‘Düşünce sisteminin bir gerçeği olarak adalet, sosyal kurumların en önde gelen erdemidir.’ John Rawls
Sadece hukuk bilimi ve hukuk felsefesinin inceleme alanı ile sınırlı olmayan, genel felsefe, siyaset bilimi ve hatta iktisat gibi sosyal disiplinlerin de incelediği bir kavram olan adalet teorisi, düşünce tarihinin üzerinde en fazla durduğu ama tanımlanması hususunda tam olarak bir uzlaşma sağlayamadığı en tartışmalı konularından birisidir..
Öyle ki, Platon’un felsefesinde adalet kavramı, gerçek bir olgudan daha ziyade bir düşünce, bir ide ve dolayısıyla aşkın bir kavram olarak hukukun nihai amacı ve uygunluk ölçütüdür.
‘Nikemakhos’a Etik’ isimli eserinde adaleti, kendi amacını kendi içinde taşıyan bir erdem olarak tanımlayan Aristoteles’e göre, dar anlamda adalet, erdemin özelliği ve niteliği gereği eşitlik temeline dayanır. Yine adaleti ‘dağıtıcı adalet’ ve ‘denkleştirici/düzeltici adalet’ olarak ikiye ayıran Aristoteles’e göre, dağıtıcı adalet, kişilerin yetenekleri, gereksinimleri, topluma olan katkıları oranında şan, şeref, statü ve servet sahibi olmalarını ve adaletin bunlara göre dağıtılmasını öngörür. Aristoteles’in suç ve ceza ekseninde tanımladığı ve hak kavramı ile ilişkilendirdiği denkleştirici/düzeltici adalet ise, günümüzdeki karşılığı ile ‘kanun önünde eşitlik’ ilkesi gereği, her bir kişinin bir diğerinden farklı tutulmaksızın eşit muamele görmesi demektir.
Metodolojik bireycilik odaklı olan, o nedenle bireyi merkezine alan, sosyal adalet ilkesini reddeden klasik liberalizm; sosyal süreçleri, sınıf farklılıklarını, bu farklılıkların bireyin lehine veya aleyhine doğurduğu sonuçları, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri ahlaki yönden sorgulamayan prosedürel/usulü adalet ilkesini savunur ve sadece bireylerin davranışlarını adalet açısından değerlendirmeye tabi tutar.
Evrensel bir adalet anlayışını destekleyen doğal hukuk anlayışına göre adalet, insan vicdanında yaşayan ve hukukun en yüksek idealini oluşturan bir düşüncedir. Romalı ünlü hukukçu Ulpianus’a göre adalet, aynı zamanda doğal hukukun da ilkeleri arasında olan ‘onurlu yaşamak, başkalarına zarar vermemek ve herkese hakkı olanı vermektir.’
Soyut adalet düşüncesi ve tanımı yapmak yerine, dağıtım süreçleri ve kalıpları üzerinde duran Marksizme göre, göreceli bir nitelik taşıyan adalet kavramı, hukuki elbise giydirilmiş bir ideolojiden ibarettir. Bu ideoloji egemen sınıfın çıkarlarının korunmasına, işçi sınıfının sömürülmesine, kurulu düzenin sürdürülmesine hizmet eder. Adaletin, gelirin ve servetin adil dağıtımının gerçekleşmesinin, ancak emeğin özgürleşmesi ile mümkün olacağını savunan Marks, ‘Gotha Programı’nın Eleştirisi’ isimli eserinde, adalet kavramını dağıtıcı adalet temelinde inceler ve adil bir dağıtımın nasıl mümkün olacağı hususu üzerinde durur.
Pozitif hukuk olmadan adaletle ilgili bir değerlendirme yapılamayacağını ileri süren hukuksal pozitivizme göre, adalet tarihsel olarak pozitif hukuktan sonra gelir.
Saf Hukuk Teorisi’nin kurucusu ve normlar hiyerarşisinin mucidi olan Avusturya asıllı Amerikalı hukukçu Hans Kelsen’göre adalet kavramı, siyasal ve ahlaksal bir içeriğe sahiptir ve o nedenle adaletle ilgili objektif bir değerlendirme yapılması mümkün değildir.
Yirminci yüzyılda adalet kavramı üzerinde düşünen ve yazan en önemli düşünür, Amerikalı siyaset bilimci ve hukukçu John Rawls’dur. Rawls’un en önemli eseri olan ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli kitabında tanımını yaptığı ‘hakkaniyet olarak adalet’ kavramı, Aristoteles’in az yukarıda kısaca tanımını yaptığımız ‘dağıtıcı adalet’ kavramı ile çok büyük benzerlikler taşır.
Rawls, 1971 yılında yazdığı bu önemli eserinde, bireysel farklılıkları göz önünde tutarak gelir ve servet dağıtımının adil bir şekilde yapılmasını, ismini kendisinin koyduğu ve geliştirdiği ‘hakkaniyet olarak adalet’ temelinde inceler.
Günümüzde en önemli sorunu hukuk, adalet, daha doğrusu hukuksuzluk ve adaletsizlik olan, olağanüstü halin olağan hale geldiği, Kanun Hükmünde Kararnameler ile haksızlığa uğrayan, işinden ve aşından olan çok sayıda insanın hak ve adalet aradığı ama bulamadığı ülkemizde, bu konular üzerinde düşünenlere, yazanlara ve duyarlı olanlara yararlı olur düşüncesiyle, Türkçeye benim tercüme ettiğim ve Phoenix Yayınevi tarafından yayınlanan John Rawls’ın ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli kitabının ‘Hakkaniyet Olarak Adalet’, ‘Adaletin Rolü’, ‘Adaletin Konusu’, ‘Adalet Teorisinin Ana Fikri’ başlıklı bölümlerini aşağıda sunuyorum. Okuyalım;
Hakkaniyet Olarak Adalet
Bu kısımda, kendi geliştirdiğim adalet teorisinin ana fikirlerini taslak olarak sunacağım. Sunumum biçimsel olmayıp daha sonra ayrıntılı olarak yapılacak olan argümanlara ulaşmayı amaçlayan bir hazırlıktır. Bu incelemem ile daha sonra yapacağım incelemeler arasında kaçınılmaz olarak bir örtüşme vardır. İncelememe, toplumun temel yapısındaki adalet öznesinin kısa bir değerlendirmesini yapmakla ve toplumsal işbirliğinde adaletin işlevini tanımlamakla başlayacağım. Daha sonra geleneksel sosyal sözleşme kavramına daha yüksek düzeyde soyutlamalarla ulaşmak ve adalet teorisini genelleştirmek için hakkaniyet olarak adalet fikrinin ana hatlarını sunacağım. Toplumun yoğunlaşan yapısı, adalet ilkeleri üzerine olan orijinal anlaşmanın öncülük ettiği başlangıç durumunun belirli usulü sınırlamalarının şekil verdiği argümanlarıyla yer değiştirmiştir. Yine çelişkileri gidermek ve bunlara açıklık getirmek amacıyla adaletin geleneksel faydacılık yönüyle kurumsal yönünü ele alacağım ve bu görüşler ile hakkaniyet olarak adalet kavramı arasındaki farklılıkları inceleyeceğim. Esas amacım felsefi geleneğimize uzun zamandan bu yana egemen olan bu doktrinlere karşı geçerli bir seçenek oluşturacak bir adalet teorisi üzerinde çalışmaktır.
