Daha önce "makul süre" ölçütü ile ilgili açıklamalara (tutuklama yönü ile İHAS m.5/3, dava yönü ile m.6/1) "Tutuklama" adlı kitabımda ve makalelerimde çokça yer vermiştim. Elbette makul süre; her somut olayın özelliklerine göre değişen, fakat sübjektif, yani önyargı ile kullanılmaması gereken bir ölçüttür. Bu ölçüt, Türkiye Cumhuriyeti açısından bağlayıcı olan Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 19. maddesinin 3. fıkrasında da tanımlanmıştır.
"Makul süre"; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu'na hakim olan hukukun evrensel ilke ve esasları çerçevesinde, kişi hak ve hürriyetlerini kısıtlayan bir hukuk vasıtasının (tedbirin) tanım, amaç ve fonksiyonuna uygun kullanılması sırasında geçen süre olup, Anayasa m.19/7’de açık olarak ve 36/1’de de “dürüst yargılanma hakkı” kapsamında düzenlenmiştir. Anayasa m.19/7’nin birinci cümlesine göre, “Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı, soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır”.
"Yol Tutuklaması" başlıklı yazımın eleştiri cevap kısmında da, yargı makamlarını bağlayan değil, onların takdir ve değerlendirmesini kullanmalarına imkan tanıyan "makul süre" gibi kavramların isabetli olacağını; “Yol tutuklaması ile tutuklanan şüpheli veya sanığın tabii hakim veya mahkemesine sevkinde 5, 10 veya 15 günlük sürelerin, 21. yüzyılın ikinci on yılında, yani bilim ve tekniğin, ulaşımın bu derece geliştiği zamanda kabulünün mümkün olmadığını, kaldı ki CMK m.94'de net bir şekilde 'en kısa zamanda gönderilmek' ibaresine yer verildiğini, ayrıca bu konuda bir de hakim ve mahkemelere emredici mahiyette süre sınırlaması getirmenin de isabetli olmayacağını, bu tür 'makul süre', 'en kısa zaman' veya 'derhal' gibi ibareler yerine kanun koyucu tarafından kesin sürelerin gösterilmesi uygulamasına pek de katılmadığımızı, kişi hürriyeti ve güvenliği ile ilgili konularda kanun koyucunun geçmiş uygulama hataları sebebiyle kesin süreler göstermeyi tercih ettiğini, ancak uygulamada bu sürelerin sonuna kadar kullanıldığının görüldüğünü, özellikle gözaltı ve tutukluluk sürelerinin azami kullanım örnekleri ile karşılaşıldığını, bu sebeple isabetli olanın en azından savcı, hakim ve mahkeme yönünden süre gösterilmeyip yerine belirttiğimiz ibarelerin kullanılmasının olacağını ifade etmek isteriz.” sözleri ile açıklamıştım.
Kanun koyucu, kişi hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasını gündeme getiren koruma tedbirleri konusunda "makul süre" gibi bir ölçüt yerine, kolluk, savcı ve hakim yönünden bağlayıcılık taşıyan kesin sürelere yer vermeyi tercih etmiştir. Bilirkişi raporunun hazırlanması için bu süre, üç ay asıl ve üç ay ek süre olarak gösterilmiştir (CMK m.66/1).
CMK m.147/1-d’de yakalanan kişinin, yakınlarından istediği kişiye yakalandığının derhal bildirilmesi hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir. Benzer düzenlemeye Anayasa m.19/6’da da yer verilmiştir. Bu hükme göre, “Kişinin yakalandığı veya tutuklandığı, yakınlarına derhal bildirilir”. CMK m.95/1’e göre, “Şüpheli veya sanık yakalandığında, gözaltına alındığında veya gözaltı süresi uzatıldığında, cumhuriyet savcısının emriyle bir yakınına veya belirlediği bir kişiye gecikmeksizin haber verilir”.
Kanun koyucu bu düzenlemelerde, somut süre sınırı göstermek yerine “derhal” ve “gecikmeksizin” ibarelerini kullanmayı tercih etmiştir. Böylece, şüpheli veya sanığın bir yakınına haber verilmesi için otuz dakika veya bir saat beklenmesi dahi uygun görülmemiştir. Bu yönü ile düzenleme isabetlidir. Bu düzenlemenin istisnasını Terörle Mücadele Kanunu’nda görmek mümkündür. TMK m.10/3-d’ye göre, “Soruşturmanın amacı tehlikeye düşebilecek ise yakalanan veya gözaltına alınan veya gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında Cumhuriyet savcısının emriyle sadece bir yakınına bilgi verilir”. Düzenlemeye bakıldığında, CMK m.95/1’den önemli bir farkın olmadığını görmekteyiz. Kanun koyucu, bu hükümde sadece “soruşturmanın amacı tehlikeye düşebilecek ise” ibaresine yer vermiş ve bu sebeple de yakalanan veya gözaltına alınan ya da gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında cumhuriyet savcısının emri ile yalnızca bir yakınına bilgi verileceği ifade edilmiştir. Esasında bu hüküm ile CMK m.95/1 arasında bir fark da bulunmamaktadır.
