ANKARA AVUKAT HAKLARI GRUBU’NUN DÜZENLEDİĞİ “AVUKATLIK KANUNU ÇALIŞTAYI” KONULU ETKİNLİKTE YAPTIĞIM AÇIŞ KONUŞMASI

Abone Ol

Ankara Barosu’nun Değerli Başkanı,

TBMM’NİN Değerli Üyesi ve Sevgili Meslektaşım Sayın Mahmut Tanal,

Avukat Hakları Grubunun Değerli Başkanı ve Yöneticileri,

Sevgili Meslektaşlarım,

Hoş geldiniz. Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Avukatlık Kanunu üzerine çalışma yaptığınız, bu çalışma kapsamında bu etkinliği düzenlediğiniz ve bana da size hitap etme olanağını verdiğiniz için Grubunuza, Grubunuzun yöneticilerine teşekkür ediyorum.

Böyle bir çalışmayı yapmak, elbette hiç kimsenin, hiçbir Baronun, hiçbir Grubun tekelinde değildir. Dileyen, isteyen, böyle bir çalışma yapmaya ihtiyaç duyan herkes, her Grup, her Baro, bu konuda çalışma yapabilir. Ama herhalde bu konuda çalışma yapma görevi, en başta Ankara, İstanbul, İzmir Baroları olmak üzere Barolara ve Türkiye Barolar Birliği’ne düşer.

İçinizden bazıları haklı olarak, siz o görevlerde bulunduğunuz zamanlarda bu konuda bir çalışma yaptınız mı diye düşünebilir veya sorabilir. Evet yaptık. Ankara Barosu’nun 2004 yılında yaptığı Hukuk Kurultayı’nın ana konusu Avukatlık Hukuku ve Mesleği üzerineydi ve ben de sunduğum bir tebliğ ile bu konuya katkı yapmıştım.

Yine benim Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı görevini yaptığım dönemde, yönetim kurulu olarak bir Avukatlık Kanunu taslağı hazırlamıştık. Ancak bu taslak üzerinde tüm barolarla bir mutabakat sağlanamadığı için ve bazı Baroların karşı çıkışları ve engelleyici çalışmaları nedeniyle, bu konuda ilerleme sağlayamadık ve sonuç itibariyle yönetim olarak bu taslağın takipçisi olamadık.

Değerli Meslektaşlarım,

Hepinizin bildiği üzere, mevcut Avukatlık Kanunu’muzun hazırlandığı ve kabul edildiği tarih 1969 yılıdır. O günden bu güne kadar 54 yıl geçmiştir. Bu 54 yıl içinde dünyada ve Türkiye’de, gerek genel olarak, gerekse Avukatlık Mesleği yönünden pek çok şey değişmiştir. O nedenle, mevcut yasanın değişmesi gereklidir ve buna gereksinme de vardır.  

Peki, bu değişiklikleri nasıl yapacağız? 54 yıllık bir tecrübemiz var. Bu tecrübenin ışığında mevcut yasanın eksik olan, aksayan yönlerini tespit ederek işe girişmek ve yine başkaca ülkelerin avukatlık yasalarını alıp incelemek, bu yasaları kendi yasamızla karşılaştırmak, o yasalarda olan ama bizim yasamızda olmayan ve olmasında yarar bulunan düzenlemeleri, kurumları, kuralları almak, bunları kendi bünyemize, kendi toplumumuza uygun hale getirmek gerekir.

Nitekim böyle bir çalışma Ankara Avukat Hakları Grubu tarafından iki üç yıl önce başlatılmış, değişik pek çok ülkenin Avukatlık Yasaları Türkçeye tercüme edilmiş, maddelerin yazımı aşamasına geçilmiş ve bu konuda oldukça mesafe de alınmıştı. Ne yazık ki, bu konuda yapılan çalışmalar, rahmetli Eray’da toplandığı ve Eray’da vefat ettiği için sonuçlandırılamamıştır.      

