14 YIL SONRA GELEN ADALET

Abone Ol

Karşılıklı hayırlı olsun dilekleri ve başarı temennileriyle fakültelerine girmeye başlıyorlar. Az sonra kapıda bir kargaşa, bir yığılma göze çarpıyor. Kapıdaki güvenlik görevlisi bazı öğrencileri içeri almıyor, onlara içeri giremeyeceklerini, kendisine böyle emir verildiğini söylüyor.
Umutları yıkılan, birkaç saat öncesi kurdukları hayallerini kara bulutların örttüğü gençler, kimi göz yaşları ile beklerken kapıda yetkili bir kişi görünüyor. Çok kısa süren görüşme sonunda Dekan sesini yükseltiyor ve          “ burayı ben idare ederim, Rektör al desin yine almıyorum, rektör bana telefon etsin diyorsa alacaksın emrediyorum, almıyorum lan” diyerek gözü yaşlı öğrencileri kameralar önünde azarlayıp fakülteden kovuyor. Dekan emrin Rektörden geldiğini ifade ederken, ‘rektör al desin yine almıyorum’ diyerek emri ne kadar benimsediğini, benimseyerek uyguladığını da vurguluyor. 
Konu tahmin ettiğiniz gibi başörtüsü. Başörtülü öğrenciler fakültelerine alınmıyorlar. Eğitim hakları ellerinden alınıyor. Fakülte idaresi yasal bir işlem de yapmıyor. Diyelim ki tutanak düzenleyip disiplin soruşturması başlatabilir ama yapmıyorlar. Mağdur edilen öğrencilere okula alınmadıklarına dair gerekçeli olarak yazılı bir belge vermiyorlar/veremiyorlar. Güvenlik tedbiri uygulayıp fakülteden kovuyorlar.
Siz olsanız ne yaparsınız ?  Bu ülke bir hukuk devleti ise, yanlış hesap adaletten döner der ve hukuki yollara başvurmaz mısınız? Bu öğrenciler de aynı şeyi yapıyor. Dertlerini anlattıkları avukat hanım, ‘böyle hukuksuzluk olamaz, eğitim özgürlüğünü engellemek suçtur, adli makamlara başvuralım’ diyor.
VESAYETE TESLİM OLMAK İLE HUKUKU UYGULAMAK ARASINDA
Konu bana intikal ettiğinde fakültenin bulunduğu ilde Cumhuriyet Başsavcısı olarak görev yapıyordum. Önüme gelen şikayet konusu olay, Türkiye’nin en netameli konusuydu. Vesayet altında bir demokrasi, hukuk ve yargı isteyenler bu konuda yürürlükteki hukuk kurallarının uygulanmasını istemiyorlardı. 28 Şubat’ın konjonktürel dayatmalarına hukuki kılıf bulunması için hakim ve savcılara birifingler verilmişti. Hakim ve savcılar hukuku ve tarafsızlığı bir tarafa bırakıp, ülkeyi irtica tehdit ve tehlikesinden (!) korumak uğruna ‘taraf’ olduklarını açıklamalı soruşturma ve yargılamalarını ona göre yapmalıydı. Vesayete teslim olmak ile hukuku uygulamak arasında bir tercihle karşı karşıya idik. 
Eğitim özgürlükleri ellerinden alınan başörtülü üğrencilerin şikayetleri üzerine ne yaptığımı, soruşturma sonucu düzenlediğim 4 Aralık 1998 tarihli iddianameden aktarıp, 14 yıl sonra adaletin nasıl tecelli ettiğine gelelim.
 “Ceza Hukukunun temel prensibi kanunsuz suç ve cezanın olmayacağıdır. Bu çerçevede sanıkların eyleminin suç teşkil edip etmediği suç teşkil etmekte ise, şikayetçilerin iddiası gibi TCK’nun 188/6. maddesinde yazılı suç tipine uyup uymadığının tartışılması gerekir. Hukuk devletinde keyfi uygulama, ben yaptım oldu kabilinden bir davranış söz konusu olamayacağına göre iddia konusunun Anayasa, kanunlar, usulüne göre onaylanmış uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir.”
