VİCDAN ZORBALIĞA KARŞI YA DA CASTELLIO CALVIN’E…!

Abone Ol

Yüreği yılmadan düşen, dizleri üzerinde savaşır der Seneca. Ölüm tehlikesi karşısında kılı kıpırdamayan, can verirken düşmanına yiğitçe yukarıdan bakan, bize değil talihe ve tarihe ait olmuştur; yenilmiş değil öldürülmüştür. En yiğit kişiler en mutsuz insanlardır kimi zaman…’ MONTAIGNE, Denemeler.

Vicdan Zorbalığa Karşı Ya da Castellio Calvin’e” bir kitabın, Stefan Zweig’ın monografik eserinin adıdır. Bu monografik eserin kahramanlarından Castellio ‘vicdanın’, Calvin ise ‘zorbalığın’ temsilcisidirler.

Esere ismini verenlerden Sebastian Castellio, 16.Yüzyılda yaşamış önemli ve değerli bir dilbilimci, teolog, vaiz ve hümanisttir. Diğer kahraman Jean Calvin, aynı yüzyıla ve sonrasına damgasını vuran bir din ve devlet adamı, Protestanlığın ikinci ekolü olan ve Hıristiyanlığı reforme ederek başlangıçtaki asli haline getirmeyi amaçlayan Kalvinizmin kurucusudur.

Cenevre’yi kendisine merkez edinen ve burada kendi din devletini kuran Calvin, tarihin yazımladığı en acımasız diktatörlerden birisidir. Kurduğu din temelli devlet anlayışı ve uygulamalarıyla 16.Yüzyıl Cenevre’sini cehenneme çevirmiş, dini ve siyasi yönden kendisine muhalif olan tüm sesleri bastırmış, din ve vicdan özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü ayaklar altına almış bir zorbadır. Öylesine bir zorbadır ki, Balzac’a göre Calvin’in dini terörü, Fransız Devrimi’nin uyguladığı vahşetten çok daha vahimdir.

Eserin kısa tanıtımında da ifade edildiği üzere, Stefan Zweig okuyucularını Calvin’in diktatörlüğünün hüküm sürdüğü 16.Yüzyıl Cenevre’sine götürür. Calvin’in farklı görüşlere, kendisine muhalif olan kişilere gösterdiği tahammülsüzlük, hümanist din adamı Miguel Serveto’nun resmi öğretiye ters düşen görüşleri nedeniyle ve Calvin’in emri doğrultusunda ölüm cezasına çarptırılması ve yakılarak öldürülmesiyle zirveye tırmanır. Tam bu aşamada, bir vicdan, bir adamın vicdanı, Sebastian Castellio’nun vicdanı ayağa kalkar. Ders verdiği Basel’den Cenevre’ye gelen Castellio, Calvin’in karşısına geçerek tarih sahnesindeki mümtaz yerini alır.

Serveto’nun din adına ve dindarlar tarafından yakılarak öldürülmesine isyan eden Castellio, “Bir insanı yakmak, öğretiyi savunmak anlamına gelmez; bir insanı öldürmek anlamına gelir” diye haykırır. 16.Yüzyılın karanlıklar içindeki Cenevre’sinden yankılanan bu haykırışı, din adına, inanç adına insanları öldüren ve yakan Taliban ve İŞİD militanları, Sivas’ta insanları yakan meczuplar, Kahramanmaraş’ta, Çorum’da katliam yapan katiller ne yazık ki duymamışlardır.

Calvin ile Castellio arasındaki mücadeleyi anlatan Zweig’in son derece önemli bu eseri, aslında tüm totaliter rejimlere yönelik bir eleştiridir. Katı ideolojilerin ve zorba yönetimlerin beraberinde getirdiği tehlikelerin anlatıldığı bu hikaye, sadece kitabın kahramanlarının kendi aralarındaki siyasi mücadelenin anlatısı değil, din ve vicdan özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün, hoşgörünün önemine ve değerine işaret eden gerçek bir hikayedir. Bu yönüyle hem evrensel niteliktedir, hem de günceldir. Dahası son derece öğreticidir.