1- ADALETİN ROLÜ
Düşünce sisteminin bir gerçeği olarak adalet, sosyal kurumların en önde gelen erdemidir. Ne kadar iyi düzenlenmiş ve verimli olurlarsa olsunlar, kanunların ve kurumların adil olmamaları durumunda yürürlükten kaldırılmalarında veya değiştirilmelerinde olduğu gibi, eğer bu görüş doğru değil ise, seçkinci ve ekonomiksel teorinin reddi gerekir. Eğer adalet, bir bütün olarak toplumun refahını sağlayamayacak ise, hiç kimse adalet üzerindeki bozulmalara sahip çıkmamalıdır. Zira adalet, başkalarıyla paylaşılan daha büyük bir iyi için hak olarak kabul edilen özgürlük kaybını reddeder. Adalet, daha fazla sayıdaki insanın lehine olan ve ağırlığını onlar için koyan özverinin dayatılmasına izin vermez. Bundan dolayı, adil bir toplumda yurttaşların eşit özgürlükleri çözüme kavuşturulmuş olmalıdır. Adalet tarafından korunan haklar, sosyal menfaatlerin hesaplanmasına veya siyasal pazarlıklara konu olmamalıdır. Bize bu konuda izin verecek yegane şey, bir teori içindeki hatanın daha iyi olandan eksik olmasına rıza göstermek olmalıdır. Aynı şekilde, adaletsizlik, sadece daha büyük bir adaletsizlikten kaçınmak için hoş karşılanmalıdır. İnsani faaliyetlerin birincil erdemleri olan hakikatten ve adaletten asla ödün verilmemelidir.
Bu önermeler, adaletin önceliğine ilişkin olan bizim sezgisel kanaatimizin bir açıklaması olarak görülebilir. Elbette bunlar oldukça güçlü biçimde ifade edilecektir. O nedenle, her olayın temelinde, bu veya buna benzer tartışmaların seslendirilip seslendirilmeyeceğini, eğer seslendirilecek ise bunlara değer verilip verilmeyeceğini incelemek istiyorum. Bu iddiaların yorumlanmasının ve bunlara değer verilmesinin ışığı altında ve bu amaçla bir adalet teorisi üzerinde çalışılması gerektiğine inanıyorum. Onun için bu çalışmaya adalet ilkelerinin işlevini inceleyerek başlayacağım. Fikirleri sabitlediğimizi, toplumun az ya da çok kişisel doyuma ulaşmış kişilerin birlikteliğinden oluştuğunu, bu kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinde belirli davranış kurallarını ve bunların bağlayıcılığını kabul ettiklerini ve yine bu kişilerin önemli bir kısmının bu kurallara uygun davrandıklarını varsayalım. Daha ötesini, bu bağlamda, bu kuralların bir işbirliği sistemi ve bu sistemin içinde yer alanların iyiliği için düzenlendiğini düşünelim. Daha sonra, toplumun iki taraf lehine olan bir işbirliği girişimi içinde olmakla birlikte, bunun menfaat kimliği tarafından olduğu kadar, bir çatışma tarafından da tipik olarak işaretlendiğini kabul edelim. Kuşkusuz her insan kendi kişisel çabasıyla tek başına yaşayabilir. Ama yine de, sosyal işbirliğinin kurulduğu andan itibaren ve daha iyi bir hayat yaşayana kadar, insanların tamamının arasında kimlik çıkarları konusunda bir çatışma vardır ve bu çatışma her zaman olacaktır. Kendi amaçlarını aramayı sürdürmek için daha küçük bir pay yerine, daha büyük bir payı tercih eden her insanın, işbirliği içinde olmanın ürettiği büyük menfaatlerin dağıtılmasına kayıtsız kalmayacağı noktaya kadar bu menfaat çatışması devam edecektir. Avantajların bölüşülmesini belirleyen değişik sosyal düzenlemeler arasında seçim yapılabilmesi ve payların orantılı olarak dağıtıldığı bir anlaşmanın bağıtlanması için bir dizi ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilkeler sosyal adalet ilkeleridir. Bu ilkeler, sosyal işbirliğinin getirdiği yüklerdir ve bunlar menfaatlerin uygun biçimde dağıtılmasını tanımlarlar ve yine toplumdaki temel kurumlar içindeki hakların ve ödevlerin tahsis edilmesinin yolunu bu ilkeler sağlar.
Bu noktada, sadece üyelerinin lehine olarak değil, aynı zamanda kamusal adalet kavramı tarafından da etkili biçimde düzenlenen bir toplumun iyi düzenlenmiş bir toplum olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle, bu toplum (1) herkesin adaletin aynı ilkelerini başkalarının da kabul ettiğini bilen ve kabul eden; (2) bu ilkelerin temel toplumsal kurumlarca genellikle tatmin edildiği ve bunun genel olarak bilindiği bir toplumdur. İnsanların başkalarından aşırı talepte bulunduğu böyle bir durumda, insanlar, kendi iddialarının karara bağlanmış olduğunu ve bu konuda ortak bir görüşün oluştuğunu yine de bilmezler. Eğer insanların kişisel çıkar eğilimleri başkalarına karşı uyanık olmalarını gerektiriyorsa, kamusal adalet duygusu onlara, güvenli birlikteliğin hep beraber yapılmasının gerekli olduğunu söyler. Bir adalet kavramını, farklı amaçları ve hedefleri olan insanlar kendi aralarında paylaştıklarında, bu sivil bir dostluk bağının kurulmasını sağlar ve adalet için olan bu genel arzu başkaca aşırılıkların peşinden gidenleri sınırlar. Bu durumdaki bir kişi, iyi düzenlenmiş insan birlikteliğinin kamusal adalet kavramının temel şartını oluşturduğunu düşünür.
