Felsefenin başlangıcı da, sonu da özgürlüktür. İnsanoğlu duraksamamak ve hareket etmek için doğar’ Schelling.
ANILARIMDAN BİR SAYFA – ANKARA BAROSU’NDA HEM BİR İLK, HEM DE BİR SON : FELSEFE KULÜBÜ
Yargının asli ve kurucu unsurlarından olan, bağımsız savunmayı temsil eden, yargılama faaliyetini demokratikleştiren avukatlar, sadece hukuki sorun ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamakla görevli ve yükümlü değillerdir.
Aynı şekilde barolar da, sadece, avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumak ve gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime katkı yapmakla, bu amaçla, kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve toplumsal ilişkileri, becerileri sorgulamakla ve gerektiğinde alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri terk etmekle yükümlü olan/olması gereken kuruluşlardır.
Baroların ve avukatların bütün bu işlevleri yerine getirebilmeleri ve yanısıra hukuka katkı yapmaları, değer katmaları için felsefeye gereksinimleri vardır. Zira felsefe sadece bir merak, bir keşfetme, bir hobi ve bir entelektüel faaliyet değil, daha çok aydınlığa kavuşturulan, ortaya çıkarılan bir şeyin, başkası için, başkaları için faydalı olabileceğine dair bir umut ve bu umut için verilen bir uğraştır. Bu bağlamda, felsefe, aklı, ahlakı ve vicdanı terbiye eden, arıtan, düzgün ve sağlıklı sağlayan bir uğraş ve önemli bir disiplindir.
Bu referanslardan hareketle, benim Baro Başkanı olmamdan hemen sonra, Ankara Barosu bünyesinde bir Felsefe Kulübü kurduk. Esasen baroda Felsefe Kulübü kurulması benim Baro Başkan adayı olarak seçim programımda da yer alan proje ve vaatlerimden birisiydi. Bu kulübün başkanlığına getirdiğimiz değerli meslektaşlarım Gürbüz Özaltınlı ile yardımcısı Bülent Turhan Gündüz bu konuda son derece önemli ve başarılı çalışmalar yaptı.
Bu bağlamda, Felsefe Kulübü kurulmasından ve çalışmaya başlamasından sonraki ilk iki yıl içerisinde, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi, ODTÜ öğretim üyesi ve diğer felsefeciler tarafından sunulan, her biri diğerinden önemli olan ve Ankara Barosu avukatları tarafından ilgi ve beğeni ile izlenen on bir konferans düzenledi. Bu konferanslarda sunulan tebliğler, sorulan sorular, verilen cevaplar, daha sonra kitap olarak bastırıldı ve meslektaşlarımızın yararlanmasına sunuldu.
Baroda kurduğumuz Felsefe Kulübü’nün düzenlediği bu etkinlikler dışında, Türkiye Felsefe Kurumu ile birlikte sertifikalı hukuk ve etik eğitimi çalışmaları yapıldı. ‘Etik ve Meslek Etikleri’, ‘Adalet Kavramı’, ‘Normlar ve Hukuk Normları’, ‘Meslek Olarak Hukukçuluk’ , ‘İnsan Hakları’, ‘Değer ve Değerlendirme Problemleri’ konularının işlendiği bu eğitim çalışmalarına katılan meslektaşlarımız kendilerini, mesleki bilgi ve kariyerlerini geliştirme olanağı buldular.
Hepimiz iyi bir hayatın peşinden koşuyoruz, her istediğimiz olsun, her şeyimiz olsun istiyoruz. Ama çoğumuz pek çok şeyi derinlemesine sorgulamıyor ve hatta sorgulamak istemiyoruz. Daha da önemlisi kendimize eleştirel olarak bakmıyor, kendimizle yüzleşmiyor, kendimizi yetiştirme ve oldurma çabası içinde olmuyor, Ahmet’le, Mehmet’le, Ayşe’yle, Fatma’yla, komşuyla, komşunun oğluyla, kızıyla uğraşıyoruz. Bundan olsa gerek, yanılsamalarla, aldanmalarla, aldatmalarla, kendimizi ve başkalarını kandırmakla, iletişimsizlikle dolu bir hayat yaşıyoruz. Bu da bizi mutsuzluğa, huzursuzluğa, tatminsizliğe, kendimize ve başkalarına karşı güvensizliğe, gelecek endişesine itiyor.
Esasen Felsefe Kulübü’nü kurmaktan amacımız: en başta kendimiz olmak üzere hayatın kendisini sorgulamak, her alanda ve konuda sorgulama terbiyesi edinmek, bu yeteneğimizi geliştirmek, hukukla ilgili sağlam bir alt yapı oluşturmak, onunla, bununla, şununla ilgilenmek ve uğraşmak yerine kendimizle ilgilenmek, her alanda ve konuda kendimize emek vermek, kendimizi oldurmak, sağlıklı bir hobi ve entelektüel bir keyif edinmek, yeni keşifler yapmak, az yukarıda işaret ettiğim üzere en önemli aletimiz olan aklımızı geliştirmek, insani erdemlerimiz arasında bulunan ahlakımızı ve vicdanımızı terbiye etmek, sağlıklı kuşkular edinmek, soru sorma ve düşünme becerimizi, hukukla ilgili sağlam analizler yapma yeteneğimizi ve kültürümüzü geliştirmekti.
