Bu yazımızın kapsamı; Rusya Federasyonu’nun, Ukrayna Devleti’nin toprağı olan Kırım’da yaşayanların tercihi ve Rusya Federasyonu’na katılma isteğini gösteren halk oylamasını da gerekçe göstererek, gerçekleştirdiği ilhakı ve bunun siyasi, sosyal, iktisadi ve güvenlik gerekçelerini tartışmak değildir. Yine; Ukrayna Devleti’nin bir bölgesi olan Donbas’da Rusya Federasyonu yanlısı ayrılıkçı güçler tarafından Donetsk Halk Cumhuriyeti ve Luhansk Halk Cumhuriyeti adları ile kurulup bağımsızlığını ilan ettiğini söyleyen iki Devletin Rusya Federasyonu tarafından tanınmasının, hukuk dışında kalan gerekçeleri ile İspanya Cumhuriyeti ile Irak Cumhuriyeti’nden ayrılmak suretiyle yeni devlet kurma çabalarının iç ve dış politik sebepleri bu yazıda incelenmeyecektir.
Uluslararası alanda hukuk var mı, temel kaynak niteliği taşıyan uluslararası sözleşmeler ve teamüller tam manası ile olmasa bile kısmen veya yeterince uygulanabiliyor mu? Elbette hayır. Hala ilkelliğin ön planda olduğu, gücün ve milli yararların esas alındığı, bunların Uluslararası Hukuka yön verdiği, daha ziyade “kazanan kaybeden” mantığı üzerinden akdedilen mutabakatlarla yön bulan, 10 yıl, 20 yıl veya 50 yıl önce imzalanmış sözleşmelerin gereğini “ahde vefa” ilkesi olarak tanımlanan ve daha fazla gücü az veya bölgesel nitelik taşıyan devletlere, o da diledikleri gibi anlamak suretiyle dayatılan iki veya çok taraflı sözleşmeler uygulanmasa ne olur veya varlıkları ne kadar konfor sağlar veya rahatsız edici olabilir?
Rusya Federasyonu’nun Ukrayna Devleti’ne açtığı savaş ve başlattığı işgal harekatının siyasi ve askeri bakımdan haklı ve savunulabilir sebepleri olsa da, Uluslararası Hukuk nazarında konuya baktığınızda, içte egemen ve dışa karşı bağımsız bir devlet olan Ukrayna Devleti’nin ve yönetenlerinin özgür iradelerine müdahale edilebilmesi, bu kapsamda Avrupa Birliği ve NATO ile temasları, bu konularda tercihleri, esasen geçmişte Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya giren veya bu uluslararası örgütlerden ayrılan devletlerden farklı değildir. Rusya Federasyonu’nun; belki Minsk Sözleşmesi çerçevesinde hak ve yetkilerini ortaya koyması mümkün gözükse de, bu süreç ve Ukrayna Devleti’nin NATO’ya girme süreci, Uluslararası Hukuk çerçevesinde savaşın veya işgalin haklı gerekçesi yapılamaz. Bu nedenle Rusya Federasyonu; Ukrayna Devleti’nin Donbas bölgesinde başlattığı saldırı ve işgal harekatının gerekçesini, orada de facto/fiili kurulduğunu ve kendisi tarafından tanındığını iddia ettiği iki Cumhuriyetin etkin yardım talebi ile açıklamaya çalışmıştır.
