Prof. Dr. Çetin ARSLAN
Ar. Gör. Sefa ATA
Gerek Türk hukukunda gerekse Kıta Avrupası hukukunda, medeni ve cezai uyuşmazlıkların geleneksel anlamda kamusal yargı makamları aracılığı dışında, uyuşmazlığın taraflarının iradesinin esas alınması suretiyle ve yargılama süreci olmaksızın çözülmesini sağlayan alternatif yöntemler benimsenmekte; yargılama süreçlerinin kısaltılması, hızlandırılması, yargı teşkilatının iş yükünün azaltılması amacıyla farklı muhakeme usulleri ihdas edilmektedir. Türk Ceza Hukukunda da anılan eğilime paralel olarak benimsenen en önemli usul kurumu ise 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda (CMK) düzenlenen uzlaştırma kurumudur.
Şüpheli ile mağdur ya da suçtan zarar görenin çeşitli yöntemler ile uzlaştırılması/uzlaşması neticesinde soruşturma konusu suça ilişkin uyuşmazlığa son verilmesi şeklindeki usul, 2005’ten itibaren gerçekleştirilen ceza hukuku reformu bağlamında kimi zaman maddi ceza hukuku kimi zaman ise şekli ceza hukuku kapsamında benimsenmiş ve uygulanmıştır. Hukukumuzda, bugün artık alternatif uyuşmazlık çözüm yollarından birisi olarak değerlendirebileceğimiz uzlaştırma kurumuna ilişkin en kapsamlı düzenleme ise 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Kanun’un 24. maddesi ile yapılmış ve uzlaştırma müessesesi CMK’ye taşınmıştır.
Alternatif bir uyuşmazlık çözüm yolu olarak uzlaştırma, hukukumuzda uzun yıllardır uygulanıyor olsa da gerek bu usulün geleneksel muhakeme yöntemlerinin dışında olması gerekse de uygulamada yaşanan birtakım sorunlar nedeniyle uzlaştırma kurumunun tam anlamıyla hukukumuza entegre edilebildiğini söylemek güçtür. Nitekim, 20 yıla yakın süredir ceza muhakemesinde yer alan uzlaştırma kurumuna ilişkin sürekli değişiklikler yapılmaktadır. Bununla birlikte, uzlaştırma kurumunun yargıdaki iş yükünü azaltma ve yargılamaları hızlandırma amacının en önemli araçlarından birisine ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi tarafından verilen 26.07.2023 tarihli ve E: 2023/43, K: 2023/141 sayılı karar da uzlaştırma kurumuna ilişkin tartışmaların bitmesi ve kurumun hukukumuza tamamen entegre edilmesi bir yana, yeni tartışmaların gündeme geleceğini açıkça göstermektedir.
Anayasa Mahkemesi anılan kararı ile CMK md. 253/19 hükmünün beşinci cümlesinde yer alan “Uzlaşmanın sağlanması halinde, soruşturma konusu suç nedeniyle tazminat davası açılamaz;...” hükmünü 1982 Anayasası’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13. ve “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir. İzmir 2. Asliye Ticaret Mahkemesi tarafından somut norm denetimi yolu ile yapılan itirazın gerekçesinde Mahkeme; şikâyetten vazgeçme halinde dahi şahsi haklardan da vazgeçilmediği sürece tazminat davasının açılabileceğini, herhangi bir edim olmadan uzlaşmanın sağlanması halinde tazminat davası açılamamasının orantılılık ilkesine aykırı olacağını, uzlaştırma kurumu ile sağlanması beklenen kamusal yarar ile zarar görenin kişisel yararı arasındaki dengenin kurulamadığını ifade ederek söz konusu hükmün iptalini talep etmiştir.