İlgi duyanların çok iyi bildiği üzere, arkasında yazılı hiç bir şey bırakmamış olmasına rağmen, 2500 yıldır insanlığa ışık veren Sokrates’in en belirgin özelliği, gün boyu Atina sokaklarında soru sorarak dolaşması, sorduğu sorularla Atinalıları düşünmeye ve yaşamlarını gözden geçirmeye çalışmasıdır. ‘Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez’ diyen, kendisini ‘Atina uyuşuk bir at, ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim’ diyerek tanımlayan, ‘bilgisizliğimizi bilmenin, akıllı olmanın başlangıcı’ olduğunu söyleyen Sokrates, büyük devlet adamı, avukat, bilgin ve yazar olan Çiçero’ya göre: ‘felsefeyi gökyüzünden dünyaya indirip, kentlerde dolaştıran, evlere sokup, insanları; yaşam, töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye zorlayan adamdır.’ Ne yazık ki, Sokrates’in sorularından rahatsız olan Atinalılar, kurtuluşu onu ölüme mahkûm etmekte bulmuşlardır.
Oysa hayatı ve kendimizi, kendi düşüncelerimizi sorgulamak için, daha önce öğrendiklerimizi, ezberlediklerimizi unutup yeni şeyler öğrenmek, öteki düşünceye açılmak gerekir. Bu ise kendimizi rahatlatmak, sakinleştirmek, hiçbir şeye aldırmamak, bizi sıkıştıran bunaltan pek çok şeyden kaçmak için uyuşturucuya, içkiye, ‘Prozac’a veya başka bir sakinleştiriciye sığınmak ile değil, ancak ve ancak Platon’a, yani felsefeye başvurmakla mümkün olur.
Ekspresyonizmin önemli figürlerinden İngiliz şair ve düşünür T.S.Eliot, ‘Four Quarters’ isimli şiirinde ‘Keşif yapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz / Ve tüm keşiflerimizin sonunda / Başladığımız yere döneceğiz / Ve orayı ilk kez gerçekten bileceğiz’ diye yazar. Felsefe Kulübü yaptığı etkinliklerde sunduklarıyla, sorduklarıyla, cevaplandırdıklarıyla, düşündürdükleriyle, sorguladıklarıyla, bize çok şey katmış, çok şey öğretmiş, çok sayıda keşif yapmamızı, bu keşiflerin sonunda başladığımız yere, yani kendimize dönmeyi ve başladığımız yeri gerçekten bilmeyi öğretmiştir.
‘Felsefenin başlangıcı da, sonu da özgürlüktür. İnsanoğlu duraksamamak ve hareket etmek için doğar’ diyor Schelling. Burada insanoğluna duraksamamak ve hareket etmek olarak yüklenen görev ‘yapmak’tır. Yapmak, mutlak olarak duraksamamayı ve hareket etmeyi gerektirir, ancak hiç duraksamamak ve sadece hareket etmek yapmak demek değildir. Yapmakla kastedilen Anglosaksonların deyişiyle ‘not motion, but action’, yani ‘hareket/ eylem değil, icraattır.’ Bu ise ancak felsefeyle öğrenilebilir ve yapılabilir.
Bu konuda son bir söz daha. Onu da mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunan Avusturyalı düşünür ve matematikçi Wittgenstein söylüyor ve sözlerine, ‘felsefede çözülecek bir sorun, kanıtlanacak bir teorem, sınanacak bir varsayım yoktur’ diyerek başlıyor. Zira felsefe ona göre hiçbir ilerleme kaydetmemiştir. Wittgenstein bunları düşünür, daha sonra ince bir ironiyle: ‘Biri kaşınan bir yerini kaşıyınca bir ilerleme mi olmalıydı? İlerleme olmuyorsa, kaşıma sahici olmayacak mı, ya da kaşınma? Bu uyarıma böyle bir tepkide bulunmak uzun zaman bu biçimde sürüp gidemez mi, kaşınmaya bir çare bulunana dek?’ diyerek felsefeyle dalgasını geçer. Ama sonra birdenbire ciddileşir ve bize, hepimize yukarıdan bakarak, yüksek perdeden şunları söyler: ‘İnsanlar iyiye doğru götürülemezler; ancak şuraya-buraya götürülebilirler. İyi, olgu uzamının dışında yatar… Tohumu topraktan çekip alamazsın. Yapabileceğin, yalnızca, ona ısı, nem, ışık sağlamaktır; insan kendi kendine yetişmek zorundadır… Çocuk kötüdür, ama kimse ona başka türlü olmayı öğretmez ki; anası-babası da gösterdikleri budalaca yakınlıkla daha da beter ederler onu… Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir… Ancak çok mutsuz bir insanın başka bir insan için üzülmeye hakkı vardır… Kişi yalnızca en korkunç acılar içindeyken yazmalı – o zaman bambaşka bir anlamı olur yazdıklarının. Ama bu yüzden, bu yazılanı da kimse bu doğrudur diye alıntılayamamalı; meğerki bunu söylerken kendisi de acı çekiyor ola… Başkasının derinlikleriyle oynama… Yaşamın üstünde, beygir üstündeki kötü binici gibi oturuyorum. Hemen şimdi yere çalınmamamı da yalnızca atın iyi huyluluğuna borçluyum… Deha, yetenekte yürekliliktir… Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir…’