Stefan Zweig, Calvin’le Castellio arasındaki mücadelenin arka planını ve gelecek nesillere aktarmak istediği mesajı şu cümlelerle ifade eder: “Burada mevzu bahis olan, ne sınırlı bir teoloji anlayışı, ne Serveto adlı kişi, ne de liberal Protestanlık ile katı Protestanlık arasındaki vahim krizdir. Bu önemli tartışmayla çok daha geniş kapsamlı, zamanını aşan bir sorun atılmıştır ortaya, her seferinde yeni baştan, başka adlar altında ve başka biçimlerde sürdürülecek bir savaş açılmıştır. Burada teoloji, döneme özgü bir maske olmaktan öte bir anlam taşımaz; Castellio ile Calvin, bu gözle görülmeyen ama aşılamaz çelişkinin algılanabilir ögeleridir sadece. Bu kalıcı gerilimin uçlarına ne ad verildiği önemli değildir: hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörü, vesayete karşı özgürlük, fanatizme karşı hümanizm, mekanikleşmeye karşı bireysellik ya da zorbalığa karşı vicdan.

Yaşanmış bu hikayenin ana fikri, aykırı din adamı Serveto’nun katledilmesi, sonrasında Castellio’nun sahneye çıkması, Calvin’in zorbalığının Castellio’nun vicdanına galip gelmesi değildir. Thomas Mann’ın değerlendirmesi ile bu olay “günümüze ait nefreti ve sempatiyi tarihsel bir özne üzerine odaklaması ve bize şunu öğretmesidir: hep aynı şeyi.” Ama Mann’a göre acılar içinde yaşanmış olan bu insanlık dramı, “bir yandan umudu yıkarken, diğer yandan bize umut da vermektedir.” Umut, yaptıkları bütün zorbalıklara rağmen, baskıcı ideolojilerin ve yönetimlerin önünde sonunda yenilmesi, yani vicdanın zorbalığa üstün gelmesi, özgürlük fikrinin kaçınılmaz şekilde zafere ulaşmasıdır.

Zira özgürlük fikri ve mücadelesi zincire vurulamaz. Vicdan yok edilemez. Vicdanı ve özgürlük fikrini yok etmek için uygulanan baskı, daha fazla baskıyı, daha fazla baskı, daha fazla öfkeyi, nefreti ve isyanı davet eder. Onun için baskıyla, zorbalıkla, şiddetle, diktatörlüğün herhangi bir şekliyle, özgürlüğü yok etmek, vicdanları susturmak mümkün değildir.

Bunun bilincinde ve ayırtında olan Stefan Zweig, engin tarih bilgisi ve deneyimiyle bugünün Türkiye’sini yönetenlerin de ders almaları gereken şu hususları ifade eder: “… kudret mutlak kudrete; zafer, zaferin kötüye kullanılmasına götürür ve bu fatihlerin tümü, kişisel hayalleriyle çok sayıda insanı, kendileri için yaşamaya ve hatta ölmeye severek razı olacak biçimde büyülemiş olmakla yetinmeyip, bunun yerine çoğunluğu bütüncüllüğe dönüştürme ve tarafsız kalanlara da kendi dogmalarını dayatma hırsına kapılırlar; kendilerine boyun eğenler, uyduları,  ruhsal köleleri, her zaman her hareketinin peşine takılanlar asla yetmez onlara – hayır, özgür olanlara, bağımsız kalmış az sayıda kişiye de dogmalarını tek geçerli olarak kabul ettirerek, onları da kendisine övgüler düzen kişiler ve köleler olarak görmek isterler; her farklı düşünceyi devlete karşı suç olarak damgalarlar. Dini ve siyasi ideolojinin diktatörlüğe dönüştüğü her sefer, tiranlık biçiminde yozlaşma laneti yeniden tekrarlanır. Kendi hakikatinin içkin gücüne güvenemeyip kaba kuvvete başvuran bir fikir adamı, insanın özgürlüğüne karşı savaş ilan etmiş olur. Şu ya da bu, fark etmez – hangi fikir, farklı kanaatleri tek kalıba döküp düzene sokmak üzere şiddete başvurursa, o andan itibaren artık bir ideal değil, bir vahşet ortaya çıkar. Başkalarına zorbalıkla dayatıldığında, en temiz inançlar bile akla karşı işlenmiş birer günah olur…  Her tür baskı, onun içindeki karşıt baskı dinamiklerini artırır ve tam da ezilip sıkıştırıldığı anda bir patlayıcıya dönüşür; her baskı, önünde sonunda isyana götürür… Yeryüzünün tümüne diktatörlükle tek bir dinin, tek bir felsefenin, tek bir dünya görüşünün dayatılması şimdiye değin mümkün olmamıştır, hiçbir zaman da mümkün olmayacaktır; zira akıl her zaman her türlü köleliğe karşı kendini korumayı bilecek, emredildiği üzere, onu sığlaştıracak ve renksizleştirecek, daraltacak, tek tipleştirecek biçimde düşünmekten kaçınacaktır. Bu yüzden de var olmanın Tanrısal çeşitliliğini tek bir paydaya bağlamaya kalkışmak, sırf bilek gücüyle dayatılmış bir ilke marifetiyle insanlığı iyi ve kötü diye, Tanrı’dan korkanlar ve sapkınlar diye, siyah ya da beyaz olarak bölmeye kalkışmak çok bayağı, çok gereksiz bir çabadır. İnsan özgürlüğünün bu şekilde baskı altına alınmasına isyan edecek bağımsız kafalar her zaman çıkacaktır…