İlk incelemenin ardından işin esasına geçen Anayasa Mahkemesi, uzlaşmanın -edimli ya da edimsiz fark etmeksizin- sağlanması durumunda mağdurun ya da suçtan zarar görenin hukuk mahkemeleri nezdinde tazminat davası açabilmesini engelleyen hükmü öncelikle Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesi kapsamında ele almıştır. Yüksek Mahkeme, hak arama hürriyetinin hem kendisinin bir temel hak olduğunu hem de diğer temel hak ve özgürlüklerin gereken şekilde kullanılmasını sağlayan bir güvence olduğunu ifade ettikten sonra hak arama hürriyetinin temel unsurlarından birisi olarak mahkemeye erişim hakkına vurgu yapmıştır. Mahkeme, itiraz konusu kuralı mahkemeye erişim hakkının sınırlanması olarak nitelendirdikten sonra söz konusu sınırlamanın anayasal koşullara uygun olup olmadığını; sınırlama sebeplerine uygunluk, ölçülülük ve kanunilik kriterleri bakımından değerlendirmiştir. Başka bir deyişle, Anayasa Mahkemesi söz konusu hükmün bir temel hak olarak mahkemeye erişim hakkını kısıtlayan niteliği üzerinde durmuş ve bu sınırlamanın hukuka uygun olup olmadığını, Anayasa’nın 13. maddesi ile AYM ve AİHM içtihatları ile geliştirilen ölçütler doğrultusunda değerlendirmiştir.
Bilindiği üzere, Anayasa’nın 13. maddesi temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına cevaz vermiş ve bunun için gerekli şartları saymıştır. Bu şartlardan başlıcası temel hak ve hürriyetlere ilişkin sınırlamanın ancak teknik anlamda kanun ile yapılabilecek olmasıdır. Başka bir deyişle sınırlama ancak Anayasa ve TBMM İçtüzüğünde öngörülen usuller ile yasama organı tarafından çıkarılan bir kanun ile mümkün olabilecektir. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu kararında da belirtildiği üzere sınırlamanın kanunla yapılması tek başına yeterli olmayıp sınırlama öngören hükümlerin keyfiliği önleyecek biçimde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir de olması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi, hükme ilişkin yaptığı değerlendirmede “kuralda hangi hâl ve şartlarda, hangi davaların açılamayacağı hususlarının herhangi bir tereddüde yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel şekilde düzenlendiği gözetildiğinde kuralın kanunilik şartını sağladığı sonucuna” ulaşmıştır.
Öte yandan Anayasa Mahkemesi, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin özel hükümler olmasa bile başkaca temel hak ve özgürlerin ya da devlete yüklenen ödevlerin bir sınırlama sebebi oluşturabileceğini kabul ederek Anayasa’nın 141. maddesine atıf yapmıştır. Davaların en kısa sürede ve en az masrafla görülmesi ödevini devlete yükleyen bu hüküm karşısında yargıdaki iş yükünün azaltılması ve yargılamaların hızlandırılması amacıyla alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerinin benimsenmesi Yüksek Mahkeme tarafından meşru bulunmuş, mahkemeye erişim hakkının ihlali niteliğindeki itiraz konusu hükmün devletin ödevlerini layıkıyla yerine getirebilmesi adına gerekli ve meşru olduğunu ifade etmiştir.
Uzlaşma neticesinde tazminat davası açılamayacağı kuralı ile mahkemeye erişim hakkını sınırlayan itiraz konusu hükmün çeşitli açılardan Anayasa’nın 13. maddesindeki koşullara uygun olduğunu teyit eden Yüksek Mahkeme, son olarak ölçülülük ilkesine ilişkin değerlendirmede bulunmuş; bir temel hak olarak mahkemeye erişim hakkına getirilen sınırlamanın elverişlilik, gereklilik ve orantılılık alt ilkeleri bağlamında ölçülü olup olmadığını tartışmıştır.
Anayasa Mahkemesi, yargının iş yükünün azaltılması amacına ulaşılabilmesi için alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerinin, bu bağlamda uzlaştırma sonucu tazminat davası açılmasını engelleyen kuralın, elverişli ve gerekli olduğunu kabul etmiş; bununla birlikte, uzlaşmanın tarafların aydınlatılmış özgür iradelerine uygun olması hususunda gerekli kanuni güvencelerin sağlandığını da belirtmiştir. Bu bağlamda Yüksek Mahkeme, uzlaşma süreci itibariyle suç konusu eylem nedeniyle ortaya çıkan tüm sonuçların öngörülebildiği ve gerçek zararın belirlenerek üzerinde uzlaşıldığı durumlarda uzlaşma neticesinde tazminat davasının açılamamasının anayasal bir soruna sebep olmayacağını ifade etmiştir.