Dönelim Felsefe Kulübü’ne ve kulübün çalışmalarına. Felsefe Kulübü’nün etkinliklerinden memnun olanların yanı sıra rahatsız olan bir kesim de vardı elbette. Rahatsızlık, konferanslardaki kimi sunumların ve verilen cevapların ezber bozmasından kaynaklanıyordu. Bu bağlamda, o güne kadar aynı veya benzer görüşteki insanları dinlemeye, ezberlerine göre ve sloganlarla düşünmeye alışmış avukatlarının bir kısmı, bu etkinliklerde ‘öteki’ düşünceyle karşılaşmaktan son derece rahatsızlık duydular. Önce ilkokulda, sonra ortaokulda, daha sonra lisede okudukları Yurttaşlık Bilgisi ve tarih kitaplarından edindikleriyle sınırlı olan bildiklerinin, bunlardan çok farklı olan duydukları ve dinledikleriyle ters düşmesinden kaynaklanan rahatsızlıklarını, sağda solda ifade etmenin dışında, 2006 yılında yapılan Baro Genel Kurulu’na kadar taşıdılar.
Felsefe Kulübü’nün 29 Nisan 2006 tarihinde düzenlediği, asıl konuşmacısı Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sayın Sabri Büyükdüvenci ve konusu ‘Adalet, Suç ve Ceza Üzerine Nietzsche’ olan etkinlikte yaptığım aşağıdaki konuşmayla ezber bozma sürecine ben de dahil oldum:
(…)
‘Öngörülebilir, kestirilebilir, rasyonel bir dünyaya duyulan güvenin geride kaldığı, bunların yerini istikrarsızlığın, düzensizliğin, rasyonel olmayan şeylerin aldığı, bundan dolayı da rasyonalist projenin, modernliğin, aklın krizinin yaşandığı günümüzde, yaşanan bütün bunlar Nietzsche’nin felsefesi ile açıklanmaya ve tanımlanmaya çalışılıyor. Felsefi düzeyde ve çevrelerde, modernlik projesinin, post-modernlik krizine dönüştüğünün kabul gördüğü günümüz dünyasında, bu kabulün referansı olarak, 19. Yüzyılda Tanrının öldüğünü, geleneksel Hıristiyan değerlerinin çöktüğünü ileri süren, kendisinden sonraki yüzyılın, sınıfların savaşına değil, ulusların savaşına, milliyetçiliğin, mikro milliyetçiliğin naralarına sahne olacağını söyleyen, bunu söylemekle Markx’ın öngörüsünü çürütüp kendi öngörüsünü doğrulatan Nietzsche ismine başvuruluyor.
Anti-rasyonalist olan, istikrarsızlığın papazı olan, böyle olduğu için de, kendisinden sonraki zamanın çocuğu olan ‘post-yapısalcı’ Michel Foucault’ya ve ‘post-yapısalcı’ akıma öncülük eden Nietzsche, sadece kendi yaşadığı zamanın değil, kendinden sonra gelen zamanların da filozofudur. ‘Dünyanın, yeni gürültüler yaratanların değil, yeni değerler yaratanların etrafında döndüğünü, hem de sessizce döndüğünü ve öyle döneceğini’ söyleyen Nietzsche’ye göre, ‘her şey, ama her şey oluşmaktadır, mutlak hakikatler olmadığı gibi, ezeli ve ebedi olgular da yoktur. İhtiyaç duyulan şey, tarihsel felsefileştirme ve buna eşlik eden bir tevazunun erdemidir.’
Felsefe tarihinin yazımladığı en büyük nihilist olan, felsefesi ile var oluşuna gücenen insanı kucaklayan Nietzsche’ye göre, nihilizm, dayanaklılığın uzun süredir israf edildiği, boş çabalardan duyulan şiddetli ıstırabın, güvensizliğin, huzuru tekrar bulma, yitirme ve ona tekrar kavuşma şansının olmadığının fark edilmesidir.
Her türden anlayışa, deneyime, görüşe, düşünceye karşı olan, çağının tüm filozofları ile kavga eden, kendi sözü ile kendisini dahi döven, Zerdüşt gibi, mürşit gibi konuşmasına rağmen, hiçbir mürit istemeyen, izini sürdüğü yaşamı, insani tüm deneyimleri, aklın ve rasyonel bilginin tahakkümünden kurtarmak için devletin, ideolojinin, dinin ve toplumun yozlaşmış kurumları ile alay eden, onlarla, onların gözlerinin önünde dans eden Nietzsche’yi ‘evet ve hayır dışında’ okumak gerekir.
