ANAYASA VE ANAYASACILIK ÜZERİNE BİR DENEME

Abone Ol

İktidar/Yeni Bir Toplum Analizi” isimli kitabının “İktidarın Yola Getirilmesi” başlıklı XVII. Bölümünde Bertrand RussellKonfüçyüs ile ilgili şu anekdota yer verir: Thai Dağı’nın yanından geçerken, Konfüçyüs, bir mezarın başında acı acı ağlayan bir kadına rastlar. “Senin ağlaman acı üstüne acı çekenlerin ağlamasına benziyor” diyen Konfüçyüs, kadına neden ağladığını sorar. “Öyle” der kadın ve şöyle devam eder, “önce kocamın babasını bir kaplan öldürmüştü, sonra bir başka kaplan kocamı öldürdü, şimdi de oğlumu yine bir kaplan öldürdü.” Bunun üzerine Konfüçyüs, “O halde neden bu diyardan gitmiyorsun?” diye sorar. Kadın son derece kararlı ve bilinçli biçimde şu yanıtı verir: “Burada iktidar/hükümet baskısı yok da ondan.” Bunun üzerine Konfüçyüs şu yorumu yapar: “Unutmayın çocuklarım. Baskı yapan iktidarlar/hükümetler kaplanlardan daha dehşet vericidir.”

Dünya siyasi tarihi Konfüçyüs’ün bu tespitini doğrulayan pek çok örnekle doludur. Esasen “anayasa” dediğimiz kurumun icat edilmesinin nedeni de budur. Yani, kaplanlardan daha dehşet verici olan baskıcı iktidarların yola getirilmesi için “anayasa” denilen kuruma gereksinim duyulmuştur.

Devlet gücünün dizginlenmesi ve denetlenmesi için yararlanılabilecek teknikleri arama çabaları sonucunda doğan ve modernizmin ürünü olan anayasa kavramının özü, devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ve bu yolla siyasal alanda keyfiliğin önlenmesi, diğer bir yaklaşımla birey hak ve özgürlüklerini güvence altına almak amacıyla siyasi iktidarın sınırlandırılması düşüncesine dayanır.

Locke ile başlayıp Montesquieu ile bugünkü biçimini alan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi, iktidar temerküzünü önlemenin ve iktidarı sınırlandırmanın en etkili aracı olmakla, anayasacılığın da olmazsa olmazlarındandır. Öyle olduğu için 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. maddesi “Hakların güvence altına alınmasını sağlamayan, kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsenmeyen toplumlar, asla bir anayasaya sahip değildirler” hükmünü içerir.

İnsan/birey merkezli değil, devlet merkezli olan, “güçlü devlet, güçlü yürütme” anlayışı üzerine kurulu bulunan ve bu anlayışa işlerlik kazandırmak için kuvvetler ayrılığı ilkesini değil de, onun yumuşatılmış, sulandırılmış biçimi olan “kuvvetlerin işbirliği” ilkesini tercih eden ama daha sonra yapılan değişikliklerle bu özelliğini de yitiren ve sadece bir tek kişinin iradesine imkan veren bir düzenleme içeren mevcut anayasa, bu yönüyle anayasacılığın özüne aykırıdır. 

O nedenle ülkemizin, merkezine bireyi/insanı alan, demokrasimizin en önemli eksiklerinden olan demokratik ve hukuki meşruiyete sahip bir denetleme ve dengeleme mekanizması kuran, yani kuvvetler ayrılığını gerçekleştiren, birey hak ve özgürlüklerinin alanını genişleten yeni bir anayasaya gereksinimi vardır.

Anayasa özü ve işlevi itibariyle hukuki olmaktan daha çok siyasi alana ilişkin bir üst normdur. Bu normun her şeyden önce nötr, yani tarafsız olması, ideolojik olmaması gerekir. Marks’ın özlü deyimi ile bir ‘iktidar tezahürü’ olan ideoloji, aynı zamanda ‘hakikat tekeli’ iddiasında olan ve hemen her şeyi kapsayan siyasi bir inanç sistemidir.