Tam bu noktada Anayasa Mahkemesi bir ayrım yaparak suç teşkil eden eylem nedeniyle meydana gelen zararın uzlaşma süreci itibariyle bilinmesinin mümkün olmadığı, maluliyet oranı vb. gibi teknik ve karmaşık hesaplamalara dair belirlemenin taraflarca yapılamayacağı, bu nedenle de gerçek zararın altında bir edim karşılığında uzlaşmanın söz konusu olabileceğini vurgulamıştır. Mahkemeye göre, mağdur ya da suçtan zarar gören her ne kadar uzlaşmanın hukuki sonuçları hakkında aydınlatılsa da “İlgililerin uzlaşmanın sağlanması durumunda edimi aşan ve tazminat davasına konu edilemeyecek zarara ilişkin her durumda eksiksiz ve doğru bilgiye sahip olabilecekleri” söylenemeyecektir. Bu bağlamda da mağdur ya da suçtan zarar görenin edimi aşan zararlarını dava yolu ile talep edememelerinin orantılı olmadığı vurgulanmıştır.
Burada önemle üzerinde durulması gereken husus ise Anayasa Mahkemesi’nin yargının iş yükünün hafifletilmesi kaygısıyla temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması arasında hassas bir denge gözetmesidir. Nitekim Mahkeme, “Başka bir deyişle kuralda yargının iş yükünün azaltılması amacıyla mahkemeye erişim hakkına getirilen sınırlama arasında makul bir denge kurulamamıştır” şeklindeki ifadeyle, satır arasında, alternatif uyuşmazlık çözüm yollarının geleneksel muhakeme yöntemlerinin yanında istisnai olduğunu ve birtakım pratik kaygılarla bu yöntemlere başvurmanın her durumda yerinde olmayacağını vurgulamıştır. Alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerinin benimsenmesinde onarıcı adaleti yaygınlaştırmak amacının yanı sıra yargının iş yükünün hafifletilmesi amacının da başat konumda olduğu düşünüldüğünde Anayasa Mahkemesi’nin iş yükünün azaltılması amacı ile temel haklar arasında gözettiği denge daha da anlam kazanmaktadır.
Bununla birlikte, uzlaşmanın hukuki sonuçlarından birisi olarak soruşturma konusu suça ilişkin tazminat davası açılamamasına ilişkin kuralın iptali kanaatimizce yerindedir. Söz konusu kural başta şüpheli dışında sigorta şirketlerine dava açılıp açılamayacağı hususundaki belirsizlikler gibi nedenlerle uygulamada uzun süredir hak kaybına neden olmaktadır.