Kanaatimizce, kabulü mümkün olmayacak, savunma hakknı kısıtlayan ve soruşturma aşamasında şüpheli ve müdafiinin ilişkisini yirmisört saat süre ile kesen TMK m.10/3-e daha dikkat çekicidir. Bu hükme göre, “Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, cumhuriyet savcısının istemi üzerine, hakim kararıyla yirmidört saat süre ile kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz”.
Gözaltı süresi, üç şüpheliye kadar yirmidört saat (CMK m.91/1), üç ve daha fazla şüpheli için, yani toplu suçlarda dört gündür (CMK m.91/3). Anayasada gösterilen azami süreler ise, kırksekiz saat ve dört gün olarak belirlenmiştir. Anayasa m.19/5’e göre, “Yakalanan veya tutuklanan kişi, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırksekiz saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hakim önüne çıkarılır. Kimse, bu süreler geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir”. Kanunla, Anayasa tarafından üst sınırı belirlenmiş bu sürelerin aşılması mümkün değildir. Belirtmeliyiz ki Terörle Mücadele Kanunu m.10/3-ç’de, CMK m.91/1’de yirmidört saat olarak gösterilen gözaltı süresinin kırksekiz saat olarak uygulanacağı ifade edilmiştir. Terörle Mücadele Kanunu, toplu suçlarla ilgili gözaltı süresinde farklı uygulamaya yer vermemiştir.
Gözaltı sürelerine, yakalama yerine en yakın hakim veya mahkemeye şüphelinin gönderilmesi için zorunlu süre dahil değildir ve bu süre en fazla oniki saattir. Yol süresinin, sadece bir veya iki şüphelinin soruşturmasında geçerli olacağı, çünkü bu hükmün CMK m.91/1'de ve hemen "yirmidört saati geçemez" ibaresinden sonra yer aldığı, bu sebeple CMK m.91/2'de tanımlanan toplu suçları kapsamayacağı ileri sürülebilir. Buna dayanak olarak da, "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" başlıklı Anayasa m.13 (kişi hürriyetini sınırlandıran yol tutuklamasının açık yasal dayanaktan yoksun olması) ve toplu suçlarda gözaltının dört gün gibi uzun bir süre belirlenmesi gösterilebilir.
Aksi düşünceye göre, her ne kadar yol süresi CMK m.91/1'de düzenlense de, bu süreyi sadece yirmidört saatle sınırlı yakalama ve gözaltı tedbirine özgülemek isabetli olmayacaktır. Gözaltı ile ilgili yol süresini, 91. maddenin tamamı için kabul etmek gerekir. Ancak 91. maddenin lafzı ile sınırlı kaldığımızda, yol süresinin birinci fıkrada yer aldığı ve maddenin toplu suçları düzenleyen kısmında yol süresinden bahsedilmediği gibi, birinci fıkraya atıf da yapılmadığı görülecektir. Kanaatimizce oniki saatlik azami yol süresi, maddedeki düzenlenme yeri itibariyle hatalı olup, anlam ve amaç itibariyle maddenin tümünü kapsamalıdır. Çünkü toplu suçlarda gözaltı süresinin uzunluğu, şüpheli sayısının çokluğu ile paraleldir. Bu nedenle, yol süresinin ayrı düşünülmesi gerekir.
Anayasa m.19/5’de iddiaya konu suçun toplu olup olmamasının bir önemi olmayıp, bireyin hakim veya mahkeme huzuruna çıkarılması için gerekli sürenin hariç tutulacağı ifade edilmiştir. Bu hükme göre, “Yakalanan veya tutuklanan kişi, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırksekiz saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hakim önüne çıkarılır. Kimse, bu süreler geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir”. Hükümden de anlaşılacağı üzere, toplu olmayan ve toplu suç arasında ayrım yapılmamıştır. Normlar hiyerarşisinin tepesinde olan Anayasanın bu açık hükmü de, yukarıdaki görüşü desteklemektedir.
