AHLAK VE AHLAKİ SORUMLULUK OLMADAN, OLMAZ!

Abone Ol

İnsanların en hayırlısı, ahlakı en güzel olandır.’ Hazreti MUHAMMED (s.a.v)

...

Pek çok dahi gibi değeri ölümünden sonra anlaşılan sıra dışı insanlardan birisi de Alman sosyolog Norbert Elias’dır. ‘Uygarlaşma Süreci’ adıyla Türkçeye çevrilen ‘The Civilizing Process’ isimli eserinde Elias, insan doğasının toplum hayatı tarafından değiştirildiğini ve biçimlendirildiğini, insanın ve insanlığın karmaşık bir psikolojik ve sosyolojik etkileşim sürecinden geçerek uygarlaştığını ileri sürer.

Norbert Elias, okunmaya değer bu kitabına ‘Uygarlık tamamlanmamış bir süreçtir’ sözleriyle başlar ve ‘Bireylerin ve toplumların geleceği belirsizdir. Nihai ve kesin olan hiçbir şey yoktur’ diyerek bitirir. Elias’ın bu başlangıç ve sonlandırma cümlelerine göre, kader yoktur, böyle gelmiş böyle gider anlayışı yanlıştır, insan kendi bireysel kaderini ve ait olduğu toplumun geleceğini belirleyebilir ve biçimlendirebilir. İnsanın bunu yapabilmesi, içinde bulunduğu koşulların oluşmasına neden olan etkenleri bilmesine, bunların gelişme sürecini incelemesine ve belirlemesine, buna göre geleceği planlamasına ve o plana göre hareket etmesine bağlıdır.

Elias yukarıda yer verdiğim tespit ve görüşlerini, daha henüz Türkçeye çevrilmemiş olan ‘The Fishermen in the Maelstrom, Involvement and Detachment/Girdaptaki Balıkçı-Katılma ve Ayrılma’ isimli kitabında daha da somutlaştırır. Elias’ın bu kitabının ilham kaynağı ve referansı Amerikalı şair ve öykü yazarı Edgar Allan Poe’nun, ‘A Descent into the Maelström/Girdaba İniş’ isimli öyküsüdür.

Poe, bu öyküsünde girdaba yakalanan, ikisi korkuyla paralize olan ve hiçbir şey yapamadan ölen, üçüncüsü ise yuvarlak nesnelerin daha yavaş battığını fark ederek, bir varilin içine giren balıkçının hayatta kalabilmek için verdiği mücadeleyi ve bu felaketten kurtuluşunu anlatır. Poe’nun bu öyküsünü yorumlayan Elias, çıkışı olmayan bir durumla nasıl baş edebileceğimizi ve bu durumdan nasıl kurtulabileceğimizi göstermeye çalışır.

Elias’a göre Poe’nun öyküsünde hayatta kalan balıkçı: ‘daha serinkanlı düşünmeye başlamış; geriye yaslanarak o anki düşüncelerini kendisinden uzaklaştırarak kendisine belli bir mesafeden bakmış; böylece içinde bulunduğu duruma odaklanarak kendi korkusunu denetimi altına almış; durumun özelliğini incelemiş; buna göre yapacaklarını belirleyerek bir kaçış yolu planlamış ve bu yolu izleyerek kurtulmuştur.’  

Balıkçının kurtulmak için geliştirdiği ve uyguladığı bu yöntem, yani önce kendisini, şartları ve süreci kontrol etmesi ve bunlara göre bir kurtuluş yolu belirlemesi doğru ve akıllıcadır. Zira bunların tamamı birbirine bağlı ve bağımlı, biri diğerinin tamamlayıcısı olan süreçlerdir.

Elias’ın, Poe’nun bu öyküsünü yorumlama şekli az yukarıda açıkladığım ‘Uygarlık Süreci’ isimli eserinde anlattığı ‘kader yoktur, böyle gelmiş böyle gider anlayışı yanlıştır, insan kendi bireysel kaderini ve ait olduğu toplumun geleceğini belirleyebilir ve biçimlendirebilir, yeter ki içinde bulunduğu koşulların oluşmasına neden olan etkenleri bilsin,  bunların gelişme süreçlerini incelesin, geleceği buna göre planlasın ve o plana göre hareket etsin’ şeklindeki anlayışına uygundur.