“Öncelikle sanıkların eylemi müşteki öğrenciler yönünden CEZA YERİNE GEÇEN GÜVENLİK TEDBİRİDİR. Zira sanıkların eylemi ile fakültelerine alınmayan müşteki öğrencilerin eğitim ve öğretim hakkı ellerinden alınarak hayat boyu katlanmak  durumunda kaldıkları bir cezaya çarptırılmış olmaktadırlar. Böyle bir cezanın ancak kanunla ve usulüne uygun bir şekilde verilebilmesi gerekir. Nitekim Anayasamızın 38.maddesinin 3. fıkrasında “CEZA  VE CEZA YERİNE GEÇEN GÜVENLİK TEDBİRLERİ ANCAK KANUNLA KONULUR” hükmü yer almıştır. … Bu Anayasa hükmünün görmezlikten gelinerek kanunsuz emirler ile müştekilerin yine Anayasa ile teminat altına alınmış eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılması düşünülemez.” 
“Anayasamızın 42.maddesinde ; “ Kimse eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tesbit edilir ve düzenlenir.” … 2547 Sayılı Kanunun Ek-17. maddesinde de …“ yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile, yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” hükmü yer almıştır. Sanıklar savunmalarında bu kanunu gündeme getirmekle birlikte kanunun başındaki yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile bölümüne dayanarak yürürlükteki kanunlarda yüksek öğretim kurumlarında başörtülü kıyafeti yasaklayan bir kanun varmış gibi düzenleme yapıldığını ileri sürmüşlerdir. Halbuki yürürlükte bulunan kanunlarımızda özellikle kadınların kıyafeti hakkında hiçbir kanun bulunmadığı gibi Anayasamızın 174.maddesinde sayılan İnkılap Kanunlarında da kadınların kıyafetleri hakkında bir düzenleme bulunmamaktadır... sanıklar savunmalarında böyle bir yasal düzenlemeden bahsetmemekte sadece Anayasa Mahkemesinin kararındaki getirilen yorumu gerekçe göstermektedirler.”
“Hukuk devletinde Anayasa Mahkemesinin yeri ve verdiği kararların bağlayıcılığı yine Anayasamızın 153.maddesinde açıklanmış olup Anayasa Mahkemesinin baktığı davada  “kanun koyucu gibi hareketle yeni bir uygulamaya yer açacak biçimde hüküm tesis edemez” denilerek kanun koyucu yerine geçemeyeceği belirtilmiştir. Bu konudaki Anayasa Mahkemesinin tüm makamları bağlayıcı kararı da YÖK Kanununun Ek-17. maddesi ile konulmuş olan yukarıda yazılı kıyafet serbestliğine dair yasanın Anayasaya aykırı olmadığı kararıdır…” 
“Müştekilerin şikayetleri ile C.Başsavcılığımızca yapılan soruşturmada ilgili mevzu irdelenirken normlar hiyerarşisi göz önüne  alınmıştır. Yargıtay … kararında “Mahkemeler önlerine gelen uyuşmazlıkları normlar hiyerarşisini göz önüne alarak çözmek zorundadırlar. Uyuşmazlığın çözümünde Anayasal ve yasal kuralların uygulanabileceği saptandığı takdirde tüzük, yönetmelik, genelge veya tamim gibi yürütme organı ve idareye ait ve alt sırada bulunan tasarruflarla sonuca gidilemez”  denilerek şikayet konusu olayın çözümünde de yol göstermektedir. Nitekim şikayet konusu olayda da bir tarafta yukarıda sözü edilen Anayasa ve kanun hükümleri, diğer yanda ise sanık Rektörün kanunlara aykırı genelge ile tebliğ edip uyguladığı idareye ait ve alt sırada bulunan tasarrufu söz konusudur. İdarenin bu tasarrufu ise anayasal ve yasal kurallara aykırıdır. Dolayısıyla Anayasamızın 137.maddesinde düzenlenen KANUNSUZ EMİR niteliğindedir. Yine Anayasamızın 137.maddesinde yapılan düzenleme  ile  KANUNSUZ EMİR’in konusu suç teşkil ettiğinde hiçbir surette yerine getirilemez. Yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.”