Anılan hükmün iptali neticesinde doğan sorunlu bir sonuç ise CMK md. 253/19 hükmünün beşinci cümlesinin yalnızca “Uzlaşmanın sağlanması halinde, soruşturma konusu suç nedeniyle tazminat davası açılamaz;...” kısmının iptal edilmesidir. Zira, cümlenin iptal kararı öncesindeki hali, “Uzlaşmanın sağlanması halinde, soruşturma konusu suç nedeniyle tazminat davası açılamaz; açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır.” şeklinde olup hükmün yalnızca ilk kısmının iptal edilmesi “…açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır” kısmının Kanun metninde kalmasına neden olmuştur. Nitekim, iptal kararı mevzuata işlenirken de “…açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır” kısmı korunmuştur. Oysa ki, cümlenin iptal edilmeyen ve Kanun maddesinde kalan kısmı iptal edilen kısımla bağlantılı olup 19. fıkranın beşinci cümlesinin tamamının iptal edilmesi gerekirdi. Aksi takdirde 19. fıkranın dördüncü cümlesinde yer alan “Kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararından sonra, uzlaşmanın gereklerinin yerine getirilmemesi halinde, 171 inci maddenin dördüncü fıkrasındaki şart aranmaksızın, kamu davası açılır.” şeklindeki hükmün ardından “…açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır” hükmü gelmektedir ki kamu davasından feragat edilebileceği şeklinde bir anlam doğmaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin beş üyesi ise çoğunluk kararına katılmayarak itiraz konusu hükmün iptalinin gerekmediği yönünde karşı oy kaleme almışlardır. Karşı oy gerekçesi incelendiğinde, çoğunluk tarafından Anayasa’nın 36. maddesinde yer alan hak arama hürriyetinin iptal kararına gerekçe yapılmasının yerinde olmadığı dile getirilmiştir. Azınlık görüşüne göre, Anayasa’nın 36. maddesinin sağladığı güvencelerin devreye girebilmesi ancak bir uyuşmazlığın varlığı halinde söz konusu olup uzlaştırma sürecinde tarafların sulh olmaları medeni uyuşmazlığı ortadan kaldırmaktadır. Hal böyle olunca da Anayasa’nın 36. maddesindeki güvencelerin uygulanma olanağı kalmamaktadır. Ayrıca, karşı oy gerekçesine göre, uzlaştırma sürecinde zararın tamamının öngörülüp öngörülmemesi, uzlaşma suretiyle gerçekleştirilen sulhun neticesini değiştirmemekte; taraflar edimi aşan bir zararın varlığını bilerek sulh olmaktadırlar. Kaldı ki, taraflar tüm bu hukuki sonuçlara ilişkin olarak da aydınlatılmaktadır.
Karşı oy gerekçesinde her ne kadar uyuşmazlık gündeme gelmeden Anayasa’nın 36. maddesinde yer alan hak arama hürriyetinin devreye girmeyeceği ifade edilmişse de hak arama hürriyeti yalnızca medeni uyuşmazlıklara ilişkin olmadığı gibi, esasen uzlaştırmaya konu eyleme ilişkin soruşturma başladığı anda cezai bir uyuşmazlık doğmakta ve bu kapsamda da gerek şüpheli gerekse mağdur ya da suçtan zarar gören açısından hak arama hürriyetinin sağladığı güvenceler uygulama alanı bulmaktadır. Bununla birlikte, tarafların uzlaştırmanın hukuki sonuçlarına dair aydınlatıldığı gerekçesiyle edimi aşan zarar riskini de bir bakıma kabullenerek sulh olduklarına, böylelikle de uyuşmazlığın ortadan kalktığına ilişkin pozitivist temelli görüşün hak arama hürriyetinin orantısız bir biçimde sınırlandırılması karşısında geçerliliği bulunmamaktadır.
Nihayet, Anayasa Mahkemesi tarafından CMK md. 253/19 hükmüne ilişkin olarak verilen iptal kararı alternatif uyuşmazlık çözüm yollarının uygulanma alanını ve genişlemesi beklenen kapsamını daraltıcı niteliktedir. Her ne kadar, uzlaştırmada tarafların hukuk mahkemesi nezdinde tazminat davası açılmayacağına ilişkin olarak karşılıklı sulh ve kabul anlaşması yapmaları mümkünse de tazminat davasının açılmasının hiçbir ayrım gözetilmeden kanun metniyle engellenmesi Anayasa Mahkemesi’ne göre geleneksel anlamda adil yargılanma hakkının ve hak arama hürriyetinin ihlali sonucunu doğuracaktır. Bu bağlamda, iptal edilen hükme ilişkin olarak yapılması muhtemel yeni kanuni düzenlemede uzlaştırma neticesinde açılamayacak tazminat davaları hakkında bir ayrıma gidilmesi gündeme gelebileceği gibi, kanuni düzenlemeye ihtiyaç olmasa da tarafların tazminat davası açmamak konusunda anlaşabileceklerini teyit eden bir düzenlemenin yapılması beklenebilir.
Prof. Dr. Çetin ARSLAN
Ar. Gör. Sefa ATA