Meşru olmayan otoriteye meydan okumadan yola çıkarak, bir devrim felsefesi geliştirilmesine yönelik girişimlerin hepsini kınayan, devrim felsefesinin kendisinin, toplumsal düzen bir kez yıkıldıktan sonra, adil insanlığın en şerefli tapınağının kendiliğinden ve hemen yükseleceği yanılgısından mustarip olduğunu söyleyen Nietzsche’yi okumak tehlikelidir. Tehlikelidir, zira onu okuyan insanın ruh sağlığı ciddi biçimde tehlikeye girebilir.
Kendisine inanacağı yeni Tanrılar icat eden ‘hınç insanı’na, uğrunda ölüme gideceği büyük öğretilerin, onu köleliğe götüreceğini acımasız bir kahkaha ile bildiren Nietzsche’yi, aklını korumak isteyen herkesin son derece dikkatli ve eleştirel bir gözle okuması gerekir. Bunun için de, onun düşünce biçiminin izini sürmek ve felsefi anlamda kendi önünüze koyduğunuz değerleri ve görevleri anlamanız, biraz da içselleştirmeniz gerekir.
Zamanını ödünç almakla borçlandığım Değerli Hocamın, Sabri Hocamın affına sığınarak sözlerimi, on yıllık yalnızlıktan sonra Tanrı’nın ölümünün anlamını öğretmek için insanlığa inen, ama aradığı ardılları ile müritleri değil de, yandaşlarını ve dostlarını bulan Zerdüşt’ün şu sözleri ile bitirmek istiyorum: ‘Daha kendinizi aramamıştınız, derken beni buldunuz. Bütün inananlar böyledir; bütün inançların önemi bu yüzden bu kadar azdır. Artık beni yitirmenizi ve kendinizi bulmanızı istiyorum ve ancak hepiniz beni yadsıdığınız zaman size geri döneceğim.’
(…)
Hem konunun uzmanı, hem de felsefe konusunda benden çok daha yetkin olan Prof.Dr.Sayın Sabri Büyükdüvenci, aşağıda metnini sunduğum fevkalade içerikli, özellikli ve nitelikli konuşmasıyla bizleri hem keyiflendirdi, hem de irşat etti. Okuyalım;
(…)
‘Batı Avrupa kültürü, Sokrates’ten başlayarak, amacı en zayıf insan tipini korumak olan varoluş ussallıkları oluşturmuştur. Bu oluşturulan ussallıklar, rasyoneller bu daha zayıf tipin yaşamın acı gerçeğinden korunmasına yardımcı olmuştur. Yaşamın onlar için değişmeyen tek anlamını güvenceye almak için de değişmeyen doğrular oluşturmuşlardır. İşte bu ebedi gerçeklik yanılsaması ve bunu sürdürmeye çalışmak sonunda hem toplum hem de benlik için yıkıcı olmuştur. Platon, doğru dünyayı, idealar dünyasını duyulur dünyanın ilerisine, ötesine koyarak bunu yapmıştır. Bunun sonucu, yaşamın kendi kendini tanımaması, reddetmesi olmuştur. Ve bu da en çarpıcı biçimiyle tüm Hıristiyanlık felsefesidir. Kant da doğru dünyayı bir kategorik buyruk olarak kurtarmayı denemiştir (Sözer, 2000, s. 391-404). Nietzsche’nin 19. yüzyıl Avrupa kültürü için yaptığı belirleme budur ve bu yozlaşma hastalığından onu kurtarmayı kendine bir görev bilmiştir.
Konunun açıklık kazanabilmesi için son söyleyeceğimi bir başka biçimde baştan söylemek istiyorum; ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’ başlıklı yapıtında Nietzsche adaleti şöyle betimler; ‘’….doğa gibi bir varlığı düşünün, ölçüsüzce savuran, kayıtsız, amaçsız, acımasız ve adaletsiz, hem bereketli hem kısır…bir güç olarak kayıtsızlığı düşünün…buna göre nasıl yaşayabilirdiniz? Yaşamak, kesinlikle doğadan başka bir şey olmayı istemek değil mi? Yaşamak, değerlendirmeyi, seçim yapmayı, haksız olmayı, sınırlı olmayı, farklı olmayı istemek değil mi?..’’ (Nietzsche, 1989, s.15)
Burada ilk tümcede doğa adaletsiz olarak betimleniyor. Son tümcede ise, adil olmama, doğaya karşıt olma olarak betimleniyor. Nietzsche’ye göre adalet, doğaya ait bir şey olmalı, insana ait değil… Bu ifadelere göre insan, yaşamakla, varoluşuyla adil değildir. İnsan yaşamı doğaya karşıttır. Doğaya karşıt olmadan yaşamak insan için olanaksızdır. Şayet adalet saf haliyle doğaya ait bir şeyse, bunun insan dünyasına uygulanması olanaksızdır. Ya da insanlar arasındaki adalet doğal biçimiyle adalet olamaz. İnsan dünyasında adalet, insanın kendi dünyasına uyarlanmış ayrı bir kavramdır. Bu, adaletle ilgili temel sorunlardan biridir. İdeal, gerçek olanda mevcut olamaz. İnsana ideal olana saygı göstermesi öğretilir ama o gerçeklik alanında eylemek zorundadır. Nietzsche, zalim kayıtsızlığından dolayı doğayı suçlasa da, doğadaki adaletin temelini bu oluşturur. Doğadaki kayıtsızlıkta bir tür eşitlik vardır; hiçbir ayrıcalık yoktur; iltimas yoktur; rüşvet, yolsuzluk yoktur (bunları ben ekledim). İnsanda bu türden bir kayıtsızlığın, umursamazlığın olmayışı, adaletin doğal olandan gerçek olana aktarılmasını olanaksız kılar. İnsan doğası gereği, bencilliğinden dolayı kayıtsız kalamaz. Adalet, bu kayıtsızlık, umursamazlık konusundaki yeteneksizliğimizin tanınmasıdır. İnsanın bencil bir varlık olması nedeniyle, oluşturduğu adalet doğal adaletten daima farklı olacaktır; yalnızca farklıdır… Ben buna adaletin paradoksu diyorum.