Oysa ki, demokrasilerde hiç kimse hakikat tekeline sahip olmadığı gibi, herkesin kabul etmek zorunda olduğu bir ideoloji de yoktur. Dolayısıyla demokratik toplumlarda, çoğu ayrı ve farklı siyasi görüşlere sahip olan yurttaşların tamamı için tek bir ideoloji üzerine kurulu bir anayasa olamaz. Anayasa, tüm yurttaşlar için ortak bir siyasi ve hukuki mutabakat metni olmakla, siyasal/ideolojik yönden nötr olmak durumundadır.

O nedenle bir anayasanın, Sartori’nin de savunduğu “faydacı anayasa/çerçeve anayasa” olması, yani herhangi bir ideolojik tercihi yansıtmayan, siyasal/ideolojik yönden nötr olan, toplumun bütün sosyo-politik güçlerinin, iktidar sürecinin tanımlanan mekanizmalarına riayet ettiği, var olan kurumlarından yararlandığı, bu kurumların birbirleriyle rekabet edebilecekleri bir zemini kurduğu, siyasal sürecin sadece genel kurallarını düzenleyen bir anayasa olması ve aynı zamanda kısa olması gerekir.

Anayasanın, faydacı/çerçeve anayasa anlayışına uygun olarak, maddi anlamda hukuk kurallarından, diğer bir deyişle hukuki ilişkileri belirleyen ve değiştiren kurallardan oluşan bir anayasa olmaması; aksine maddi hukuk kurallarına yer vermeyen, sadece iktidar sürecinin işleyişiyle ilgili usuli kuralları düzenleyen ve dolayısıyla değişen ülke ve dünya koşullarına kolaylıkla uyarlanabilen şekli/usuli bir anayasa olması gerekir.

Günümüzün liberal/anayasal demokrasi anlayışının önemli özelliklerinden birisi katılımcılıktır. Katılımcılık, sadece isteyenin istediği siyasi partiye üye olması, seçmenlerin çoğunluğunun seçime katılması, oy kullanması, Meclis’te temsil edilmesi değildir. Hem bunlar, hem de sivil toplum kuruluşlarının/hükümet dışı kuruluşların, meslek kuruluşlarının, toplumun örgütlü diğer kesimlerinin kendilerini ilgilendiren, üzerinde uzmanlıkları, deneyimleri ve söyleyecek sözleri olan konularla ilgili yasaların hazırlanmasına eylemli ve etkili biçimde katılmaları demektir. O nedenle anayasanın siyasete en büyük oranda katılımı öngören günümüzün participator democracy/katılımcı demokrasi anlayışına uygun olması gerekir.

Savunma, iddia ve hükümle birlikte yargın kurucu unsurudur. Bu husus gözetilerek savunmanın ve onun örgütü olan baroların anayasada yargı bölümünde düzenlenmesi gerekir.

Hakimler Savcılar Kurulu’nun, anayasadaki kooptasyondan, yani kapalı bir kast sistemi üzerine kurulu olan yapıdan kurtulması, çoğulcu bir yapıya kavuşturulması, bu bağlamda ve öncelikle Adalet Bakanı ile Müsteşarının bu kuruldan çıkarılması ve bu suretle yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının yeniden tahkim edilmesi gerekir.

Anayasanın dilinin açık, anlaşılır, teknik deyimlerden olabildiğince arınmış, sadece anayasa uzmanları ve yüksek mahkeme yargıçları tarafından değil, sıradan vatandaşlarca da okunup anlaşılabilir içerikte ve yalınlıkta olması, gereksinim duyulduğunda anayasal sistem içinde değiştirilmesine izin vermeyecek derecede katı olmaması gerekir.