Gerçi uluslararası ilişkilerde hukuktan ziyade, askeri ve iktisadi gücün öne çıktığı, hukukun ve düzenin ise kazanan ve kaybedene göre şekillendirildiği bilinmektedir. Bu anlamda, Donbas bölgesinde kurulup ilan edildiği söylenen her iki Cumhuriyetin de de facto/fiili kurulup uluslararası alanda tanınmaya elverişli vaziyete geldikleri söylenemez. Rusya Federasyonu tarafından ileri sürülen bu gerekçenin, esasen biraz sonra kısa başlıklar halinde açıklayacağımız self determinasyon/halkın kendi kaderini tayin hakkı ile de bir ilgisi yoktur, çünkü her iki Cumhuriyetin Ukrayna Devleti’nin ülkesi olan Donbas bölgesinde ayrılıkçı faaliyetlerde bulunduğu, iç karışıklık çıkardığı ve Ukrayna’nın milli menfaatlerine karşı hareketlerde bulunduğu, bu iki Cumhuriyetin Rusya Federasyonu yanlılarınca kurulup desteklendiği, aynı şekilde Rusya Federasyonu’nun da ayrılıkçıları desteklediği, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB’nin) çöküşü ile başlayan doğu bloku ülkelerinin dağılması sonrasında iyice güçlenen ABD’nin ve etkisinde bulunan NATO’nun yayılmacılığına, NATO üyesi ülkelerinin sınırlarının Rusya Federasyonu’nu çok yaklaşıp, çevrelendiğini ve yakın tehlikeyle karşı karşıya kaldığını ileri süren Rusya Federasyonu’nun, gerek tehdit algısından ve gerekse de tekrar SSCB dönemine dönebilme umudu ile hareket ettiği, sadece askeri değil yeraltı kaynakları ve zenginlikleriyle birlikte iktisadi gücüne de güvendiği, görünür ve gerçek amaçları farklı gözükmekle birlikte, Rusya Federasyonu tarafından Ukrayna topraklarının yeterli hukuki temeli olmadan işgal edildiği, askeri işgal sırasında birçok can ve mal kaybının yaşanacağı, insan ve canlı hayatının olumsuz etkileneceği tartışmasızdır.
Aşağıda; Av. Fatma Betül Bodur ile “Halkın Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, “Bir Ülkenin Bir Kısmında Yaşayanların Ayrılma Hakkı” ve “Devletten Ayrılma Süreçleri” başlıkları altında kaleme aldığımız üç yazıdan yararlanarak, İkiz Yasalar ve self determinasyon/halkın kendi kaderini tayin hakkı konularında bilgi verilecektir.
Birleşmiş Milletler Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi ile Birleşmiş Milletler Uluslararası İktisadi, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin (İkiz Yasaların) ortak 1. maddesinin birinci fıkrasına göre; “Bütün halklar kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir. Bu hak uyarınca bütün halklar, kendi siyasal statülerini özgürce belirlerler ve iktisadi, sosyal ve kültürel gelişmelerini özgürce gerçekleştirirler”. Türkiye Cumhuriyeti, İkiz Yasaları 15.08.2000 tarihinde imzalamış ve 04.06.2003 tarihinde yürürlüğe koymuştur.
Uluslararası Hukukun yapıtaşlarından birisi, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesidir. BM Andlaşması’nın 2. maddesinin 4. fıkrasına göre; “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar”.
Bağımsız bir ülkede gerçekleşen ayrılıkçı hareketlerin uluslararası barışı ve güvenliği tehdit ettiği durumda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi duruma müdahale edebilir ve siyasi alanda verilen kararlar maalesef ülkelerin bölünmesi ile sonuçlanabilir. Bu tür bir durumun gerçekleşmesi; BM Güvenlik Konseyi’nin daimi beş üyesi ABD, Rusya, Çin, Birleşik Krallık ve Fransa arasındaki siyasi kutuplaşma gözönüne alındığında hayli zayıf bir ihtimaldir.
Günümüzde; insani müdahale, “savunma saldırısı” ve benzeri bazı argümanlar, “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesinin istisnası olma iddiasını taşımaktadır. Ancak bu görüşlerin istisnai nicelikte kullanıldığı, bu sebeple Uluslararası Teamül Hukuku normu olmaktan çok uzak olduğu ve uluslararası sözleşmelerde bağlayıcı şekilde düzenlenmediği bir gerçektir. Elbette hukuktan ziyade gücün önem taşıdığı uluslararası alanda devletlerin hukuka aykırı davranışlarını hukukileştirme çabaları olacaktır.
İkiz Yasaların ortak 1. maddesine göre; hazırlık çalışmalarının incelemesi, kendi kaderini tayin hakkının üç tip insan topluluğu için geçerli olduğu görüşünü ortaya çıkarmaktadır. Bunlar; bağımsız ve egemen bir devletin ülkesinde yaşayan nüfusun tamamı, sömürgede bulunan topraklarda yaşayan nüfusun tamamı ve yabancı bir devletin askeri işgali altında yaşayan nüfuslardır. Görüleceği üzere, kendi kaderini tayin hakkının dış ve iç olmak üzere iki uygulaması vardır. Nüfus tiplerinden ilki, kendi kaderini tayin hakkını içeride uygularken, ikinci ve üçüncü nüfuslar dış, yani yabancı bir devlete karşı, bu hakkı kullanabilmektedirler.