Hakikati aramak ve onu kendi düşündüğü gibi ifade etmek asla suç olamaz. Kimse bir inanca zorlanamaz. İnanç özgürdür” diyor Castellio. Doğru da söylüyor. Doğru söylüyor, zira hakikati saptıranlar, onu boğmaya çalışanlar, hakikatin ifade edilmesini, bu amaçla inanç özgürlüğünü, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, diğer başkaca hak ve özgürlükleri kısıtlayanlar ve cezalandıranlar, son kertede hep yenilmişler, kendi dar zamanlarında vicdana karşı galip gelmiş olsalar da, tarih tarafından mahkum edilmişlerdir. Dünya tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Stefan Zweig’in, Calvin ve benzerleriyle ilgili olarak yaptığı tespitler, son derece yerinde ve günümüz Türkiye’sine ışık tutar içeriktedir. Bu bağlamda, Calvin ile ilgili olarak “Politik zaferinin sırrını sadece bu taş gibi sarsılmazlığı, bu buz gibi katılığı açıklar” diyen Zweig devamla şunları yazar:  “… tarihte ancak böyle bir kendine takıntılı olma hali, böyle muazzam bağnazlıkla bir kendinden emin olma hali lider yapar adamı. Her zaman etkileyici olan şeylere kapılan insanlık, asla sabırlı ve adil olanlara değil, sabit fikirlilere, kendi hakikatlerini mümkün olan tek gerçek, kendi iradelerini dünya kanununun temel biçimi olarak ilan etme cesaretini gösterenlere biat eder… Kitleler tarafından ilahlaştırılmak için geçmişte mağduriyete uğramış olmak gerekir, bir halk liderinin nefret edilen bir sistem tarafından zulüm görmüş olması, sonraki dönemlerde büyük kitlesel başarılarının ön koşulu sayılır… Calvin’in sırrı yeni değildir, diktatörlerin tümüne ait çok eski bir şeydir: Baskı, şiddet, terör… Sistemli bir biçimde düşünülüp tasarlanmış, despotça uygulanan devlet terörü, bireyin iradesini etkisiz hale getirir, her toplumu çözer, altını oyar… Calvin herkese her düşündüğünü söyleme özgürlüğü verilmez diye fikir yürütür; çünkü bu, Epikürcülere, ateistlere ve Tanrı’yı hakir görenlere yarar. Sadece hakiki doktrin tebliğ edilmelidir. Bu nedenle sansür – bütün zihniyet despotları yarı mantıksız ifadeleri tekrarlar – asla özgürlüğün kısıtlandığı anlamına gelmez… Tarih, anlaşılmaz maksadına doğru ilerlerken, zaman zaman ileriye doğru bir hamle yapmak üzere akıl almaz geri dönüşler yapar ve kasırga sellerinin en dayanıklı setleri ve bentleri yıkması gibi, hukukun kuşaktan kuşağa aktarılan duvarlarını yıkar; böyle ürkütücü anlarda insanlık, güruhların kanlı hiddetine, sürülerin köle uysallığına geri dönmek istermiş gibi olur. Lakin her selden sonra olduğu gibi, sular geri çekilmek durumundadır; bütün despotluklar kısa sürede eskir ya da soğur, bütün ideolojiler ve onların geçici zaferleri kendi zamanları içinde sona erer. Bu nedenle yalnızca düşünce özgürlüğü fikri, fikirlerin fikri, hiçbir zaman yenilmez her zaman geri döner, çünkü ruh ebedidir. Dışsal olarak, geçici biçimde susturulacak olduğunda, gerilere, vicdanın en derin bölgesine, hiçbir tehlikenin erişemeyeceği bir yere sığınır. Bu yüzden muktedirlerin ağzını kapatarak özgür ruhu mağlup ettiklerini sanmaları boşunadır. Çünkü her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima birileri çıkıp fikri görevini yerine getirmesi, insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna eski kavgaya yeniden başlaması gerektiğini hatırlar ve her zaman bütün Calvin’lere karşı bir Castellio ayağa kalkar, iktidarın bütün zorbalığına karşı düşüncenin ve vicdanın mutlak bağımsızlığını savunur.