Belirtmeliyiz ki kanun koyucu, gerek gözaltı ve gerekse yol sürelerinin azami sınırlarını göstermiştir. Kişi hürriyetini sınırlandıran bu sürelerin tamamının tüketilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. Bu tedbir süreleri, amaçlanan sonuca ulaşıldığında kesilmelidir. Bir başka ifadeyle, bir suç işlendiği şüphesi ile başlatılan soruşturmada adaletten uzaklaşmanın ve delil karartmanın önüne geçip, maddi hakikate ve adalete ulaşmak amacıyla delil toplanması gerekli olduğundan bahisle CMK m.90 ve 98 uyarınca tatbik edilen yakalama ve sonrasında cumhuriyet savcısının talimatı ile başlayan gözaltı süreleri, bu tedbirlerin uygulanma sebepleri ortadan kalktığında sona erdirilmelidir.
Toplu suçlarda, dört günlük gözaltı süresinin yeterli olmadığı, bu sürenin somut olaya, şüpheli veya eyleme sayısına göre değişkenlik göstermesi gerektiğine veya bazı soruşturmalarda sırf gözaltı süresinin yirmidört saat değil de, dört güne kadar uzatılması amacıyla “toplu suç” iddiasının gündeme getirildiğine dair eleştiriler yapılmaktadır. Eleştirinin ilki, soruşturmanın sağlıklı yürütülüp, delillerin en iyi şekilde toplanması amacına hizmet ettiği halde ikincisi, kişi hürriyeti ve güvenliğinin ihlal edilip, bir tedbir olan gözaltının gereksiz şekilde uzun tutulduğunu, hatta şüphelinin gözaltında bulunma nedeni ortadan kalktığında bile gereksiz şekilde hürriyetinden mahrum bırakıldığı iddiasını gündeme getirmektedir.
CMK m.91/4’de, yakalama, gözaltına alma ve gözaltı süresinin uzatılmasına ilişkin tedbirlere karşı sulh ceza hakimine karşı başvurulabilmesi, sulh ceza hakiminin de derhal ve en geç yirmidört saat dolmadan başvuruyu sonuçlandırması öngörülmüştür. Kanun koyucu burada, hem “derhal” ve hem de “en geç yirmidört saat” kavramlarına yer vermiş, bu şekli ile de kişi hürriyetinin tedbir amaçlı kısıtlanmasının önemine ve istisnai özelliğine işaret etmiştir.
Kanun koyucu 91. maddenin 6. fıkrasında, gözaltına alınan kişinin serbest bırakılmaması halinde, en geç 91. maddenin 1. ve 3. fıkralarında gösterilen sürelerin sonuna kadar sulh ceza hakiminin önüne çıkarılıp sorguya çekilmesinin zorunlu olduğunu ve sorguda müdafiin hazır bulunması gerektiğini ifade etmiştir.
CMK m.94 yakalanan kişinin, hakim veya mahkemeye gönderilmesi için zorunlu süreyi hariç tutmaksızın, en geç yirmidört saat içinde hakim veya mahkeme, bu mümkün değilse en yakın sulh ceza hakiminin önüne çıkarılmasını, serbest bırakılmadığı takdirde, yetkili hakim veya mahkemeye en kısa zamanda gönderilmesi amacıyla tutuklanmasını düzenlemiştir. Maddede, “en geç yirmidört saat içinde” ve “en kısa zamanda” ibarelerine yer verildiği, kanun koyucunun bu düzenleme şeklinde, şüpheli veya sanığın hürriyetinin kesin süre ile kısıtlanmasını, uzak bir yere gönderilecek olması halinde de, bunun en kısa sürede gerçekleştirilmesini amaçladığı görülmektedir.
Kesin süre öngören yasal düzenlemelerde yer alan sürelerin sonuna kadar kullanılması haline bağlı sorunlar çıksa da, Türk Hukuku’nda kesin süre tespitleri, “derhal”, “hemen”, “makul sürede” veya “en kısa zamanda” ibarelerine göre daha isabetli olup, bu suretle kişi hürriyetinin daha iyi korunduğu görülmektedir. Esasında kesin süre ölçütleri yerine, uygulanan tedbirin tanım, amaç ve fonksiyonuna uygun kullanım sürelerine imkan tanıyan soyut ibarelerin kullanılması, her somut olayın özelliğine göre yargı makamlarının ve adli kolluğun önünü açacaktır. Ancak CMK m.94’ün son kısmında yer alan “en kısa zamanda gönderilmek” ibaresinin uygulamadaki kötü, aşırı ve keyfi kullanımı, bu hatalı kullanım şekli hangi sebepten kaynaklanmış olursa olsun kanun koyucuyu kesin süreler tespit etmeye ve bu yolla “makul süre” anlayışını dikkate almaya itmektedir.