Neyin adil, neyin gayri adil olduğunun genel olarak tartışmalı olduğu toplumlar, elbette bu anlamda nadiren iyi düzenlenmiş toplumlardır. İnsanlar, hangi ilkelerin, birlikteliklerinin temel koşullarını tanımladığı hususunda her zaman aynı fikirde değildirler. Ama öyle de olsa biz onların her birinin hala bir adalet kavramına sahip olduklarını söyleyebiliriz. Bu durum, onların sosyal işbirliği yükümlülüğünün ve menfaatlerin orantılı olarak dağıtılmasının belirlenmesinde yer almaları, temel hakların ve yükümlülüklerin tahsisi konusundaki özellikli ilkeleri oluşturmaları ve bunu kabullenmeye hazırlanmalarından dolayı anlama ihtiyacı içinde bulunmaları nedeniyledir. O nedenle, değişik kavramların, oluşturulan değişik ilkelerin işlevinin kesin olarak ifade edilmesinde, adalet kavramının değişik adalet anlayışlarından farklı olduğunu ortaklaşa düşünmek doğal görülebilir. (1) O nedenle, farklı adalet kavramlarına sahip bulunanlar, kuralların sosyal hayatın lehine olan rekabetçi iddialar arasında uygun bir denge belirlediği ve yine temel hak ve yükümlülüklerin insanlar arasında tahsis edilmesinde keyfi bir yaklaşım içinde olunmadığı durumlarda kurumların adil oldukları konusunda aynı görüşte olabilirler. İnsanlar, adalet kavramının keyfi bir farklılık içinde olmaması, uygun bir denge nosyonunu içermesi, kabul ettikleri şekliyle adalet ilkelerini yorumlamalarına imkan verilmesi durumunda, adil kurumların bu şekilde açıklanması konusunda anlaşabilirler. İnsanlar arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların, bunlarla bağlantılı olan hak ile ödevlerin ve yine hangi avantaj farklılığının uygun olduğu belirlenebildiği takdirde, bu ilkeler birbirlerinden ayırt edilebilir. Bu durumda, adaletin bu ve değişik diğer kavramları arasındaki farklılık açıkça önemli bir mesele oluşturmaz. Bu sadece sosyal adaletin rolünün teşhis edilmesine yardımcı olur.
Bununla birlikte, adalet kavramı içindeki bazı anlaşma ölçüleri, insan topluluğu için tek başına geçerli ve öncelikli olarak gerekli değildir. Özellikle eşgüdüm, verimlilik, istikrar gibi başkaca temel sosyal sorunlar vardır. O nedenle, bireylerin planları birlikte olmalarını gerektirir ve böylece onların faaliyetleri bir diğeriyle rekabet eder ve hiç kimse olmasa da onlar meşruiyet beklentilerini hep birlikte ve ağır bir hayal kırıklığı olarak taşırlar. O nedenle, bu planlar adaletle uyumlu ve verimli yollarla yürütülmeli ve sosyal amaçların başarılı olmasına önderlik etmelidir. Son olarak sosyal işbirliği planı da istikrarlı olmalıdır. Az ya da çok düzenli, uyumlu ve temel kurallara bağlı olarak hareket etmeye istekli olmalıdır. Müdahaleler olduğunda daha ileri ihlalleri önlemek, düzenlemeleri onarmak hususunda istekli olan istikrarlı güçler bulunmalıdır. Şimdi yeri gelmiş iken işaret etmek gerekir ki, bu üç sorunun da adaletle bağlantılı olduğu aşikârdır. Neyin adil, neyin gayri adil olduğu hususundaki anlama ölçülerinin eksik olması durumunda, bireylerin karşılıklı olarak yararlı düzenlemelerini korumayı sağlamak için planlarını etkili şekilde koordine etmeleri son derece zordur. Güvenmeme ve gücenme sivillik bağlarını paslandırır, kuşku ve düşmanlık insanları başka zamanlarda yapmaktan kaçınacakları hareketleri yapma konusunda baştan çıkartır. Dolayısıyla adalet kavramlarının farklı rolü, temel hak ve yükümlülükleri kesin olarak belirtir ve uygun dağıtım oranlarını belirlerken, kavramın içindeki bir yol, bunu verimliliğin, eşgüdümün ve istikrarın getirdiği sorunların etkisini sınırlandırarak yapar. Biz, genelde adalet kavramını sadece onun dağıtıcı rolüyle takdir edemeyiz. Ne var ki adalet kavramının belirlenmesinde bize faydalı olacak olan rol de budur. Adalet kavramının geniş bağlantılarını dikkate almalıyız. Her şeye rağmen adaletin belirli bir öncüllüğü vardır. Kurumların en önemli erdemi adalet olmalıdır. Adalet dışında kalan değerlerin eşit olduğu hala doğrudur. Bir adalet kavramı bir diğerine, onun daha geniş sonuçlar doğurması arzu edildiği zaman tercih edilebilir.
2- ADALETİN KONUSU
Pek çok şeyin adil veya gayri adil olduğu söylenebilir: Bu sadece kanunlar, kurumlar, sosyal sistemler için değil; fakat aynı zamanda kararların, hükümlerin, ithamların da dahil bulunduğu bir çok çeşit özel aksiyon için de söylenebilir. Yine biz, kişilerin davranışlarını ve tasarruflarını adil ve gayri adil olarak seslendiririz. Kişiler de kendi davranışlarının ve tasarruflarının adil ve gayri adil olduğunu belirtirler. Konumuz bundan dolayı sosyal adalettir. Bize göre adaletin birincil konusu toplumun temel yapısıdır. Daha kesin olarak söylemek gerekir ise, büyük kurumların temel hakları ve ödevleri dağıtmada ve yine sosyal işbirliğinden doğan avantajların bölünmesinin belirlenmesinde takip ettiği yol adalet üzerine kuruludur. Benim büyük kurumlardan anladığım siyasal anlamda anayasa, ekonomi ilkesi ve sosyal düzenlemelerdir. Bu nedenle düşünce özgürlüğünün, vicdan özgürlüğünün, rekabetçi pazarların, üretimin aracı olarak özel mülkiyetin, tek eşli ailenin hukuken korunması büyük sosyal kurumların somut örnekleridir. Bunları tek bir proje olarak ele aldığımızda, insanların haklarını ve ödevlerini tanımlayan, hayata dair beklentilerini etkileyen, ne olmayı beklemeleri, nasıl yapmayı umut etmeleri gerektiğini söyleyen şeyin bu büyük kurumlar olduğunu görürüz. Temel yapı, adaletin asıl konusudur; çünkü onun etkileri çok derindir ve bu yapı başlangıçtan itibaren vardır. Buradaki sezgisel nosyon, bu yapının değişik sosyal durumlarının ve değişik koşullarda doğan insanların hayata dair farklı beklentilerinin ekonomik ve sosyal durumlar tarafından belirlendiği kadar ve kısmen siyasal sistem tarafından da belirlenmesidir. Toplumsal kurumlar başkaları üzerinden olan belirli başlangıç yerlerini ancak bu şekilde hoş görürler. Bunlar özellikle derin eşitsizliklerdir. İnsanlar liyakat ve hak etme nosyonlarını kullanarak bir doğrulamada bulunmadan, bu kurumlar kapsayıcı olamazlar ama yine de bu kurumlar insanların hayatlarındaki değişikliklerin başlangıcını etkilerler. Sosyal adaletin ilk aşamadaki uygulamasında, sanırım bu eşitsizlikler herhangi bir toplumun temel yapısı içinde kaçınılmazdır. Bu ilkeler, daha sonra siyasal anlamda anayasanın seçimini ve yine ekonomik ve sosyal sistemin en önemli unsurlarını düzenlerler. Sosyal bir sistemin adalet tasarısı esas olarak, toplumun değişik kesimlerindeki ekonomik fırsatlar ile sosyal şartlara ve yine temel hak ile ödevlerin ne şekilde tahsis edildiğine bağlıdır.