Peki! O zaman, olması mümkün olmayan nasıl mümkün oldu? Adaletsiz adalet nasıl gerçeklik kazandı? Konuşmamın konusunu da zaten bu oluşturuyor… Nietzsche, ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ içgüdüsüne dayanarak, yaşama, dünyaya yeni bir bakış getirmeye çalışıyor. Tüm eylemlerimizin temelinde ‘güç istenci’, ‘gücü isteme’ dediği güdünün yer aldığını varsayıyor. Her canlı kendi gücünü çoğaltmaya, kendi dışındakilere gücünü dayatmaya çalışır. ‘Çocuk sahibi olmak ‘ da aslında kendimizden olanı çoğaltmak içindir. Beslenme de öyle; güçlenme istencinin bir sonucudur; güç istenci, içten dışa doğru yaşanan bir değişim. Güçlü varlık, kendine engel oluşturduğunu düşündüğü ‘zayıf’ı ele geçirir, kendinin kılar. “….bu dünya başı sonu olmayan bir enerji canavarıdır…Bu alem, gücü istemeden başka bir şey değildir.’’ der, Nietzsche (Nietzsche, 2002, 1067). Organizmaların eylemlerinde, devinimlerinde esas olan bu güdü, dünyadaki değişimin de nedenidir. Tarih denen şey böyle ortaya çıkar. Birey, toplum ve devlet arasındaki ilişkiler de bu çerçevede görülmelidir. Bazı insanlar yaşamı geliştirebilecek, zenginleştirebilecek güce, ruh gücüne sahiptir; bazıları da (ki bunlar çoğunluktur) böyle bir güce sahip olmadıklarından kendi varlıklarını sürdürebilme olanağını, oluşu tıkamakta, durdurmakta bulur.
Güçsüz, yetersiz, zayıf olduklarından mücadele edemezler. Tek yapabildikleri kendilerini bu mücadele alanından korumak, bu mücadeleyi durdurmaya çalışmaktır. Bu nedenle ‘farklı’ olana, kendisi olmayana ‘hayır’ der… Bu durum, eylem ilkelerini yaşamdan türeten güçlü insanların oluşturduğu değerleri değersizleştirir. Kendilerinden eylem ilkesi türetemeyen, yaşamı onaylayıp ona katılamayan bu insanlar, kendilerini ezen güçlü insanların tüm eylemlerini ‘değersiz’ olarak nitelendirir. Bu, ‘kötü’nün ortaya çıkışıdır. Aslında bu hıncın bir başka adıdır (Nietzsche, 2001, s.36-39; Nietzsche, 1989, s.195). Ya da bu noktada şu soru gündeme geliyor; kölenin, sürünün ‘efendi’lere duyduğu hıncın, öfkenin, nefretin, kinin kaynağı nedir?
Nietzsche’ye göre insanı diğer hayvanlardan ayıran şey, söz verme ve sözünü tutma yetisidir. Bu yetinin ortaya çıkışı en ilkel toplumsal ilişki biçimi olan ‘borç veren’, ‘borçlu’ ilişkisiyle olmuştur. Bu beraberinde sorumlu tutabilmeyi getirmiştir. Sonuçta ‘söz verme hakkına sahip’ bir varlık ortaya çıkmıştır; geri ödemeyi bir ödev olarak, kendi içinde, imgesinde bir zorunluluk olarak duyması gerekmiştir; buna insana hissettirilen ve taşıtılan sorumluluk denebilir. Eylemlerimize egemen kılınan bu güdüye sonraları ‘vicdan’ denmiştir. Verilen sözler bellek gücüyle geleceğe taşınır. Böylece sözün kalıcı olması sağlanır; bir başka deyişle, sözün kalıcılığını sağlamak için söz belleğe yakılır, kazınır. Böylece bellek, toplumsal varoluşun önkoşulu olur. Bellek aracılığıyla toplumsal bağları oluşturan kurallar gözlenir. İnsani toplum böylece olanaklı olur. Kalıcılığın bir yolu da acı’dır; acı, zevkten daima daha kalıcıdır… Ortaçağdaki işkenceler bunun bir aracıydı; insana, tanrıya verdiği sözleri, yeminleri hatırlatıyordu.