Buradan hareketle gelmek istediğim esas nokta, toplumuzda egemen olan ‘biz eskiden böyle değildik, şimdi neden böyle olduk’ anlayışıdır. Son söyleyeceğimizi ilk önce ve hemen söyleyelim: biz bugün bulunduğumuz yere öyle durup dururken gelmedik.  Eskiden de böyleydik!

Bunun böyle olduğunu 1806-1907 yılları arasında yaşayan Osmanlı Vak’anüvisti, yani tarihçi Ahmed Lütfi Efendi,  sekiz ciltlik büyük eseri ‘Vakanüvis Ahmed Lütfi Efendi Tarih-i Osmanlı’ isimli kitabında anlatıyor. Ve şöyle diyor: ‘Osmanlı bürokrasisi, bireysel hamilik kurumuna dayanırdı. Öyle olduğu için üst düzey Osmanlı bürokratlarının iki hedefinden birincisi, rakiplerini temizlemek, ikincisi ise, çevresini başta arkadaş ve akraba ile emir almaya ve itaat etmeye alışık insanlarla doldurmaktı. Fitne ve fesat ile çekemezliğin siyasi refleks haline geldiği, buna bağlı olarak hizipleşmenin egemen olduğu o yapıda, önce ilişkiler, daha sonra ve özellikle Abdülhamit döneminde yönetimin kendisi otoriterleşti. Osmanlı toplum yapısına egemen olan bu maneviyat buhranı, toplumu çürüttü ve sonunda çökertti.

Geçmişten tevarüs ettiğimiz bu siyasi ve bürokratik yapı, günümüzde de aynen işliyor. Bunun böyle olduğu, sadece iktidar partisi ve çevresinde değil, ne yazık ki, aynı şekilde ve aynı yöntemlerle muhalefet partilerinde de görülüyor. Onun için günün iktidarından yakınanlar, memnun olmayanlar, muhalefet partilerine de umutla bakmıyorlar ve onlara sarılmıyorlar. Ülkemiz demokrasisi de esasen bu noktada tıkanıyor.

Osmanlı’nın çöküşünde olduğu gibi, liyakatin terk edildiği, yalanın, iftiranın, cehaletin, fitne ve fesadın, liyakatsiz, kalitesiz, niteliksiz ölçütlerin ve adamların, bizden olsun, bizim olsun anlayışı üzerine kurulu tercihlerin egemen olduğu toplumlarda, ciddi boyutta bir maneviyat buhranı vardır. Ve bu buhran başta siyaset kurumu olmak üzere toplumun her kademesini, her türden ilişkiyi ve işleyişi sarıp sarmalamakta, insanları ve toplumları içten içe çürütmekte, eksiltmekte ve tüketmektedir.

Esasen insanın ve toplumun en dayanaksız yönü, en zayıf özelliği maneviyat buhranı yaşarken gösterdiği çözülmedir. Maneviyat buhranının ve bu buhrana dayalı çözülmenin olduğu toplumlarda, bir yandan ‘inanç ve değerler sistemi’ üzerinde kavga yaratılırken, diğer yandan ‘ahlak sistemi’ bozulur.

Ahlak sisteminde oluşan bozulma ve çürüme ile birlikte, toplumun sağduyusu köreltilir, sevgiye, saygıya, tevazuya dayanan terbiye bozulur, toplumsal dayanışma refleksi, demokrasiyi diri tutan protesto hakkı yok edilir, bunların oluşturduğu boşluğu öfke ve nefret doldurur. Buna bağlı olarak bireysel şiddet giderek tırmanmaya başlar. Kadınları, çocukları, hayvanları ve doğayı hedef alan şiddet yoğunlaşır.

İnanç ve değerler sisteminde yaratılan kavga ile ahlak sisteminde oluşturulan bozuk düzen, beraberinde kişi karakterinin aşağılanmasını getirir. Gerçeği söyleyenler, doğru ve iyi olanı yapanlar, başarılı olanlar zora sokulur. En ahlaklı kişilerin bile bilinçaltı arzuları bulunup masumiyetleri kirletilir. Saf zihinler, küçük tuzaklarla, iftiralarla, dedikodularla aldatılır. Toplum terörize edilerek sindirilir. Bütün bunlar, inanç ve ahlak sisteminde başlayan çözülmenin siyasi iktidarda vücut bulan tezahürleridir. Kötülüğün egemen olması, iyilerin hiçbir şey yapamaması bundan dolayıdır.