İncelememizin alanı iki yol ile sınırlıdır. Ben öncelikli olarak adalet sorununun özel durumuyla ilgileniyorum. O nedenle, genel anlamda ulusların adalet sistemlerinin işleyişini ve devletlerarası ilişkiler hariç adalet kurumlarını ve bunların sosyal pratiklerini incelemeyeceğim (§58). Ama eğer birisi adalet kavramının uygulanmasına, bir şeylerin bölüştürülmesinin lehe veya aleyhe olduğu varsayımıyla yaklaşacak olursa, o durumda adalet kavramının sadece o şekilde uygulanmasıyla da ilgilenmemiz gerekir. Esasen her durumun mevcut temel yapısı bağlamında, ilkelerin her zaman tek başına tatmin edici ve zamanın ötesinde olduğunu varsaymak için herhangi bir neden yoktur. Bu ilkeler, özel kuruluşların ya da daha az kapsayıcı sosyal grupların kuralları ve uygulamaları için işlemiyor olabilir. Bu ilkeler, gönüllü işbirliği düzenlemeleri veya sözleşme anlaşmaları yapma yöntemleri için belki iyi olabilir ama günlük hayatın örf ve adetleri ile değişik gayri resmi toplantılar için konu dışı kalabilir. Bu özel durumun anlamı açıktır ve o nedenle bu özel durum herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duymaz. Ulusların hukukunun koşulları, bazı farklı yollarla oluşur. Bir süre için diğer toplumlardan izole olmuş kapalı bir sistem olarak tasarlanmış olan toplumun temel yapısı için kabul edilebilir bir adalet kavramını formüle etmek eğer mümkün olursa ben bundan tatmin olmuş olacağım. Bu durumla ilgili olarak sahip olduğumuz sağlam teori konjonktüre uygundur. Öyle olduğu için de adaletin arta kalan sorunları, onun ışığı altında daha izlenebilir şekilde kanıtlanabilir. Böyle bir teori elverişli değişikliklerle bazı sorunları çözmek için anahtar işlevi görmeyi sağlamalıdır.
İncelememizin diğer sınırlaması, benim üzerinde daha çok çalıştığım iyi düzenlenmiş bir toplumu şekillendiren adalet ilkeleri üzerinedir. Herkesten adil hareket etmesi ve kendi alanı içinde adil kurumların devamını destekleyecek şeyleri yapması beklenmelidir. Hume’un işaret ettiği gibi adalet, ihtiyatlı, kıskanç bir erdem olmakla birlikte, biz hâlâ adil bir toplumun mükemmelliğinin neye benzediğini soruyor olabiliriz. (2) O nedenle, öncelikli olarak kısmen uyma/itaat teorisinin tam tersi olan ve katı uyum olarak isimlendirdiğim hususu inceleyeceğim (§§25,39). Daha sonra bizim adaletsizlikle nasıl uğraşmamız gerektiğine hükmeden ilkeler üzerinde çalışacağım. Bu çalışma, ceza teorisi, haklı savaş doktrini, gayri adil yönetimlere muhalefet etmenin değişik yolları olan ve devrimden militan direnişe kadar sıralanan sivil itaatsizliğin ve vicdani reddin haklılaştırılması gibi konuları kapsamaktadır. Yine onarıcı adalet ve kurumsal adaletsizliğin bir şeklinin bir diğer şekliyle tartılması gibi sorunlar da bu çalışma kapsamında incelenecektir. Uyma/itaat teorisinin kısmi problemlerinin meseleleri baskılamak ve kaçınılmazlaştırmak olduğu açıktır. Bunlar günlük hayatımızda karşı karşıya geldiğimiz şeylerdir. İdeal teoriyle başlamamın nedeni, bu daha baskılayıcı problemlerin sistemli olarak yegane kavranma temelini bunun sağlayacağına inanıyor olmamdandır. Sivil itaatsizliğin incelenmesi mesela, buna bağlıdır (§§55-59). O nedenle ve en azından, ben, her yönüyle mükemmel olan adil bir toplumun amaçlarının ve doğasının adalet teorisinin temel yapısı olduğunu ve daha derin bir anlayışın bir başka yolla kazanılamayacağını varsayıyorum.
Hiç kuşkusuz temel yapı kavramı oldukça belirsizdir. Bunun hangi kurumları ve özellikleri kapsadığı her zaman açık değildir. Ancak, bu sorun üzerinde burada endişe duymak zamansızdır. Ben bu konuda, sezgisel anlayış olarak neyin temel yapının parçası olarak mutlak şekilde uygulanacağına ilişkin ilkeleri inceleyerek ilerleyeceğim. Daha sonra bu yapının belli başlı unsurlarının ne şekilde ortaya çıkabileceğini kapsayacak şekilde bu ilkelerin uygulanmasının genişletilmesi üzerinde çalışacağım. Belki de bu ilkeler genel olarak ters yüz edilmiş olacaktır, belki böyle bir olasılık yoktur. Ama yine de sosyal adaletin önemli pek çok olgularına uygulanması için bence bu yeterlidir. Burada akılda tutulması gereken nokta, temel yapı için bir adalet kavramı kendi iyiliğine sahip olmaya değerdir. Bu reddedilmemelidir, çünkü onun ilkeleri her yerde tatmin edici değildir.