“Bir an için sanıkların savunmaları doğrultusunda müşteki öğrencilerin başörtüsü ile yüksek öğretim kurumlarının kapalı mekanlarına girmelerinin yasak olduğu düşünülse bile, bu eylemin müeyyidesi de açıkça kanun, tüzük ve yönetmeliklerde yer alması gerekir ve öğrenciler hakkında güvenlik görevlisi marifetiyle zor kullanılarak okula almama yerine disiplin işlemi yapılması iktiza ederdi. Nitekim bazı yükseköğretim kurumlarında öğrencilere bu yolda disiplin cezası uygulanmakta ve olayın mağduru olan öğrenciler idari yargı yoluna başvurarak haklarını hukuk zemininde arama imkanı bulmaktadır. Olayımızda ise hiçbir hukuki temele dayanmayan keyfi bir uygulama ile Anayasa ve yasalar yok sayılarak yine keyfi ceza verilmiş olmaktadır…” 
“Haklarında adli veya disiplin yönünden herhangi bir işlem yapılmayan, yasalar çerçevesinde herhangi bir ceza verilmeyen müştekilerin, sanıkların eylemleri ile  fakülte binalarına alınmamaları tamamen keyfi ve GAYRIMEŞRU  bir eylemdir.” 
DAVANIN SONUCU VE 14 YIL SONRA GELEN ADALET
Eğitim özgürlüğünün engellenmesiyle ilgili kanunsuz emir veren rektör ve dekan hakkında açılmış olan bu ilk davanın iddianamesini şimdi gündeme getirmemin sebebi, benzer bir konuda Ege Üniversitesinde görevli yasakçı öğretim üyesinin 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırılmasıdır. Başörtülü öğrencilerin okula girmesini fiziken engelleyen ve fotoğraflarını çeken astronomi profesörü, mağdur öğrencilerden F.N.Gidal’ın şikayeti üzerine eğitim hakkını engellediği gerekçesiyle mahkemece cezalandırıldı.
1998 yılında açtığım davada sanıkların cezalandırılmasını istediğim o tarihte yürülükte olan Türk Ceza Kanunun 188/6.maddesi ile şimdi yürürlükte olan 5237 Sayılı yeni Türk Ceza Kanununda aynı eylemin karşılığı olarak düzenlenen 112/1 maddesi muhteva olarak aynı. Aradaki fark, önceden 2-4 yıl arası hapis öngörülürken yeni kanunda 1-3 yıl hapis cezası kabul edilmiş olması. O tarihte hukuku uygulamak yerine vesayete boyun eğenler dava dosyasını görevsizlik kararı ile YÖK’e göndermişler ve sümenaltı edilmişti. Dönemin YÖK Başkanı başta olmak üzere, BÇG  güdümündeki makamlar hakkımda şikayette bulunurken, askerin talimatıyla manşet attıklarını 14 yıl sonra itiraf eden bazı patron ve gazeteciler de o dönem ‘savcıya bak savcıya’ yazılarıyla Baasçı zihniyetle saldırmışlardı. 
Gün geldi, devran döndü, 14 yıl sonra adalet yerini buldu. Anayasa aynı, yasalar aynı. Değişen yargının daha tarafsız ve hukuka uygun kararlar vermesi. Yargının vesayetten kurtulması için yapılan değişiklikler adaletin tecelli etmesinde kendini göstermeye başladı. İzmir 4.Asliye Ceza Mahkemesinin verdiği kararı bu nedenle önemsiyorum. Açtığım davanın kararı gibi değerlendiriyorum. Şimdi vicdan muhasebesi yapıp geleceğe dönük olumlu kararlar alabilmek için şu soruyu soralım: ‘Dimdik durmak ve hakkımı aramak istedim’  diyen olayın mağduru Fatma Nur Gidal gibi, eğilip bükülmeyen vesayete boyun eğmeyen, dimdik durup hukuku uygulayan bir yargı olsaydı adalet bu kadar gecikir miydi?  

(Not: 1998 tarihli iddianamenin tam metnini www.resatpetek.net adresinde okuyabilirsiniz)