Değerli Arkadaşlarım,

Konuyla ilgili olarak öncelikle ve özellikle ifade etmek isterim ki, bana göre bizim mevcut Avukatlık Kanunu’muzun iskeleti ve yapısı uygundur. O nedenle, ihtiyaç olan değişiklikleri bu iskeleti koruyarak yapmak gerekir. Zira yenilik “yaratıcı yıkıcılıktır”. Buna göre eğer yeni diye daha iyisi yapılamayacak ise, mevcut olanı korumak gerekir. Değil is, mevcut olana da zarar verilir.

Ayrıntılara girmeden önce önemli bulduğum dört hususa işaret etmek istiyorum.

Bunlardan birincisi, adil yargılanma hakkının güvencesi olan savunmanın ve savunma hakkının anayasada düzenlenmesi ve böylece savunmaya anayasal bir güvence getirilmesinin sağlanmasıdır.

İkincisi, Baroların Adalet Bakanlığı’na, yani devlete eklemlenmesinden vazgeçilmesi, Baroların özgür, özerk, bağımsız bir kurum ve kuruluş olarak düzenlenmesi, denetiminin ise kendi organlarına bırakılmasıdır.

Üçüncüsü, mevcut yasada düzenlenen Baroların hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunma ve koruma görevinin, yeni yasada muhafaza edilmesi ve hatta bunun tahkim edilmesidir.

Dördüncüsü ise, avukatlar arasındaki birliği ve dayanışmayı  zayıflatan, Baroların gücünü ve etkisini azaltan “ikinci baro” saçmalığıdır. O nedenle, yeni yapılacak yasa ile bu ikiliğe son vermek gerekir. 

Sevgili Meslektaşlarım,

Avukatlık Kanunu’nda değişikliğe ihtiyaç olan düzenlemelere gelince, bu düzenlemelerin başında, mevcut yasada bulunan ama ihtiyacı karşılamaktan uzak bulunan avukatlık ortaklığı modeli gelmektedir.

Avukatlık ortaklıkları konusunda, örnekleri başta Almanya olmak üzere Kıta Avrupa’sında ve ABD’de bulunan “limited liability company/sınırlı sorumlu şirket” ve “two tried company/iki katlı şirket” gibi değişik modeller vardır ve bu modellerin her birinin avantajları ve dezavantajları mevcuttur. Bu modeller esas alınarak ve bunlar ülkemizin şartlarına uyarlanarak bir model tercih edilebilir veya bu örneklerden hareketle yeni bir model geliştirilebilir.

Düzenleme yapılmasında yarar olan diğer hususlardan birisi hukuk sigortası sisteminin getirilmesi, diğeri ise mesleki sorumluluk sigortasının yasal bir zorunluluk olarak düzenlenmesidir.  

Biliyorsunuz hukuk sigortası, sigorta şirketinin ödenen prim karşılığında, poliçe kapsamındaki hukuki ihtilaflarda, mahkeme masraflarını ve avukatlık ücretini ödemeyi üstlendiği bir sigorta türüdür.

Ülkemizde hak arama özgürlüğünün anayasal bir hak olduğu ama ekonomik nedenlerle insanların haklarını arayamadığı bilinen bir husustur. Hukuk sigortası sisteminin getirilmesi durumunda, yıllık cüzi miktardaki primleri ödeyen yurttaşlarımızın, ihtilafa konu olan davanın avukatlık ücretini ve yargılama giderlerini karşılayan bir hukuk sigortası poliçesiyle haklarını arayabilmeleri mümkün hale gelecek, böylece avukatların iş alanları genişleyecek, avukatlık ücretleri ise sigorta şirketleri tarafından ödenecektir.