Mademki temel yapının dağıtıcı yönleri değerlendirilecek, o halde sosyal adalet anlayışı da ilk aşamada bir standart sağlayıcı olarak dikkate alınmalıdır. Ancak bu standart diğer erdemleri tanımlayan ilkelerle, genel olarak temel yapı ve sosyal düzenlemeler için, belki adil veya gayri adil şeylerde olduğu gibi verimli veya verimsiz, liberal veya bağnaz ve diğer pek çok şeyle karmakarışık olmamalıdır. İlkeleri tanımlayan tam bir kavram, temel yapının bütün erdemleri üzerinde bir çatışma olduğunda kendi ağırlıklarıyla birlikte bir adalet kavramından çok daha fazladır: Bu sosyal bir idealdir. Adalet ilkeleri, böyle bir kavramın parçası hatta en önemli parçasıdır. Bir sosyal ideal sırayla bir toplum anlayışına bağlıdır. Bu aynı zamanda sosyal işbirliğinin amaçlarının ve hedeflerinin anlaşılması yolunun bir vizyonudur. Adaletin çeşitli kavramları, insan hayatının fırsatlarının ve doğal gerekliliklerinin görüşü karşısında olmanın arka plandaki tam tersi olan toplumun farklı nosyonlarının doğal uzantısıdır. Bir adalet kavramını tam olarak anlayabilmek için sosyal işbirliği kavramını, bu kavramın türetildiği noktadan daha belirgin hale getirmemiz gerekir. Ancak bunu yaparken adalet ilkelerinin özel rolüne ilişkin bakış açısını veya bunların uygulandığı temel konuyu kaybetmememiz gerekir. Ben bu başlangıç vurgulamalarında, rekabet eden iddialar arasında uygun bir denge işlevi gören adalet kavramını, dengeyi tespit eden bağlantılı düşüncelerin ilgili olduğu ilkeler kümesi olarak nitelendirilen adalet kavramından ayırıyorum. Aynı şekilde, sosyal idealin bir parçası olarak adaletin, aynı zamanda benim önerdiğim teorinin günlük algıyı genişletmeyeceği hususunda kuşku yaratmayacağını düşünüyorum. Bu teori, sıradan anlamları tanımlamak için değil, toplumun temel yapısı için belirli dağıtıcı ilkeler adına önerilmiştir. Ben kabul edilebilir herhangi bir etik teorinin bu temel sorunun ve bunun ilkelerinin, bunlar her ne olursa olsunlar, adalet doktrinini oluşturduğunu varsayıyorum. Benim tanımlamak için esas aldığım adalet kavramı, hakların ve ödevlerin tahsis edilmesindeki ilkelerin rolünü ve sosyal adalet ayrımının uygunluğunu temel alan bir anlayıştır. Bir adalet anlayışı, bu rolün bir yorumlanmasıdır.
Bu yaklaşım, gelenekle uyumlu görülmeyebilir. Ancak ben yine de uyumlu olduğuna inanıyorum. Aristoteles’in adalete yüklediği daha belirgin anlam ve bundan türetilen en benzer nitelikteki formülasyonlar; bir kişinin, kendisi, mülkü, ödülü, görevi ve benzeri şeyleri elde etmesi için başkalarına ait olan bazı avantajları veya verdiği sözleri yerine getirmeyi, borcunu geri ödemeyi, başkalarına saygı göstermeyi vb. inkar etmesi olan pleonexia’dan (çevirenin notu: mecazi oburluk) sakınmaktır. (3)
Bu tanımın, icraatları ve karakterlerinin devamlı bir unsuru olarak adil olmak yönündeki arzuları etkili ve ciddi olan ve olabildikleri ölçüde adil olmayı düşünen insanlara uygulanmak üzere tasarlandığı aşikardır. Aristoteles’in tanımı, neyin uygun olarak bir insana ait olması ve neyin ona göre olduğu konusunda açık bir ön varsayımdan ibarettir. Ben o nedenle, bu şekilde hak edilenlerin, yoğun olarak sosyal kurumlardan ve bu kurumların geliştirdiği meşru beklentilerden türetildiğine inanıyorum. Aristoteles’in bununla hemfikir olmaması için hiçbir neden yoktur; çünkü o, kesinlikle bu iddialar adına olan mutlak bir sosyal adalet kavramından yanadır. Benim uyarladığım tanım, en önemli olguya, yani adaletin temel yapısına doğrudan uygulanmak üzere biçimlendirilmiştir. Bunun geleneksel nosyonla çatışan herhangi bir yönü de yoktur.
3- ADALET TEORİSİNİN ANA FİKRİ
Benim amacım, örnekleri Locke’da, Roussseau’da ve Kant’da bulunan sosyal sözleşme teorisini genelleştirmek, benzer nitelikteki bu teorilerin yüksek düzeydeki soyutlamasına ulaşan bir adalet kavramı sunmaktır. (4) Bunu yapmak için orijinal sözleşmeyi, herhangi bir kişinin özel bir topluma girmesi veya özel bir hükümet şekli kurması olarak düşünmememiz gerekir. Bunun yerine bize rehberlik edecek fikrin, orijinal anlaşmanın toplumun temel yapısı olan adalet ilkelerinin objesi olduğunu düşünmeliyiz. Bu ilkeler, beraberliklerinin temel şartını kendi menfaatlerinin daha ilerisinde tanımlayan ve henüz eşitliğin başlangıç durumunda olan serbest ve rasyonel kişilerin benimsediği ilkelerdir. Bu noktadan daha ileriye doğru olan bütün anlaşmaları bu ilkeler düzenler, bu bağlamda sosyal işbirliğinin kapsayacağı durumları ve kurulabilecek hükümet şekillerinin çeşitlerini kesin olarak bu ilkeler belirler. Ben, adalet ilkelerinin bu şekilde dikkate alınmasını “hakkaniyet olarak adalet” diye isimlendiriyorum.
O nedenle, sosyal işbirliği kapsamındaki kişilerin, temel hak ve ödevleri tayin etmekte ve sosyal menfaatlerinin bölünmelerini belirlemekte esas aldıkları ilkeleri, ortak bir eylemin birlikte seçilmesi şeklinde hayal edebiliriz. Zira insanlar, birbirlerine karşı iddialarını nasıl düzenleyeceklerine ve yine kendi toplumlarının kuruluş şartlarının nasıl olması gerektiğine peşinen kendileri karar verirler. Her bir kişinin kendi iyiliğini ne şekilde oluşturduğuna rasyonel bir düşünceyle karar vermesinin gerekli olması gibi, bu da o kişinin izlemesi gereken rasyonel bir amaçlar sistemidir. Onun için bir grubun içindeki insanın bir defada ve her zaman bunların arasındakilerden neyin adil veya neyin gayri adil olduğunu hesaba katması gerekir. Rasyonel insan varsayımsal bir durum olan eşit özgürlük içinde yaptığı seçimi, mevcut durum için bu seçim sorununun adalet ilkelerinin belirlediği bir çözüm olduğunu varsayar.