Peki! Vicdan nedir? Ahlak konusunu, insan doğasına ilişkin ampirik/deneysel araştırmaları temel alarak inceleyen İngiliz piskopos, teolog ve ahlak felsefecisi Joseph Butler, “Fifteen Sermons/Onbeş Vaaz” isimli eserinde vicdanı, “insanın kendisi üzerine yargıya varmasını sağlayan davranışların kendi içlerinde haklı, doğru, iyi olduğunu ifade eden üstün bir tefekkür” ilkesi olarak tanımlar. Bu tanıma göre vicdan, insanı kendi davranışları ve ahlak değerleri üzerinde kendiliğinden yargıda bulunmaya iten içsel bir ses, bir güçtür.

İskoç ahlak profesörü ve büyük iktisatçı Adam Smith’e göre vicdan “içimizde var olan tarafsız bir seyircidir.” Bu seyirci, insanın kişisel tarihi içinde büyür, kendisini oldurur ve insanın kendi davranışları hakkında hüküm verir.

Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” isimli romanının kahramanı Raskolnikov’un peşini bırakmayan içindeki bu tarafsız seyircidir. Onun için Raskolnikov kendini yargılamaktan kaçamamıştır.

Vicdan konusunda evrensel olarak kabul edilebilecek davranış ilkelerinin doğuştan gelip gelmediği fikrini sorgulayan İngiliz düşünür Locke, “sizin davanız uğruna küçük parmağımı bile kıpırdatmamam başka davalar konusunda da vicdansız olduğum anlamına gelmez. Sizin davanıza ilgi duymadığım için suçlanmamalıyım. Vicdanın doğuştan gelen bir şey olduğunu ve içeriğinin evrensel bir nitelik taşıdığını düşünenler için, bu nedenle suçlanmam en doğal şey olurdu… Aynı vicdan eğilimine sahip kimi insanın kaçınacağı şeyi, bir başka insan uygular’ demek suretiyle vicdanın nesnelliği fikrine karşı çıkar. Zihni bir “kil levha”, “tabula rasa” yani “boş sayfa” gibi olan yeni doğmuş bir bebeğe benzeten ve bebeğin duyular dışında bir şey bilmediğini savunan Locke vicdan için de aynı şeyi düşünür. Yani vicdan, insanın doğarken getirdiği bir şey değil, sonradan öğrendiği bir şey, edindiği bir erdemdir.

Bilgeler tarafından ortaya konulan her biri diğerinden değerli bu görüşlere karşın, Calvin’in kurucu babası olduğu Kalvinizm’e göre, insanın vicdanı ve özgür iradesi yoktur. Calvin’in müritlerinden Theodore de Beze’ye göre “vicdan özgürlüğü bir şeytan öğretisidir.” Vicdanı ve özgür iradesi olmadığı için, iyi veya kötü olmayı insan kendisi seçemez. Bu inanışa göre insanın cennete veya cehenneme gideceği doğduğu zaman bellidir. İnsan bu kaderini dünyadaki amelleri ile değiştiremez.

Biz en iyisi şimdilik bunları bir tarafa bırakalım ve Kızılderili bir bilgeyle ilgili bir hikayeyle sözü burada bitirelim: “Kızılderili bilge çocuklara öğütler veriyormuş. Beynimde iki tane kurt var. Bunlar birbirleriyle savaşıp duruyorlar. Bunlardan biri; doğruluğu, sevgiyi, saygıyı, vicdanlı ve dürüst olmayı, alçak gönüllülüğü, hoşgörüyü, arkadaşlığı, dostluğu, coşkuyu, nezaketi, yaratıcılığı, sorumluluğu öğütlüyor bana. Diğeri; nefreti, kibiri, düşmanlığı, sevgisizliği, hoşgörüsüzlüğü, üç kağıtçılığı, ön yargıları, bağnazlığı, ikiyüzlülüğü, riyakarlığı, kurnazlığı öğütlüyor. Bunun üzerine çocuklar merakla, peki hangisi kazanacak diye sormuşlar. ‘Beslediğin kurt!’ demiş, bilge.”

Yani seçim bizim! Yani seçim sizin!