Anayasanın, 1982 Anayasası ve sonrasında yapılan değişikliklerle iyice katılaştırılan devletin pastoral ve yönlendirici iktidarına son vermesi, bilge Çetin Altan’ın nitelemesiyle devleti ‘teknik devlet’, yani vatandaşın günlük yaşantısını kolaylaştıran ve güzelleştiren devlet, diğer bir deyişle bir ‘hizmet organizasyonu’ olarak örgütlemesi ve onun memurunu da ‘halkın hizmetkarı’ yapması gerekir.        

Anayasanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu değerleri olan ve biri birinden soyutlanması mümkün olmayan, aksine bir bütün oluşturan üniter, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini benimseyen; insan haklarını korumayı temel hedef olarak gören ve bunu güvence altına alan; hakları ve özgürlükleri kısıtlayan, kullanılmasını engelleyen değil, hakları ve özgülükleri çoğaltan ve kullanılmasının önündeki engelleri kaldıran; demokrasi ve hukuk devleti konularında evrensel standartları yakalayan bir anayasa olması gerekir. 

Merkeziyetçi, hiyerarşik ve baskıcı 12 Eylül anlayışına ve ruhuna uygun olarak oluşturulan ve 39 yıllık uygulama süreci içinde görevini büyük ölçüde bu anlayışa ve ruha uygun biçimde yerine getiren Yüksek Öğretim Kurumu’nun, anayasada, yüksek öğretimle ilgili olarak sadece standart koyan, koyduğu standartları izleyen ve yüksek öğretim kurumlarının uygulamaları arasında birlik ve eşgüdüm sağlayan bir yapıya dönüştürülmesi ve böylece üniversite ve yüksek okulların idari, mali ve bilimsel yönden özerk olmaları sağlanmalıdır.

Anayasa yapım sürecinde dikkate alınması gereken  son bir söz, onu da Sartori söylüyor: “On Sekizinci ve On Dokuzuncu yüzyıl anayasa-yapıcıları anayasacılığın nihai amacını, telos’unu doğru anladıkları için onların anayasaları, anayasaların nasıl işleyeceği ve işlemesi gerektiği yolunda – sonuçsalcı bir vurgulamayla – yapılmıştı. Dolayısıyla bu anayasa-yapıcıları, doğal mühendislerdi. Ancak hukuki pozitivizm ve analitik hukuk bilimi, özellikle Avrupa ve Latin Amerika’da, tek kaygıları ve eğilimleri bir hukuk evreninin tümdengelimsel tutarlılığı olan anayasa hukukçusu kuşaklarını yetiştirdi. Onlara göre bir anayasa, aralarında sıkı ilişkiler bulunan bir direktifler, emirler ve yasaklar sisteminden başka bir şey olmadığı gibi, bütün diğer düşünceler hukuk dışı olmakla, bunların üzerinde durulmaması gerekir. Oysa gerçek şudur ki, hiçbir örgüt, uygun bir özendiriciler yapısı olmadan salt yasaklarla işleyemez; bu iktidar ve iktidarın örgütlendirilişi bakımından tümüyle doğrudur; çünkü burada yasakların kendi kendine yöneltildiği ve dolayısıyla emir ve yasakların kolayca eğilip büküldüğü veya göz ardı edildiği bir noktaya geliyoruz. Bu da, şu noktayı vurguluyor ki, devletin örgütlendirilmesi bütün diğer örgütlerden çok, bir ödüller ve cezalar, iyi özendiriciler ve korkutucu caydırıcılar yapısıyla ayakta tutulmak zorundadır. Öyleyse şu notla bitireyim: Anayasaların özendiricilerce izlendiği ve özendiricilerce desteklendiği düşüncesinden ne kadar uzaklaşırsak, anayasa yapımının mühendisliğe benzer bir görev olduğunu o kadar hatırlamak zorundayız. Yüzyıl önce anayasa mühendisliğinden söz etmek, lafı fazla uzatmak olurdu; ama bugün ondan söz etmek, unutmakta olduğumuz bir şeyi kendimize hatırlatmak demektir.