“Hakkaniyet olarak adalet” kavramı içindeki eşitliğin orijinal pozisyonu, sosyal sözleşmenin geleneksel teorisi içindeki tabiat haline/tabii hale tekabül eder. Orijinal pozisyon, elbette gerçek bir tarihsel olgu olarak düşünülmemeli, kültürün ilkel şartlarının daha azı olarak kabul edilmelidir. Orijinal pozisyon, belirli bir adalet kavramına öncülüğü karakterize eden mutlak bir faraziye hal olarak anlaşılmalıdır. (5) Bu halin esaslı özellikleri arasında hiç kimsenin o kişinin toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal statüsünü bilmemesi ve yine o kişinin kendisinin de doğal şeylerin dağıtılmasındaki kendi şansını bilmemesi vardır. Dahası ben bu durumda olan tarafların kendi iyi anlayışları ile özel psikolojik eğilimlerini de bilmediklerini varsaymaktayım. Adalet ilkeleri bir cehalet perdesinin arkasından seçilmiştir. Seçimin bu şekilde yapılmış olması doğal bir şans veya beklenmedik durumlar tarafından belirlenen seçim ilkelerinin hiç kimsenin lehine ya da aleyhine olmamasını sağlar. Herkes benzer biçimde konumlandığında hiç kimse kendi lehine olan ilkeleri biçimlendirme gücüne sahip olamaz ve dolayısıyla adalet ilkeleri bir pazarlığın ve adil bir anlaşmanın sonucunda oluşur. Verili orijinal pozisyon/başlangıç durumu için rasyonel varlıklar olarak kendi amaçları ve yetenekleri içinde herkesin birbirleriyle olan ilişkilerinin simetrisi sadece ahlaklı kişiler arasında adildir. O nedenle ben bunu adalet duygusu olarak varsayacağım. Birisinin, orijinal pozisyonun temel anlaşmaların adilliğe ulaşmasında uygun bir başlangıç durumu olduğunu söylemesi gerekir. Bu da ‘hakkaniyet olarak adalet’ isminin yerinde olduğunu gösterir: Bu açıklama orijinal pozisyonda üzerinde anlaşılan adalet ilkesi fikrini adil olmaya dönüştürür. ‘Metafor olarak şiir’ deyimindeki şiir ve metafor kavramları nasıl aynı anlama gelmez ise “hakkaniyet olarak adalet” isminde de adalet ve hakkaniyet kavramları aynı anlama gelmez.
Daha öncede söylediğim gibi hakkaniyet olarak adalet, genel bütün seçimlerin en önemlisinin insanların birlikte yapmalarıyla diğer bir deyişle adalet kavramı ilkelerinin ilki olan kurumların reformunu ve daha sonra gelen bütün eleştirileri düzenleyen bir seçimle başlar. Böylece seçilmiş bir adalet kavramına sahip olan biz, daha sonra bunların başlangıçta üzerinde anlaşılan adalet ilkeleriyle uyumlu bir anayasa ve yasa ve benzeri diğer şeyleri yapmak üzere seçildiklerini kabul edebiliriz. Kuralların genel sistemi tarafından tanımlanan bizim akdettiğimiz bu anlaşma, eğer farazi anlaşmanın ardılı ise bizim sosyal durumumuz da adildir. Dahası orijinal pozisyonun bir dizi kural belirlediğini kabul ettiğimiz takdirde (bu özel bir adalet kavramının seçilmiş olması demektir) birbirlerine karşı saygılı, eşit, serbest ve adil olan insanlar, eğer sosyal kurumların bu kuralları tatmin ettiğini birbirleriyle olan ilişkilerinde birbirlerine samimiyetle ifade ederlerse bu doğru olacaktır. Bu insanların hepsi, yaptıkları düzenlemelerde şartlarla karşılaştıklarında orijinal pozisyonda ilkelerin seçimi konusunda üzerinde anlaştıkları kabul edilebilir sınırlamaları ve kabul ettikleri diğer geniş şekillenmeleri gösterebilirler. Bu olgunun genel olarak tanınması adalet ilkelerine denk düşen kamusal bir kabulün temeli olarak şart koşulmalıdır. Elbette hiçbir toplum insanların edebi bir duyguya gönüllü olarak dahil oldukları bir işbirliği projesi değildir. Her insan kendisini doğumla birlikte herhangi bir toplumda, herhangi bir yere yerleştirilmiş olarak bulur ve bu pozisyonun doğası o insanın hayat beklentilerini maddi yönden etkiler. Hakkaniyet olarak adalet ilkelerini tatmin eden bir toplum, adil durumlar altında bu ilkeleri kabul edecek olan eşit ve özgür insanların gönüllü projesini karşılamaya olabildiğince yaklaşmış bir toplumdur. Bu bağlamda, bu toplumun üyeleri özerktir ve bu üyelerin üstlendikleri yükümlülükler de sadece kendilerini bağlar.
Hakkaniyet olarak adaletin bir diğer özelliği, orijinal pozisyondaki tarafların rasyonel ve karşılıklı olarak önyargısız olmalarıdır. Bu tarafların bencil olmaları demek değildir. Bireylerin sadece belirli bazı şeylerle ilgileri oldukları anlamındadır. Örneğin bunlar; refah, itibar ve egemenliktir. Ancak bu kişiler, bir başkasına ait olan bir menfaati kabullenmemiş kişiler olarak tasavvur edilmelidirler. Ruhsal amaçları aksine dahi olsa bu insanlar farklı dinlerin zıt olan amaçlarının peşindeymiş gibi varsayılırlar. Dahası, rasyonalite kavramı en etkili araçların sonunda alınan ekonomi standardının içinde mümkün olduğu kadar geniş yorumlanmalıdır. Daha sonra (§46)’da açıklanacağı üzere, ben bu kavramı değiştireceğim ama birilerinin bunu tartışmalı etik unsurlar temelinde sunmaktan da kaçınması gerekir. Orijinal pozisyon, mutlaka kabul edilen en geniş şekli şart koşularak karakterize edilmelidir.