CMK m.102’de tutuklulukta geçecek azami sürelerin düzenlendiğini görmekteyiz. Ülkemizin şartları ne olursa olsun, bir tedbir olan, ileride verilecek hapis cezasından mahsuba konu edilse bile, şüpheli veya sanığın adaletten kaçma veya delil karartma şüphesinin varlığını kuvvetli şekilde gösteren somut olguların tespiti halinde uygulanacak tutuklama tedbiri için CMK m.102’de öngörülen sürelerin uzun olduğunu ve hatta ağır ceza mahkemesini görevine giren işlerde tutukluluğun uzatılmasına ilişkin sürenin asıl süreden uzun uygulandığını görmekteyiz. CMK m.102/1, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde azami tutukluluk süresini 1 yıl asıl + 6 ay uzatma süresi olarak, toplam bir buçuk yıl kabul etmiştir.
CMK m.102/2’de, ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde tutukluluk süresi en çok 2 yıl, bizce bu süre 1 yıl uzama süresi olmak üzere toplam 3 yıl olarak hesaplanması gerekirken, uygulamada 2 yıl asıl + 3 yıl uzatma süresi olarak, toplam 5 yıl uygulandığını görmekteyiz. Tutukluluk süresinin CMK m.102/1’e göre mi, yoksa CMK m.102/2’ye göre mi hesaplanması açısından belirleyici olan nokta, davanın ağır ceza mahkemesinde görülmesi değil, davaya konu eylemin ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerden olup olmamasıdır. Tutukluluk süresi, Devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasa ile kurulu düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar ve Devlet sırlarına karşı suçlar ile casusluk suçlarında iki kat olarak uygulanacaktır. Bu uygulamaya, TCK m.305, 318, 319, 323, 324 ve 325 hükümleri dahil değildir. Ayrıca, iki kat uygulanacak tutukluluk süresinin çocuklar hakkında tatbik edilemeyeceğini de ifade etmek isteriz.
Kanun koyucu, şüpheli veya sanığın tutukluluğuna son verilmesi ile ilgili incelemelerin yapılmasında üç günlük süre ve bu kararlara itiraz için de yedi günlük süre öngörmüştür. İtiraz süresi, CMK m.268/1’de gösterildiği halde, üç günlük inceleme süresi CMK m.105’de düzenlenmiştir. CMK m.108’de, tutukluluğun devamı ile ilgili soruşturma ve kovuşturma aşamasında hakim veya mahkeme tarafından incelenmesinin azami otuzar günlük sürelerde yapılması gereğine işaret edilmiştir. Tutukluluk incelemesi ile ilgili öngörülen kesin sürelere rağmen, tahliye konusunda istenilen sonuçların alındığını söylemek mümkün değildir. Tüm bu tutukluluk incelemelerini, Türk Hukuku’nda gündemde olan kötüye kullanma ihtimalini ve tutuklama ile ilgili hukuk kültürü bozukluğunu bir kenara bırakacak olursak, “makul süre” ölçütüne bağlamak isabetli olacaktır. Ancak tutuklama tedbirinin yoğun ve uzun süreli kullanımı, yargılamaların kısa sürede bitirilememesi, tutuklamanın bir tedbir olmaktan çok cezaya dönüşmesi, CMK m.100/1’in 2. cümlesinde yer alan “işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri” ibarelerinin katkısı, CMK m.100/3’de yer verilen katalog suçlar, tutuklama tedbirinin hatalı kullanımına katkı sağladığından; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 5 ve 6. maddelerinde düzenlenen “makul süre” ölçütünün Ceza Muhakemesi Kanunu’na alınmadığı ve bu tür bir düzenlemenin tutuklama tedbirinin aşırı kullanımını artıracağından endişe edildiği anlaşılmaktadır.
“Elkoyma kararını verme yetkisi” başlıklı 127. maddenin 3. fıkrasında, hakim kararı olmaksızın yapılan elkoyma işleminin yirmidört saat içinde hakimin onayına sunulacağı ve hakimin de kararını elkoymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklayacağı, aksi halde karara dönüşmeyen elkoymanın kendiliğinden kalkacağı ifade edilmiştir.
