadelesinde hakikatten şaşmama anlamına gelir. Taraf olma gayretiyle hareket etmek, avukatlık mesleğinin gerçekleriyle örtüşmemektedir.
Dünya üzerinde her dönemde hukuk tarihinin en kalabalık kitlesini oluşturanlar avukatlar olduğu gibi en çok yalnız bırakılanlar da bu nedenle avukatlar olmuştur. Hukukun üstünlüğü ve insan hakları mücadelesinin olmazsa olmazı olarak kabul etmemize rağmen sıra kendi sorunlarına geldiği zaman kendinden olanları bile çoğu zaman sahada bulamayan avukatlar, bireysel mücadelelerini örgütlü mücadeleye çevirme noktasındaki endişelerini giderebilsinler diye barolar var olmuştur.
Ancak baroyu yönetme iddiasıyla yola çıkan isimlerin zamanla kişisel ikbal ve ihtiraslarını tatmin etme merkezi olarak görmeye başladığı barolar, bu ikbal kavgalarında taraf tutmak istemeyen avukatların yalnızlığını gidermede etkisiz kaldılar.
Bu durumun yarattığı umutsuzluk iklimi, sonraki dönemlerde göreve gelen baro yönetimlerinin iyi niyetli çabalarının da akamete uğraması sonucunu yaratmıştır. Zira baroların taşı delebilmek adına yapabileceği yegâne şey, ona su damlatmaktır. Su damlatmak çaresiz ve yetersiz bir mücadele gibi görülebilir. Ancak bir Latin atasözünde de ifade edildiği üzere, taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.
Avukatların, iyi niyetli her çabada barolarına omuz vermesi gerekir. Zira mesleğinin doğası gereği muhalif olan avukatların, toplumsal muhalefette birleşmeyi başardığı gibi meslek savunuculuğu noktasında da baroların koordinasyonunda mücadeleyi sürekli hale getirmesi gerekir. Başarı da kazanım da ancak böyle elde edilebilir. Bir dava dosyasında nasıl ki hırsla, inatla, olağan ve olağanüstü tüm kanun yolları tüketiliyorsa, meslek haklarının kazanımında da kahraman beklemek yerine kitlesel dayanışmayı büyütmek gerekir.
Emin olun, beklediğiniz kahraman hiçbir zaman gelmeyecek. Avukatlar ancak dayanışma ile kahramanlık gösterebilir, dayanışma ile başarabilir, dayanışma ile kazanabilir. Ve bu dayanışma ile baroların yönetimlerindeki tek kutuplu siyasetin sözcülüğünün önüne geçerek tarafsız bir meslek örgütü inşa edebiliriz.
Ya hep birlikte kazanacak ya da hep beraber yok olacağız.
Karar sizin...