Hakkaniyet olarak adalet kavramı üzerine yapılan çalışmada en önemli görev, orijinal pozisyonda hangi adalet ilkelerinin seçilmesi gerektiğinin açıkça belirlenmesidir. Bunu yapabilmek için bu durumu ayrıntılarıyla tarif ve bunun sunduğu seçme sorununu dikkatle formüle etmemiz gerekir. Bu sorunları müteakip bölümlerde öncelikle ele alacağım. Bununla birlikte, gözlenen odur ki eşitlik durumunda adalet ilkelerinin orijinal anlaşmadan doğduğu hususu bir defa düşünüldüğünde, bunun fayda ilkesinin tanınması sorununa yol açacağını kabul etmek gerekir. Biraz zorlukla da olsa bu durum, söz gelişi, kendilerini eşit ve başkalarının iddiaları konusunda yetkili gösteren insanların, başkalarının hoşuna gidecek bazı basit avantajlar elde etmek uğruna daha az hayat beklentileri içeren bir ilke üzerinde anlaşma sağlamalarına benzetilebilir. Her bir insan kendi menfaatlerini, kendi iyi ve değer kavramını geliştirme yeterliliğini korumayı arzu ettiğinden, kimsenin daha büyük ve net bir tatmin dengesi sağlamak amacıyla kendisi için daimi bir kayba razı olması için herhangi bir nedeni olamaz. Güçlü ve sonsuz yardımseverliğin eksik olması, rasyonel bir insanı sadece temel yapıyı kabul etmemeye yöneltir, çünkü bu durum, o kişinin kendi hak ve menfaatleri üzerinde kalıcı bir etki olmasına bakılmaksızın cebirsel avantajlar toplamını azamileştirir. O nedenle faydacılık ilkesi eşitler arası karşılıklı avantaj için sosyal işbirliği kavramına karşıt görünebilir. Bunun, iyi düzenlenmiş bir toplum nosyonunun içindeki mütekabiliyet fikri ifadesiyle tutarsız olduğu düşünülebilir. Ama her ne şekilde düşünülürse düşünülsün ben bunu bu şekilde tartışacağım.
Başlangıç durumundaki insanların iki farklı ilkeden birini seçebilmeleri yerine, mesela refah ve yetki eşitsizliklerinin, toplumun özellikle en avantajlı üyelerinin ve sadece herkesin yararlarını tazmin etmenin sonucu ise, adil olması gibi sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri ikinciler elde tutarken, ben birincilerin ihtiyaç duydukları temel hak ve ödevlerin tahsis edilmesindeki eşitliği koruyacağım. Bu ilkeler, toplamda daha büyük iyi tarafından zorlukları dengeleme temelinde kurumların haklılaştırması konusunda bir istisna teşkil eder. Birilerinin zengin olmaları için birilerinin daha aza sahip olmaları belki bir yol olabilir ama bu adil olmaz. Yine büyük menfaatler elde eden birkaç kişinin, insanların durumunu iyileştirmelerini sağlamaları çok fazla bir şans olmasa da, bu adaletsizlik de olmaz. Sezgisel düşünce; hiç kimsenin tatmin edici bir hayatı olmaksızın, herkesin iyi olmasının bir işbirliği projesine dayanmasını, avantajların bölünmesinin daha az iyi durumda olanlar da dahil olmak üzere herkesin içinde yer almaya istekli olmasını gerektirir. Sözü edilen bu iki ilke, herkesin iyi hal şartları için gerekli bir proje uygulandığı zaman “başkalarıyla işbirliğine istekli olmayı hak etti” diyebileceğimiz hiç kimsenin beklediği bir şey değil iken, sosyal pozisyonları içinde kendilerine daha çok şey bahşedilenlere veya şanslı olanlara adil gelebilir. (6) Doğal bağışların kazaya uğramasının kullanılmasını, sosyal ve ekonomik avantajlar için sosyal durumun ihtimallerinin karşıtlığının aranmasını önleyen adalet kavramına bakmayı kararlaştırdığımızda bu ilkeleri takip ederiz. Bunlar, ahlaki açıdan keyfi görünen sosyal dünyanın koşullarının bir kenara bırakılmasının sonucunu ifade eder.
Bununla birlikte ilkelerin seçimi sorunu son derece zordur. O nedenle, bu konuda herkesi ikna etmek için yapacağım öneriye cevap verilmesini beklemiyorum. Şundan dolayı beklemiyorum; diğer sözleşme açılarında olduğu gibi en baştan itibaren not etmeye değer olan husus, hakkaniyet olarak adalet kavramının şu iki bölümden oluşmasıdır: Başlangıç durumunun yorumu ve seçme sorununun o noktada tavırlı olması ve ileri sürülen ilkeler dizisi üzerinde anlaşılmış olunması. Birisi teorinin birinci kısmını kabul edebilir (veya bunların bir değişiğini) fakat diğerini ya da tersini kabul etmeyebilir. Diğer öneriler reddedilmesine rağmen, akdi başlangıç durumu kavramı kabul edilebilir görünebilir. Emin olunuz ki, bu durumun en uygun kavramının, faydacılığa ve mükemmeliyetçiliğe karşı adalet ilkelerini takip etmesi ve dolayısıyla sözleşme doktrininin bu bakışlara alternatif sağlaması için ben bu düşünceyi muhafaza etmek istiyorum. Birileri, sözleşmesel yöntemin bahşettiklerinin, etik teoriler ve bunların altında yatan varsayımları belirleyen hususlar üzerinde çalışmak için yararlı bir yol olduğunu ileri sürmesine rağmen, birileri de bu iddiaya hâlâ itiraz edebilir.
Hakkaniyet olarak adalet, benim sözleşme teorisi olarak isimlendirdiğim kavrama bir örnektir. Şimdi burada “sözleşme” terimine ve ilgili diğer açıklamalara yönelik bir itirazda bulunulabilir ama ben bu terimin, bu konudaki görüşlerime kabul edilebilir bir mükemmellikle hizmet edeceğini düşünüyorum. Başlangıçta şaşırtıcı gelen pek çok sözcüğün yanıltıcı çağrışımları vardır. “Fayda” ve “faydacılık” terimlerinin kesinlikle bir istisnası yoktur. Bu terimler, bunları istismar etmeye niyetli çok fazla düşmanca ve şanssız eleştirilere muhataptırlar. Ki bu faydacılık doktrini üzerinde daha henüz çalışmaya hazırlananlar için yeterince açıktır. Bu durum, “sözleşme” teriminin ahlak teorilerine uygulanması yönünden de aynı şekilde doğrudur. Daha önce de işaret ettiğim üzere bunun anlaşılması için kişinin, bunun belirli bir soyutlama düzeyini ifade ettiğini aklında tutması gerekir. Özellikle ifade etmek gerekir ise, ilgili anlaşmanın içeriği verili bir topluma girmek veya verili bir hükümet şeklinin benimsenmesi demek olmayıp sadece belirli ahlak ilkelerini kabul etmektir. Dahası, buna yönelik olarak işaret edilen taahhütler tamamen varsayımsaldır. Zira sözleşme görüşü, iyi tanımlanmış bir başlangıç durumunda belirli ilkelerin kabulünü savunur.