Aklın kurnazlıklarıyla, kurnazlaşmış aklın hesaplayıcı ve kural koyucu çabalarıyla, yönetme mevkinde olanların gerçeği gizlemeye ve saptırmaya yönelik algı yönetimleriyle, hamaset söylemleri ve gösterileriyle bu maneviyat buhranının aşılamayacağı, toplumsal ve ekonomik sorunların çözümlenemeyeceği, ahlaki yozlaşmanın, inanç ve değerler sistemindeki çürümenin önüne geçilemeyeceği aşikardır. Zira ahlak kurnaz aklın elinde güvende değildir. Akıl her ne kadar doğru kararlar almak için gerekli ise de, bunun için önce aklı özgürleştirmek, kurnazlıklarından arındırmak ve bunun içinde onu terbiye etmek gerekir. Bu ise ancak ahlakı ve ahlaki sorumluluğu egemen kılmakla mümkün olur. Esasen ahlaka ve ahlaki sorumluluğa dayanmayan hiçbir inancın, hiçbir dini akidenin ve inancın,  hiçbir ideolojinin değeri, insana ve topluma yararı yoktur. Onun için ahlakla ve ahlaki sorumlulukla ilişkisini kesen kurnaz aklın yürüyüşünün sonu, ahlaklı olma yeteneğinin yitirilmesi anlamına gelen ahlaki nihilizme varır.

Oraya varmamak için her şeyden önce ‘Anything Goes/Her Şey Uyar/Her Şey Mübah’ sloganı üzerine kurulu olan, kendisini hakikat karşıtlığında bir pozisyona yerleştiren ve o nedenle relativizm ile kol kola gezerek hakikatin mezarını kazan postmodernizmin çocuğu ahlaki nihilizme dur demek, ahlakı, ahlaki sorumluluğu egemen kılmak gerekir.

Bunu yapabilmek için ise, Elias’ın işaret ettiği Poe’nun hayatta kalan balıkçısı ve oyun kuran bir satranççı gibi geriye yaslanarak serinkanlılıkla düşünmemiz, korkularımızı kontrol altına almamız, kendimize belli bir uzaklıktan ve ironiyle bakmamız gerekir.

Böyle yaparsak, yapabilirsek eğer, kusuru ve sorumluluğu başkalarına yükleme kolaylığından ve kurnazlığından vazgeçip bizzat üstlenebilirsek eğer, oturup nerede hata yaptık diye kendimizi gözden geçirebilirsek eğer, evrensel bir değer olan ahlakı egemen kılar, ahlaki sorumluluğun gereklerini yapabilirsek eğer, işe önce kendimizi düzeltmekten başlayabilirsek eğer, işimizi iyi yapmaya odaklanırsak eğer, kişileri ve olayları konuşmayı bırakıp fikirleri tartışabilirsek eğer, her işimizde ve ilişkimizde adil olursak eğer, tek adam ve parti devleti sistemi yerine parlamentoyu ve demokrasiyi yeniden ihya ve inşa edebilir, hukuku, hukuk devletini ve hukuk güvenliğini eksiksiz kurabilirsek eğer, aşılamayacak zorluk, çözülemeyecek sorun yoktur.

Son bir söz! Onu da ‘You Can’t be Neutral on a Moving Train/Hareket Eden Trende Tarafsız Olamazsınız’ isimli özgün eserinde Amerikalı tarihçi, akademisyen ve aktivist Howard Zinn söylüyor:  ‘Kötü zamanlarda umutlu olmak budalaca bir romantiklik değildir. Böyle bir umuda sahip olmak, insanlık tarihinin sadece zalimliğin tarihi olmasına değil, aynı zamanda merhamet, özveri, cesaret ve nezaketin tarihi olmasına dayanır.

Yaşadığımız zamanın kötü olmasına rağmen, umutlu olmamın nedeni temelde iyimser bir insan olmamdan dolayı değildir. İnsanın ve insanlığın tarihinin zalimlikten daha ziyade merhametin, özverinin, cesaretin, nezaketin tarihi olmasından ve benim de kendime bunları referans almamdan dolayıdır.