Yine gereksinim duyulan bir diğer kurum mesleki sorumluluk sigortasıdır. Bugün kimi meslektaşlarımız ve Barolarımız tarafından ihtiyari olarak yaptırılan mesleki sorumluluk sigortası sistemini zorunlu ve mesleğe kabul koşulu haline getirmemiz gerekir.

Zira bu sistem, sadece avukat meslektaşlarımızı üstlendikleri risklere karşı korumayacak, aynı zamanda iş sahiplerine de güvence sağlayacak ve yine “mal practice” sabıkası, yani meslek kusuru sabıkası fazla ve o nedenle riskleri yüksek olan avukatların sigorta şirketleri tarafından giderek sigortalanmaması veya sigorta primlerinin yüksek olması ve sigorta şirketlerinin denetim mekanizması nedeniyle bu sigortanın yapılmamasına bağlı olarak, avukatlık mesleğine zaman içinde kalite gelecektir.   

Avukatlık Yasamızda düzenlenmesi gereken kurumlardan birisi de, bir başka avukatın yanında ücretli olarak çalışan avukatlardır. Hepimizin bildiği üzere, bu statüde çalışan meslektaşlarımızın emeği, istihdam eden konumundaki bir kısım avukatlar tarafından ne yazık ki büyük ölçüde istismar edilmektedir. O nedenle, Avukatlık Yasasında yapılacak bir düzenleme ile bu konumdaki meslektaşlarımızın haklarının korunması ve güvence altına alınması sağlanacaktır.  

Sevgili Meslektaşlarım,

Yine Avukatlık Yasasında Baro Yönetim Kurulları ile Disiplin, Denetleme Kurulları ve Türkiye Barolar Birliği Delegeleri için iki yıl olarak düzenlenen görev sürelerinin dört yıla çıkarılması gerekir. Zira ve özellikle Yönetim Kurulu’nun iki yıllık görev süresinin ilk iki üç ayının Baroyu ve Baronun işleyişini tanımakla, son üç beş ayının da Baro seçimlerinin getirdiği dalgalanma ile geçtiğini göz önüne aldığımızda, geriye kalan yaklaşık bir yıllık süre hizmet etmek için son derece kısadır.

Bu konudaki bir diğer sakınca da, Baroların her iki yılda bir seçim havasına girmesi, özellikle seçimi bir rekabet olarak değil de, husumet olarak algılayanların yaşadığı ve yaşattığı kırgınlıklar nedeniyle Baro içi barışın bozulması, mesleki dayanışmanın zaafa uğramasıdır.

Avukatlık mesleğinin kalitesiyle ilgili olarak üzerinde düşünmemiz ve çalışmamız gereken konulardan birisi uzmanlık, bir diğeri ise meslek içi eğitimdir.

Gerek kıta Avrupa’sında, gerekse dünya genelinde avukatların uzmanlaşması ve mesleki içi eğitimleri konusunda yeknesak bir uygulama yoktur. Bu bağlamda, kimi ülkelerde uzmanlık ve uzmanlığın yanı sıra avukatlar için sürekli eğitim, yani meslek içi eğitim uygulaması ve standartları mevcut iken, kimi ülkelerde her ikisi de mevcut değildir.   

Kanımca uzmanlık modeli ülkemiz koşullarına uygun değildir. Öyle ki, bu konudaki birinci problem; uzmanlığı kimin, neye göre ve nasıl vereceği hususudur. O nedenle, bu konuyu piyasanın kendi işleyişine bırakmak gerekir. Esasen pratikte, ceza avukatlığı, iş hukuku avukatlığı, özel hukuk avukatlığı gibi uzmanlık alanları ve ayrımları vardır.

Meslek içi eğitim sisteminin getirilmesi ve bunun zorunlu kılınması ise, hem bir ihtiyaç hem de bir zorunluluktur. O nedenle, avukatlık mesleğinin kalitesini artırmak, meslektaşlarımızı özellikle özel hukukun yeni disiplinleri konusunda bilgilendirmek, yetkinleştirmek, öğrenmenin yaşam boyu devam edeceği, etmesi gerektiği anlayışı üzerine kurulu olan mesleki eğitimin ve öğrenimin sürekliliğinin sağlanabilmesi ve bilginin zinde kalabilmesi için meslek içi eğitimi zorunlu bir model olarak yapılandırmamız gerekir.