Sözleşme terminolojisinin değeri bunun rasyonel insanlar tarafından adalet ilkelerinin ilkeler olarak tasarlanmasının seçilmesinde, adalet düşüncesinin yol göstermesi ve bu suretle adalet kavramlarının açıklanabilmesi ve haklılaştırılmasıdır. Adalet teorisi rasyonel seçim teorisinin bir parçası ve belki de en önemli parçasıdır. Yine adalet ilkeleri, birkaç kişi veya grup arasındaki ilişkilere uygulanan sosyal işbirliğinin kazandırdığı avantajlar üzerine olan çatışma iddialarıyla da uğraşır. “Sözleşme” sözcüğü bütün taraflarca kabul edilen ilkelerle uyum içinde olan uygun avantajlar bölünmesinin şartlarıyla birlikte bu çoğulculuğu teklif eder. Adalet ilkeleri için kamusallık şartı aynı zamanda sözleşmenin anlatım biçimi anlamına gelir. O nedenle, eğer bu ilkeler bir anlaşmanın sonucu ise yurttaşlar başkaları tarafından takip edilen ilkeler konusunda bilgi sahibidirler. Bu durum sözleşme teorilerinin siyasal ilkelerin kamusal doğasını vurgulamasının bir özelliğidir. Son olarak, sözleşme doktrininin uzun bir geleneği vardır. Bu düşünme geleneğine ilişkin bağın açıklanması, fikirlerin tanımlanmasına yardım eder ve doğal dindarlıkla bağdaşır. Böyle bir durumda, “sözleşme” teriminin kullanılmasında birkaç avantaj vardır. Uygun önlemler alındığında bu yanıltıcı olmaz.
Son bir açıklama: Hakkaniyet olarak adalet tam bir sözleşme teorisi değildir. Bunun anlaşılır olması için sözleşmesel fikrin; sadece adalet için değil bütün erdemlerin ilkelerini kapsayan bir sisteme az ya da çok, tam bir etik sisteme doğru genişletilmesi gerekmektedir. Ama yine de bölüm I’de ben erdemleri sistematik bir yolda incelemeye şimdilik girişmeyeceğim. Sadece adalet ilkelerini ve bu ilkeyle yakın bağlantısı olan diğer ilkeleri inceleyeceğim. Açık söylemek gerekir ise hakkaniyet olarak adalet, kabul edilebilir bir uygun çerçeve içinde başarılı olursa eğer, bir sonraki adım olan “hakkaniyet olarak doğruluk” adına önerilen daha genel bir görüş üzerinde çalışmak olacaktır. Bu geniş teori, sadece bizim başkalarıyla olan ilişkilerimizi kapsar göründüğünden ve hayvanlar ile bütün doğaya karşı nasıl davranmamız gerektiği düşüncesini dışarıda bıraktığından bu yana ahlaki bütün ilişkileri kavramakta başarısız olmuştur. Ben sözleşme nosyonunun teklif ettiği, kesinlikle birincil önemde olduğunu gördüğüm bu sorunlara yaklaşan yönüyle uğraşmıyorum. O nedenle, şimdilik bunları bir kenara koyacağım. Hakkaniyet olarak adaletin sınırlı bir kapsamının ve bunu örnekleyen bakışın genel bir çeşidinin farkına varmalıyız. Bunların sonuçları, ne kadar uzakta olursa olsun, bunlar bir defa revize edildiğinde, diğer sorunların anlaşılması yine de peşin olarak kararlaştırılamaz.
1- Burada H.L.A.Hart’ın, The Concept of Law/Hukuk Kavramı (Oxford, The Clarendon Press, 1961), sf.155-159’u takip ediyorum.
2- An Enquiry Concerning the Principles of Morals/Ahlak İlkelerine İlişkin Bir Soruşturma, sec.III, pt.1, par.3, ed.L.A.Selby –Bigge, 2nd edition (Oxford,1902), p.184
3- Nicomachean Ethics. 1129b-1130b5. Gregory Vlastos’un edit ettiği Plato’nun ‘Justice and Hapiness In The Republic/Cumhuriyette Adalet ve Mutluluk’ isimli kitabındaki yorumunu takip ettim; A Collection of Critical Essays/Kritik Makaleler Koleksiyonu, Vlastos tarafından basıma hazırlanmıştır.(Garden City, N.Y.Doubleday and Company,1971), vol.2, sf70f. For a Discussion of Aristotle on Justice/Aristoteles’in Adalet Üzerine Bir İncelemesi. Bakınız W.F.R.Hardie. Aristotle’s Ethical Theory/Aristoteles’in Etik Teorisi(Oxford, The Clarendon Press, 1968) ch.X.
4- Önerilen metin, Locke’un Second Treatise of Government/Hükümet Üzerine İki İnceleme, Roussea’nun The Social Contract/Sosyal Sözleşme ve Kant’ın sözleşme geleneğinin tanımıyla ilgili olan ve The Foundations of the Metaphysics of Morals/Ahlakın Metafizik Temelleri kitabından başlayan etik çalışmaları. Hobbes, Leviathan. Tarihsel bir soruşturma olarak J.W.Gough, The Social Contract/Sosyal Sözleşme (2nd ed. (Oxford, The Clarendon Press,1957) ve Otto Gierke, Natural Law and the Theory of Society/Doğal Hukuk ve Toplum Teorisi, Ernst Barker’in sunuşuyla (Cambridge, The University Press. 1934) Etik teori olarak sözleşme bakışı üzerine bir sunum için G.R.Grice, The Grounds of Moral Judgment/Ahlak Yargısının Temelleri, (Cambridge, The University Press.1967) Aynı zamanda §19, not 30’a bakınız.
5- Kant orijinal anlaşmanın kurgusal/varsayımsal olduğu konusunda açıktır. Bakınız The Metaphysics of Morals/Ahlakın Metafiziği,I (Rechtslehre) özellikle §§47,51; ve pt.II’deki makale ‘Concerning the Common Saying: This May Be True in Theory but It Does Not Apply in Practice/Ortak Söyleyişle İlgili: Bu Teoride Doğrudur ama Uygulamaya Konulamaz’ Kant’ın Political Writings/Siyasal Yazılar, ed.Hans Reiss ve çeviren H.B.Nisbet (Cambridge, The University Press.1970), sf.73-87. Bakınız Georges Vlachos, La Pensee Politiqe de Kant/Kant’ın Siyaset Üzerine Düşünceleri, (Paris, Presses Universitaires de France, 1962) sf. 326-335; ve daha ileri bir inceleme için J.G.Murphy, Kant: The Philosophy of Right/Kant: Hak Felsefesi (London, Macmillan, 1970) sf. 109-112, 133-136.
6- Bu sezgisel fikrin formülasyonunu Allan Gibbard’a borçluyum.