Her ne kadar “halk” terimine çeşitli anlamlar yüklense de bu durum; “kendi kaderini tayin etme hakkından faydalanan” halkın, farklı şekillerde yorumlanabileceği anlamına gelmez. Self determinasyon/halkın kendi kaderini tayin hakkının öznesi halk; etnik bir topluluk değil, sınırları belirli bir toprakta yaşayan nüfustur.
“İkiz Yasalar” adı ile bilinen Birleşmiş Milletler Sözleşmelerinin hazırlık çalışmaları, self determinasyon için iki meşru çoğunluk gerekliliğini desteklemektedir. Bir ülkenin bölünebilmesi için, hem ayrılmak isteyen kısım topluluğunun ve hem de tüm ülke nüfusunun bunu desteklemesi gerekmektedir. Çünkü bir ülkede yaşayan her vatandaşın ülkenin her yeri ve tüm coğrafyası üzerinde söz hakkı vardır. Bu söz hakkını bir bölgede yaşayan insanlara özgüleyerek, ülkede yaşayan diğer vatandaşlar gözardı edilemez.
Self determinasyon hakkında kısa açıklamalar yapacak olursak;
Self determinasyon hakkından kimler faydalanır, yani self determinasyon hakkının öznesi kabul edilen “halk” kimdir? “Halk” teriminin doktrinde birden çok tanımı olmasına rağmen, self determinasyon hakkının öznesi olan halk; bağımsız bir devletin bütün nüfusu, sömürge altında yaşayan bir ülkenin nüfusu, yabancı devlet işgali altında yaşayan bir ülkenin nüfusu olup, self determinasyon hakkının kullanımı, yani halkın kendi kaderini tayini için belirtilen nüfuslardan birisi bulunmalıdır.
Özne; bir coğrafya üzerinde yaşayan nüfustur, etnik veya dini topluluklar değildir, yani etnik köken, din, mezhep, iktisadi gelişmişlik veya ideoloji sebebiyle çoğunluktan ayırt edilebilen bir topluluğun self determinasyon hakkı kabul edilmemiştir.
İkiz Yasalar ortak m.1’e göre self determinasyon hakkı neyi içerir?
1- Halkın kendi siyasi statüsünü belirlemesi (bu kapsamda devlet kurma veya rejim/sistem değiştirme girer, ancak yukarıda sayılan birinci grup devlet kuramazken, rejimi/sistemi değiştirebilir), özgürce iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda gelişmesini,
2- “Karşılıklı yarar” ilkesine dayanan uluslararası iktisadi işbirliğinden ve Uluslararası Hukuktan doğan herhangi bir yükümlülüğe halel gelmeksizin, kendi doğal zenginliklerinden ve kaynaklarından özgürce yararlanmayı içerir. Self determinasyon yalnızca “ayrılma” olarak tanımlanamaz. Yeri gelmişken belirtmeliyiz ki, “ayrılma” da yalnızca toprak bütünlüğünün bozulması değildir, “ayrılma” teriminden maksat, devletin birden fazla parçaya ayrışması ve parçalanmasıdır.
Bugün Ukrayna Devleti, hem parçalanma riski ve hem de seçilmiş hükümetini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu iki riski birbirinden ayırmak mümkün değildir, çünkü Rusya Federasyonu kendisine göre ilan ettiği gerekçeyle başlattığı savaşta, Ukrayna ülkesinin tümünü hemen işgal edip kontrol altına alamayacağından, Ukrayna Ordusuna destek vermek suretiyle meşru hükümeti değiştirmeye çalışacak ve devam eden süreçte Ukrayna Devletinden tümü ile ayrılan iki devleti veya özerk yapıyı gündemine alacaktır.
Self determinasyon hakkı nasıl kullanılır?
1- Bağımsız bir devletin bütün nüfusunun tamamının kendi kendisini yönetmesi: Şu an Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün nüfusu kendi kaderini tayin etmekte ve farklı siyasi görüşler birlikte bir sisteme şekil vermektedirler. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin sahibi olan Türkiye Halkı kendi kendisini cumhuriyetle yönetme kararını aldı ki, bu da self determinasyon hakkının kullanılması anlamına gelir. Bu şekli ile self determinasyon ülke içerisinde kullanılır, yani ayrılma içermez. Ancak bir devlet bütününde ayrılma kararı da alınabilir, fakat bu kararın geçerli olabilmesi için devletin ülkesinde yaşayan bütün nüfusun iradesine başvurulmalıdır.