Değerli Meslektaşlarım,

Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi de eğitim sorunudur. O nedenle, genelde “eğitim”, özelde “hukuk eğitimi” üzerinde durmamız ve bu konuyla ilgili olarak da bir şeyler söylememiz gerekir.

Türklerin eğitimde iki büyük kusuru var: Birincisi üniversiteyi yüksek lise, ikincisi öğrenmeyi ezberlemek sanıyorlar. Araştırma zihniyetleri ise çok zayıf.

Bu sözler, Büyük Atatürk’ün sağlığında başlayıp 1950’li yıllara kadar Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri’nde hocalık yapan ve döneminde yetişen pek çok değerli yargıç, avukat ve savcı üzerinde emeği bulunan Prof. Dr. Ernst Hirsch’e ait. Hirsch, bunları 1939 yılında toplanan ilk Maarif Şurası’nda söylüyor. Hirsch’in bu tespiti, öğrenme, öğretme ve bilim zihniyeti konusunda, Türkiye’de 1939 yılından 2023 yılına kadar çok fazla bir değişiklik ve ilerleme olmadığını gösteriyor.

Bu bağlamda ve öncelikle işaret etmek gerekir ki, ülkemizde sadece hukuk fakülteleri öğrencileri değil, diğer fakültelerde okuyan öğrencilerin çok büyük bir kısmı da, üniversite eğitimi ve öğrenimi yapabilmek için gerekli alt yapıya ve donanıma sahip değillerdir. Zira orta ve lise eğitimi ve öğretimi, öğrencileri üniversiteye hazırlama konusunda son derece yetersizdir.

Buna ve bana göre, Türkiye’de asıl çöken ve kimlik bunalımı içinde olan ilk-orta-lise eğitim ve öğretimi olmakla, öncelikle bu eğitim aşamalarının yeniden yapılandırılması gerekir.

Gerek dershanelere ihale edilmiş olan, gerekse okullarda uygulanan eğitim sistemi, teste ve ezbere dayalı bir sistemdir. Bu sistem bütünüyle öğrencilerin test sorularını daha hızlı ve doğru cevaplandırma becerilerinin geliştirilmesi üzerine kuruludur.

O nedenle ve ivedilikle mevcut bu sistemden vazgeçilmesi, tümevarımcı Sokratik bir modele, yani araştırma, sorgulama, analiz, eleştiri yapabilme becerilerinin, yanı sıra sözlü ve yazılı anlatım yeteneklerinin geliştirilmesi üzerine kurulu bir modele geçilmesi gerekir.

İlk-orta-lise eğitim ve öğretim modeli ile programı böyle olmadığı içindir ki, günümüzde tamamen ezber üzerine kurulu bir programdan geçen ve yanı sıra teste dayalı üniversite giriş sınavlarına göre eğitilen ve fakültelerinde yapılan sınavlarda da teste tabi tutulan gençler, gerek öğrenimleri boyunca, gerekse üniversiteden mezun olduktan ve mesleklerini icra etmeye başladıktan sonra ‘daha zayıf yazmakta’ ve ‘daha kötü konuşmaktadırlar.’

O nedenle, soruna önce ilk-orta-lise eğitiminden başlanılması, bu eğitim ve öğrenim süreçlerinin ezbere dayalı eğitim modelinden arındırılması, tartışmalı, analitik, tümevarımcı Sokratik bir eğitim ve öğretim modeline göre yapılandırılması ve programlanması gerekir. Zira ve ancak bu suretle ilk-orta-lise eğitimini tamamlayan öğrenciler, üniversitede verilecek dersleri anlayabilecek, algılayabilecek, özümseyebilecek bir düzeye gelebilirler.