Bugün yasal cezalarla varlığını sürdürüyor; insana, yurttaşlarına, topluma, devlete verdiği sözleri anımsatıyor. İşte bu borçlu ve alacaklı ilişkisinin sağlam bir temele oturtulmasının bir yolu olarak oluşturulan şeydir ‘adalet’. Bu adalet anlayışının temelinde, borçlunun verdiği sözden, yaptığı sözleşmeden, kabul ettiği sorumluluktan saptığı için cezayı hak ettiği düşüncesi yer alır. Buradaki sorun, adaleti sağlayacak cezanın ne olacağı sorunudur. Bu ilk ilkel ilişki biçimi, alıcı/satıcı, borçlu/alacaklı ilişkisi, aynı zamanda insanın insanla ilk kez yüz yüze gelmesidir. Fiyatı belirlemek, değerini saptamak, karşılığını oluşturmak, mübadele etmek, tüm bunlar ilkel insanı meşgul eden şeylerdi; düşünme biçimini de bu belirlemiştir. Böylece insan kendini tartan ve ölçen bir varlık olarak görmüştür. Bu ilkel borç veren borçluyu borcunu ödemeye zorlamıştır. Aslında borçlu açısından karşılıksız, bedava bir şey elde etmek yanlış değildi. Çünkü her yaşayan canlının olağan davranışıydı.
Nietzsche, ‘her zararın bir karşılığı olduğu’ düşüncesinin, borçlunun, suçlunun ancak acı çekmesi yoluyla zararın karşılanabileceği düşüncesine dönüşmesini, insanın gizemli ve anlaşılmaz yanına bağlar. ‘Zulüm olmadan şenlik olmaz…cezada şenlikli o kadar şey var ki…’ der Nietzsche… Kısaca, bu ilkel ilişki biçimi beraberinde şu düşünceyi de türetmiştir; her şeyin bir değeri vardır; her şey için ödeme yapılabilir.
İşte bu, adaletin en eski ve en saf ahlak yasasıdır… Uygarlığın ilk düzeylerindeki biçimiyle ceza, ya da ceza yoluyla gerçekleştirilen adalet, zarardan doğan hıncın, öfkenin yatıştırılma aracıdır. Bu yönüyle ‘adalet’ adı altında yapılan şey, bir tür ‘intikam’ almaktır; görülen zarar ölçüsünde, bazen de ötesinde. İlkel düzeyde adalet anlayışının tüm içyapısı bundan ibarettir. Bu ilk ilişki biçimi, toplum ile üyeleri arasında da geçerlidir. Borç veren toplumdur; bireyi kabul ederek, onu zarar ve düşmanlıklardan koruyarak. Ama birey görevini yerine getirmediğinde bu yapıdan çıkarılması gerekir. Bireyin değeri, görevini ne ölçüde yerine getirip getirmediğine göre belirlenir. Bu bir tür çıkar ilişkisidir. Bu ilişki koparsa toplum hayal kırıklığına uğrar ve her tür şiddeti uygulayabilir.
Adalet mekanizması devletin eline geçtiğinde, değerlerin yeniden değerlendirilmesi gündeme gelmiştir. Bireyin yerine getiremediği görevleri yapacak başka bireyler vardı. Devlete zararlı gelen, pahalıya mal olan şeylere ‘yanlış’ denerek cezanın orijinal amacı belirsizleşti ve unutuldu; borçları ayarlayan, düzenleyen bir araç olarak yola çıkarken, ahlaki kavramları dayatan, uygulayan bir araca dönüştü. Toplumun gücü ve kendine güveni arttıkça ceza hukuku da daha ılımlı bir yapı kazandı. Nietzsche buna ‘adaletin alt edilmesi’ der. “her şeyin bir karşılığı vardır, o halde her şey geri ödenmelidir’’ anlayışıyla yola çıkan adalet, borçlarını ödeyemeyecek olanların görmezden gelinmesi, serbest bırakılması, borçların silinmesi sonucuna ulaştı. Adalet, her güzel şey gibi, kendisinin alt edilmesiyle son buldu… Adaletin bu alt edilişi…herkes buna verilen şu güzel adı bilir- merhamet’’ (Nietzsche, 2001, s. 72-75).