2- Sömürge altında yaşayan bir ülkenin, bağımsızlığını ilan etmesi: Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsızlık kazanması bu şekilde olmuştur. Self determinasyon hakkının dışa karşı kullanılması ile yeni devletler türemiştir.
3- Yabancı devlet işgali altında yaşayan ülkenin nüfusu: Türkiye topraklarının Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kurtuluş Savaşı ile işgalden arındırılması buna örnektir. Modern Doğu Avrupa öğretisi; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasını, SSCB’yi Rusya’nın işgali olarak nitelendirerek, yabancı devlet işgali altında yaşayan ülke nüfuslarının self determinasyonu olarak açıklamaktadır.
Kısaca; self determinasyon hakkı “ayrı devlet kurma” hakkını içerir mi?
Yalnızca yukarıda yer verilen 2. ve 3. kullanım şekillerinde self determinasyon ayrı (yeni) devlet kurma olarak uygulanabilir. İlk kullanımda böyle bir durum yoktur, yani ilk kullanımda self determinasyon hakkı ayrılma hakkını içermemektedir. Self determinasyonun ayrılma hakkını içerir şekilde yorumlanması, hem “toprak bütünlüğüne saygı” ilkesine (BM Andlaşması m.2/4) aykırı olur ve hem de self determinasyon hakkının özüne aykırıdır. Ayrılıkçı hareketlerin self determinasyon hakkını gerekçe olarak göstermeleri hatalıdır, çünkü devletin ve ülkenin toprak bütünlüğü esas, ayrılma ise istisnadır.
Hukuken ayrılma nasıl mümkün olur? Ana devletin rızası alınarak yapılan ayrılma ile (Bangladeş’in Pakistan’dan, Güney Sudan’ın Sudan’dan ayrılması) istisnai olarak BM Güvenlik Konseyi’nin müdahalesi ile gelişen süreç sonucunda ayrılma (Kosova) hukuka uygun olacaktır.
Ana devletin rızası nasıl alınır?
Ayrılmak isteyen kısım ile devlet bir araya gelir ve görüşmeler yapar. Yakın tarihte gerçekleşen İskoçya halkoylamasından ayrılma yönünde sonuç çıksa idi, Birleşik Krallık hükümeti ile İskoçya hükümeti ayrılma çalışmalarına başlayacaktı. Güney Sudan ve Sudan da referandumdan sonra görüşmeler yapmış ve kademeli olarak ayrılmışlardır.
Quebec’in ayrılma talebine dair Kanada Anayasa Mahkemesi’nin görüşüne göre; ana devletin rızasının oluşumunda iki meşru çoğunluk gerekmektedir, yani hem ayrılmak isteyen parça ve hem de ülkenin tamamı ayrılmayı onaylamalıdır, aksi takdirde self determinasyon hakkı ihlal edilmiş olacaktır, çünkü halkın onayı alınmadan kaderi tayin edilmiş olacaktır. Quebec’in bağımsızlığı için 1980 ve 1995 yıllarında düzenlenen iki halkoylamasının da, Quebec sınırları içerisinde yapıldığını ve Kanada’nın geri kalanının bu halkoylamasına dahil edilmediğinin altını çizmek isteriz.
İki meşru çoğunluğa dair bir diğer örnek; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Aaland Adaları sorunudur. İsveççe konuşan Aaland Adaları (Finlandiya’da kalıp, İsveç’e katılmak isteyen adalar), bugün hala Finlandiya’ya aittir. Milletler Cemiyeti Uluslararası Hukuk Komisyonu; uluslararası alanda sırf adaları kapsayıp, Finlandiya’nın geri kalanını dışlayan bir ayrılma isteminin bir sonuç doğurmayacağını, Finlandiya’nın tamamının kabulünün aranması gerektiğini belirtmiştir.
Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD’nin) Kosova kararı tam olarak ne diyor? Self determinasyon hakkı ayrılmayı içermiyorsa, Kosova kararı nasıl çıkmıştır?