Sevgili Meslektaşlarım,

Hepimizin bildiği üzere, üniversitelerin geleneksel işlevleri, öğrencilerin yerel ve evrensel kültür miraslarını tanımalarını, kendi zihinsel ve yaratıcı becerilerini kavramalarını, insan olarak sorumluluklarını bilen kişiler olarak, yani birer birey olarak yetişmelerini sağlamaktır.

Üniversitelerin bu işlevlerini yerine getirebilmeleri için her şeyden önce özgür, özerk ve bağımsız olmaları, bu şekilde yönetilmeleri, Büyük Atatürk’ün özlü sözüyle “aklı hür, vicdani hür, irfanı hür” nesiller yetiştirebilecek bir organizasyona ve yapıya sahip bulunmaları gerekir.

Bu ise, ancak özgür, bağımsız, özerk bir kişiliğe sahip olan yöneticiler ve akademisyenlerle mümkün olur. Esasen üniversite bilimsel çalışma yapılan yer, bilim de özgürlük olmakla, ister öğrenci, isterse akademisyen olsun, üniversite mensubu olmak özgür düşünceyi savunan bir birey haline gelmek, itaat ve biat etmenin, birilerine kulluk yapmanın, müritliğin yerine, bağımsız, özerk, özgür kişiliği koymak, özetle birey olma sürecini tamamlamak demektir.

Esasen toplumsallaşabilmenin asgari koşulu da birey olma sürecini tamamlamayı gerektirir. Bizim daha hala çocuk toplum olmamızın, yetişkin insanlar toplumu olamamamızın nedeni, aldığımız eğitim ve yetiştirilme şeklimiz itibariyle çoğumuzun birey olma sürecini tamamlayamamış olmamızdan ve dolayısıyla birey olamamamızdan dolayıdır.

Değerli Meslektaşlarım,

Soruna hukuk eğitimi ve öğrenimi yönünden yaklaşıldığında, yukarıda ifade edilenlere ek olarak şunları da söylemek gerekir: Hukuk fakültelerine öğrenci kabulü, doğrudan fakültelerin kendilerinin yapacakları sınava bırakılmadır. Bu sınav, test usulü değil, hukuk öğrenimi yapmaya aday olan öğrencide bulunması gereken sözlü/yazılı anlatım yeteneğini, genel kültür düzeyini, analiz-sentez yapma, sorun çözme becerilerini ölçecek ve değerlendirecek şekilde yapılmalıdır.  

Yine hukuk fakülteleri ikinci fakülte haline getirilmeli, yani hukuk fakültelerine herhangi bir alanda lisans öğrenimi tamamlamış olanlar gidebilmelidir. Böyle bir düzenleme getirildiği takdirde, pek çok kişi gerek zaman yönünden, gerekse ekonomik nedenlerle ikinci bir tahsili göze alamayacağı ve sadece avukat, yargıç, savcı, akademisyen olmayı pozitif bir hedef olarak seçenler hukuk fakültesine gideceği için, böyle bir düzenleme beraberinde kaliteyi getirecektir. Bu düzenlemenin bir diğer yararı da, yukarıda sözü edilen meslekleri icra etme yaşının yukarıya çekilmesi ve buna bağlı olarak bu mesleklere olgun ve nitelikli kazanımlar sağlamasıdır.

Bu konuda önemli olan bir diğer husus, bugün Türkiye’de mevcut hukuk fakültelerinin tamamında, daha hala yargıç ve savcı yetiştirme anlayışına göre hukuk eğitimi yapılıyor olmasıdır. Oysa yargılama faaliyeti, yargının kurucu unsuru olan yargıcın, savcının, avukatın birlikte ürettikleri, yarattıkları, yürüttükleri kolektif bir faaliyettir.