Şimdi, buraya değin söylenenlerden adaletin kaynağının hınç duygusu olduğu gibi bir sonuç çıkıyor. Ceza da hınç duyan insanların tepkilerini yatıştırmaya yarıyor. Nietzsche, bu konuda şunları söyler; “…nerede adalet uygulanıyor ve savunuluyorsa orada daha kuvvetli bir gücün kendi altında bulunan daha zayıf güçler arasındaki anlamsız hınç kaynaklı kavgalarına son vermek için bir araç aradığını görüyoruz… Yani kendi açılarından neye izin verilip neyin hak sayıldığının, neyin yasaklanıp suç sayıldığının buyurucu biçimde beyan edilmesidir…’’(a.g.e., s.73). O halde kaynak, denetimsiz ve biçimsiz bir kalabalığın anlamlı bir biçime sokulmasını isteyen ve bunun için şiddete başvurmaktan kaçınmayan efendiler, ‘sarışın yırtıcı hayvanlardır’…
Nietzsche’ye göre ‘insan’, bir yarı-hayvandır. Bu yarı-hayvanın insanlaşması, uysallaşması, uygarlaşması, evcilleşmesi efendilerin onları tahakküm altına almasıyla ortaya çıkar. Bu durum, bu varlığı, temelde ‘gücünü boşaltmak’ üzerine kurulu doğasından uzaklaştırmış, kendine yabancı bir varlık haline getirmiştir. Böylece insan, doğasından kaynaklanan her eylemden ‘suçluluk’ duymaya başlamıştır. Daha zayıf güçler arasındaki çatışmalara son vermek, onlara birlik ve düzenlik getirmek için yola çıkan efendilerin yarattığı insan topluluğu, vicdan, sorumluluk, suç, ceza yoluyla kendi doğallığından çıkarılıp, kendine yabancı bir hale getirilmiştir. Böylece insan, bu baskı altında ‘suçun bilincine’ varmış, suç bilinci de beraberinde ‘vicdan azabı’nı getirmiştir (a.g.e., s.82-84). Yasaklar ve cezalar nedeniyle kendini dışa vuramayan içgüdüler, bu kez kendi içine yönelmiştir. Yarı-hayvanın düşmanlıktan, zulümden, saldırmadan, değişim ve yıkımdan aldığı haz, bu yarı-hayvan insanlaşınca, bu kez bu içgüdülere sahip olanlara yönelmiştir. Eylemlerinin kaynağını hınçta bulan varlıklar haline gelmişlerdir. Efendiler, bu hıncın nesnesi olmuştur. Hıristiyanlık da aynı şeyi yapmıştır; yüksek tip insana karşı ölümüne savaş vermiştir; bu tipin tüm temel içgüdülerini yasaklamış, bastırmıştır… Tüm zayıfların, düşkünlerin, nasibi kıtların yanında yer almıştır (Nietzsche, 1995, s. 15-16). Köleliğe yazgılı olanlara kurtuluş umudu sunmuştur; onların efendilerine yönelik istemlerine ‘tanrı buyruğu’ diyerek meşruluk kazandırmıştır. Böylece toplumun çürümüş, yaşam içgüdülerini yitirmiş, bu yaşamdan, bu dünyadan kaçış için kurtarıcı bekleyen yozlaşmış, tükenmiş bireylerini kendi çatısı altında toplamıştır. Bu yönüyle Hıristiyanlık bir hınç, öfke dinidir; onun aracılığıyla ezilmişler, nasipsizler yaşamdan ve efendilerden intikam alır (a.g.e., s. 28-33). Böylece güçlü insanların tüm yetileri kötülenerek en zayıfların koruyucu araçları değer ölçütü yapılmıştır. Böylece de yaşam, köle ruhların efendilere duydukları hıncın egemen olmasıyla soysuzlaşmaya başlamıştır. İçgüdülerinden, doğalarından koparılan bu yarı-hayvanlar, duydukları hıncın yarattığı intikam duygusuyla, değerlerin asıl yaratıcısı olan efendiler karşısında, çoğunluk olmaktan aldıkları güçle, onların da uymak zorunda kaldıkları değerler oluşturmaya başlamışlardır… Böylece, değerin yaratılmasını sağlayan efendi/köle ilişkisi ortadan kalkmıştır. Bir başka deyişle, efendiler, zayıf olanları düzenleyip, biçimlendirirdi. Ama süreç içinde bu durum, kölenin efendi yani yasa ve kural koyucu hale geldiği yeni bir evreye ulaşmıştır; efendi köle çelişkisi köle lehine sonuçlanmıştır. Ve köle ahlakı, kölece düşünme, kölece zayıflık en üst değer olarak sunulmuştur. Efendiler alt edilmiştir. Böylece de oluş durmuştur. Nihilizm evresi başlamıştır. Çünkü insan yönünü ve amacını yitirmiştir…
Dünyaya yeni bir anlam ve değer dizgesi gerekiyor… Artık sorun şudur; ne için yaşıyoruz? Çünkü efendilerin ortadan kalkmasıyla Hıristiyanlığın tüm anlam ve değeri de ortadan kalkmıştır. ‘Tanrı Öldü!’… Bu genel çerçeve içerisinde Nietzsche, yasa bozucunun, ‘suçlu’nun ceza yoluyla suç ve günahkarlık duygusu edineceği inancını gülünç bulur; ‘ceza arıtmaz çünkü cürüm kirletmez’…Suç işlemesinin akıllıca olmadığını anlar ama aynı zamanda da toplumun onun akılsızlığını cezalandırma yönteminin, kendisine karşı aynı tarzda yapılan bir suç olduğunu da anlar… Bir başka deyişle, kendine verilen cezayı da bir suç gibi görmeksizin, kendini de suçlu göremez… Bu da açıkça saçmalıktır. Nietzsche’ye göre ceza, arzulara boyun eğdirmekten, insanın daha dikkatli olmasını sağlamaktan, korkuyu artırmaktan başka bir işe yaramaz. Ve böyle yaparak insanı evcilleştirir ama onu daha iyi kılmaz. Şayet ileride suç işlemekten uzak durursa bunun nedeni artık daha uyanık olduğundandır yoksa daha ahlaklı olduğundan değil… Geçmiş suçlarından pişmanlık duyuyorsa bunun nedeni cezasının ona acı vermesidir, bilincinin değil… Cezayı takip eden pişmanlık değilse nedir? Bunun yanıtı, eski güç istencinin içe yönelmesinden başka bir şey değildir. İlkel düzeyde insanın bu güç istenci serbestti. Çevresine yönelik, gücünü çoğaltan her eylem, başkalarına ne denli zarar verdiği önemli olmayan her eylem ona iyi geliyordu. Ahlak diye bir şeyden bihaberdi. Çevresinde olanlar ona yalnızca yararlı ya da zararlı görünüyordu. İşte bu güç istenci daha sonraki süreçlerde düzenlendi ve denetlendi. Birey, çoğunluğun arzusuna tabi olmak zorunda kaldı ve ahlakın kodlarına uymak zorunda bırakıldı.