UAD kararında; tek başına “Kosova’nın bir taraflı bağımsızlık ilanı Uluslararası Hukuka aykırı değildir” demektedir.
Kosova Şubat 2008 yılında bağımsızlık ilan etmiştir. Kasım 2008’de ise BM Genel Kurulu, UAD’ye tavsiye görüşü vermesi istemi ile başvurmuştur. UAD’nin kararı bir görüş olup, bağlayıcı hüküm niteliği taşımaz.
BM Genel Kurulu’nun sorduğu soru şu: “Kosova’da yer alan Geçici Özyönetim Kurumları’nın bir taraflı bağımsızlık ilanı Uluslararası Hukuka uygun mudur?”
UAD’nin görüş yetkisini belirlemek gerekir. UAD Statüsü m.65’e göre; “1. Divan, Birleşmiş Milletler Andlaşması gereğince veya bu Andlaşma hükümlerine uygun olarak görüş istemeye yetkili kılınmış her organ veya kuruluşun isteği üzerine her türlü hukuksal sorun konusunda görüş verebilir.
2. Divan’dan görüş istenen sorunlar, görüş verilmesi istenen sorunu açık ve kesin bir dille belirten yazılı bir dilekçe ile Divana sunulur. Bu dilekçeye sorunu aydınlatabilecek tüm belgeler eklenir.
UAD de Kosova kararının 51. paragrafında bunu çok net bir biçimde açıklamaktadır: “Mevcut durumda, Genel Kurulun sorduğu soru açık ve kesin bir biçimde ifade edilmiştir. Soru dar ve özeldir; Genel Kurul; bağımsızlık ilanının Uluslararası Hukuka uygun olup olmadığını sormaktadır, bu ilanın sonuçlarının hukuka uygun olup olmadığını değil. Soru, bilhassa Kosova’nın devlet statüsü kazanıp kazanmadığıyla da ilgili değildir. Soru, Kosova’nın yabancı devletlerce bağımsız devlet olarak tanınmasının hukuka uygun olup olmadığını da sormamaktadır”.
Sonuç olarak UAD; tek başına bağımsızlık ilanında hukuken sakınca olmadığını belirtmiştir. UAD’nin bu sonucu, bağımsızlık ilanının siyaseten veya vicdanen sakıncasız olduğu anlamına gelmemektedir. Ayrıca UAD’ye göre bağımsızlık ilanı, hukuken bağımsızlık anlamına gelmemektedir.
Bağımsızlık andlaşma ile olur. Yukarıda yer alan örnekler bunu göstermektedir. Katalonya’nın İspanya’dan ayrılıp bağımsızlık ilan etmesi, Uluslararası Hukukta hiçbir sonuç doğurmaz, bu durum Katalonya’yı “devlet” haline getirmez. Dolayısıyla; Katalonya’nın kendi sınırlarını kapsayan ve İspanya’nın tüm nüfusunun katılmadığı bir referandumla bağımsızlık ilan etmesi, yukarıda yer alan “toprak bütünlüğü” ve “ülkede yaşayan tüm nüfusun oylamaya katılması” ilkelerine aykırı olduğu gibi, sadece bağımsızlık ilanı da doğrudan bu ilanı yapan yapıyı “devlet” haline getirmez.
Yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında; uluslararası ilişkilerde ve çıkar çatışmalarında gücün ve güçlünün öne çıkıp, Uluslararası Hukuk kurallarının gözardı edildiği, askeri ve iktisadi kuvvetin hukukilik yerine, meşru temelin dayanağı olduğu, bu nedenle yukarıda anlattığımız süreçler ile ilgili yaşanan hukuka aykırılıkların uluslararası alanda etkin bir şekilde dile getirilemediği, sonuçta bağımsız ve egemen bir devlet olsa da Ukrayna’nın, iktisadi ve özellikle askeri yönlerinden daha güçlü olan Rusya Federasyonu karşısında zayıf kaldığı, haklarını kullanamadığı, uluslararası toplum ile örgütlerin de yeterli desteği vermediği görülmektedir. Ukrayna halkı için yıkıcı sürecin bir an evvel son bulmasını, savaşan tarafların barış masasına oturmasını dilemekle beraber, bu süreçte yukarıda yer verdiğimiz Uluslararası Hukuk kurallarına göre hareket edilmesi gerektiğini ifade etmeliyiz.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)