Dahası, yargılama faaliyetini demokratikleştiren unsur, avukat ve savunma olmakla, demokratik bu işleyişin sağlanması, ancak ve ancak bu görevin hiçbir engelleme ve tehdit olmaksızın yapılabilmesiyle mümkündür. O nedenle, hukuk fakültelerinin sürdürdükleri eğitim modelini gözden geçirmeleri, bu bağlamda avukat yetiştirmeyi de esas alan bir modele geçmeleri gerekir.

Yine hukuk fakültesi sayısının disipline edilmesi, ihtiyaç kadar fakülte açılması, hukuk fakültelerine alınacak öğrenci sayısının ihtiyaca göre belirlenmesi ve mutlaka azaltılması gerekir.

Hukuk fakültelerinin sahip olması gereken fiziki koşullar ile gerekli diğer standartların önceden tespit edilmesi, bu standartlara sahip olan üniversitelere Türkiye Barolar Birliği’nin ve hukuk fakültesinin açılacağı il Barosunun görüşü alınmak suretiyle hukuk fakültesi açma izni verilmesi, hukuk fakültesine sahip olan mevcut üniversitelerden, kendilerini bu standartlara uygun hale getirmelerinin istenilmesi, bunu sağlayamayanların ise kapatılmaları gerekir.

Değerli Meslektaşlarım,

Kuşkusuz benim burada çerçevesini çizdiğim konuların dışında ve başkaca konularda yapılması gereken değişiklikler, başkaca öneriler ve fikirler de vardır. Bunları ise, bu konuda çalışma yapmakla, fikir üretmekle tespit edebilir ve geliştirebiliriz. Esasen bu çalışmanın ve bu çalıştayın yapılmasından amaç da budur.

Ben bu konu üzerinde çalıştıkça, yeni fikirler üretebileceğimizden, yeni öneriler geliştirebileceğimizden eminim.

Son bir söz. Onu da dijital çağın en önemli figürlerinden olan Steve Jobs söylüyor. Bu bağlamda, Jobs; “Peki! Bütün bu hizmetlerin yapılmasında, Bizi/Beni motive eden neydi?” diye sorarak sözlerine başlıyor ve sonra şöyle devam ediyor: “Bence yaratıcı insanların çoğu, bizden önceki insanların çalışmalarından faydalanabildikleri için minnettar olduklarını ifade etmek isterler. Ben kullandığım dili ya da matematiği icat etmedim. Tükettiğim besinlerin çok azını üretiyorum, giysilerimin hiçbirini ben dikmiyorum. Yaptığım her şey türümüzün diğer üyelerinin yaptıklarına ve üzerinde durduğumuz omuzlara bağlı. Ve çoğumuz türümüze bir şeyler sunarak karşılık vermek ve akıntıya bir şeyler katmak istiyoruz. Mesele bildiğimiz yolla yeni bir şeyler ifade etmeye çalışmaktır. Çünkü Bob Dylan şarkıları besteleyemeyiz, Tom Stoppard piyesleri yazamayız. Sahip olduğumuz yetenekleri derin duygularımızı ifade etmekte, bizden önce insanlığa katkıda bulunmuş kişilere minnettarlığımızı göstermekte ve akıntıya bir şeyler katmakta kullanmak isteriz. Bizi/beni motive eden buydu.

Evet! Bu çalışmayı yapmak ve bu çalıştayı düzenlemek konusunda bizi, sizi, Avukat Hakları Grubu’nu motive eden de “akıntıya bir şeyler katmaktır.”

Ben şahsen, bu çalıştayın ve bu çalıştayı yapan siz değerli meslektaşlarımızın, düşüncelerinizle, önerilerinizle, eleştirilerinizle, tartışmalarınızla “akıntıya bir şeyler değil, çok şeyler katacağınızdan” eminim.

Size çalışmalarınızda başarılar diliyor, hepinize en içten saygılarımı sunuyorum.