Sonuçta güç istenci kendine döndü; kendi bedeni ve aklına işkence yapmaya başladı. Baskı altına almadan duyduğu eski ilkel zevk, neşe varlığını sürdürdü ancak artık bunu çevresindekilere yapamadığından, kendine yöneltti ve suç duygusunun, günahkarlığın ve yanlış yapmanın avı haline geldi. Bu kendine işkencenin aldığı ilk biçimlerden biri, ilkel insanın kendini suçlamasıdır; tanrısının iyiliklerine gereği gibi sadık olmaması… Yaratıcısına kendini borçlu gördü ve sürekli kendini bu borcunu ödemede ihmalkarlıkla suçladı; adaklar adamaya başladı; en değerli şeylerini ona adamaya… İlk doğan çocuğunu örneğin. İlk başlarda bunlar yeterli iken, Hıristiyanlıkla birlikte kendini feda etmek zorunlu oldu. Böylece Hıristiyan günah düşüncesi ortaya çıktı… Bazen kendini bir mağarada gizledi ve toplumdan soyutlanarak yaşadı; daha sonra ona aziz dendi. Kendini kamçılarla dövdü, yaralarına sirke döktü… Bazen de cinsel güdüsünü öldürdü; güç arzusuna son verdi… Nietzsche bu durumu, hıncın nesnesi kalmadığından gücün boşaltılamamasını herkesin yaşamına yayılmış nihilizmin kaynağı olarak görür. Nihilizm, bugüne değin sürünün yaşamına anlam vermiş tüm değerlerin sorgulanmasına yol açacak bir geçiş evresidir.
Aslında Hıristiyan değerleri O’na göre ta baştan nihilistti; ortadan kaldırmaya çalıştığı çelişki, yaşamın akışını, oluşun devamını sağlayan şeydi. ‘Gücü istemeyi’ bastırarak ulaşabildiği şey, yaşamın çekilmezliğini ortadan kaldırayım derken, onu sonsuza dek çekilmez kılmak, yaşamı yaşanmaya değer olmaktan çıkarmak olmuştur. Nihilizm, Nietzsche’ye göre, bireyin içinde bulunduğu psikolojik bir durumdur; kişi artık kendisinin ve başkalarının kutsal saydığı değerlerin artık değerli olmadığını düşünmeye başlar. Evren, dünya, oluş anlamını yitirmiştir. Eylemenin amacı kalmamıştır. ‘Niçin yaşıyorum?’ sorusu yanıt bulamamaktadır. Yaşamda inanılabilecek, bağlanılabilecek, yönelinebilecek hiçbir şey yoktur. Nihilizm böylece her şeye karşı duyulan bir inançsızlık, her şeye yüklenmiş bir değersizlik yaşantısıdır… Bunun nedeni de, evrene, dünyaya, oluşa bizim tarafımızdan yüklenen kavramların içinin boşalmasıdır… Ama Nihilizm aynı zamanda, yaşamın yeniden ileri atılmasını sağlayacak gücü de, tohumu da içinde barındırır. Yeniyi aramaya yönlendiren, eldekinin yetmediğini, doyurmadığını hissettiren de bu psikolojik durumdur.
Sözlerimi yine Nietzsche’den bir alıntıyla bitirmek istiyorum; “…Yalan dediğim şey şudur; kişinin gördüğü bir şeyi görmemiş olmayı istemesi, gördüğü bir şeyi öyle görmemiş olmayı istemesi… İmdi, bu görmüş olduğunu görmemiş olmayı istemek, onu öyle görmemiş olmayı istemek, herhangi bir anlamda yan tutmanın neredeyse ilk koşuludur: yan tutan insan, zorunlu olarak yalancı hale gelir’
(…)