Telekomünikasyon yoluyla iletişimin denetlenmesini öngören CMK m.135/1’de, hakim kararı yerine cumhuriyet savcısının emri ile yapılan iletişimin denetlenmesinin onayı için derhal hakime sunulması ve hakimin de kararını en geç yirmidört saat içinde vermesi öngörülmüştür. Cumhuriyet savcısının yazılı emrini ne kadar sürede hakim onayına sunacağına dair bir açıklık olmasa da, “derhal” ibaresinden; “gecikmeksizin”, yani “hemen” onaya sunma anlaşılmalıdır. Hakim, kararını yirmidört saat içinde vermez veya iletişimin denetlenmesinin hukuka aykırı olduğuna karar verirse, cumhuriyet savcısının yazılı talebi ile başlayan iletişimin denetlenmesi baştan itibaren hukuka aykırı hale gelir ve yargılamanın hiçbir aşamasında kullanılamaz.
Kanun koyucu, delil toplamak amacıyla iletişimin denetlenmesinin üç ay yapılabileceğini ve bu sürede bir defaya mahsus üç ay olarak uzatılabileceğini ifade etmiştir. Bununla birlikte CMK m.135/3’de, örgüt faaliyetinde işlenen suçlarla ilgili olarak telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi süresinin her birisi birer ay olmak üzere birçok defa uzatılabileceğini de görmekteyiz. Bu hüküm isabetli değildir. Kanun koyucunun, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesinde somut süreyi kabul etmesi isabetli olmakla birlikte, örgütlü suçlar bakımından bu sürenin belirsiz şekilde uzatılmasını benimsemesi doğru değildir. Uzatma hakim kararına bağlı olsa da, kaç defa uzatılacağı konusunda bir sınır gösterilmemesi hatalıdır.
CMK m.135/4’de şüpheli veya sanığın yakalanabilmesi için mobil telefonun yerinin hakim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde cumhuriyet savcısının kararına istinaden tespit edilebileceği, bu tespitin de üç ay + üç ay uzatma süresi olarak altı ay yapılabileceği kabul edilmiştir. Kanun koyucu, bu tespit bakımından suç örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlenen suç ayrımına gitmemiştir.
CMK m.137’de, iletişim kayıtlarının hangi sürelerde imha edileceğine ilişkin sürelerin düzenlendiği görülmektedir. Bu süre, kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın verilmesi veya hakim onayının alınamaması halinde tedbirin tatbikine derhal son verilip, kayıtların da on gün içinde imha edilmesi olarak tanımlanmıştır. Bu imha, imhadan hemen sonra değil, fakat soruşturma evresinin bitiminden itibaren onbeş gün içinde cumhuriyet başsavcılığı tarafından ilgili kişiye, yani iletişimi denetlenen şüpheliye yazılı olarak bildirilecektir. Buradaki soruşturma evresinin, hakkında takipsizlik kararı verilen veya hakim onayı alınamayan şüpheli ile sınırlı olarak mı, yoksa tüm soruşturma olarak mı kabulünün gerektiği düşünülebilir. Kanaatimizce hüküm dar yorumlanmayıp, tüm soruşturmanın bitiminden sonra imhanın ilgiliye haber verilmesi kabul edilmelidir. Ancak aksi fikir, bireyin haberleşme hürriyeti ve masumiyet/suçsuzluk karinesinin korunması amacıyla, sadece hakkında soruşturma tamamlanan kişi ile sınırlı görülmesi şeklinde ileri sürülebilir. Belirtmeliyiz ki uygulamada soruşturma, birden fazla şüpheli bakımından tefrik edilmeyip, tüm şüpheliler bakımından aynı zamanda bitirilmektedir.
Sonuç olarak; kanun koyucunun kişi hak ve hürriyetlerine sınırlama getiren yargılama yöntemleri ve tedbirleri bakımından ibareye veya süreye bağlı sınırlamalar öngördüğünü ifade etmek isteriz. Kanun koyucu, “makul” kavramına “Şüpheli ve sanıkla ilgili arama” başlıklı CMK m.116’da, “makul şüphe varsa” ibaresine yer vermiş ve şüphenin makul hale ulaşması durumunda arama yapılabileceği şüpheli veya sanığın üstü, eşyası, konutu, işyeri veya ona ait diğer yerlerin aranabileceği kabul edilmiştir. Bunun dışında kanun koyucu, kişi hürriyetinin kısıtlanmasında, suç delillerine, şüpheli veya sanığa ulaşılabilmesi amacıyla tatbik edilen yöntemlerde ve yargılamanın tamamlanma zamanında, “makul” kavramını kullanmak suretiyle düzenlemelere yer vermemiştir. Kişi hürriyeti bakımından acil kabul edilen ve beklemenin haksızlığa yol açacağı öngörülen konularda, “derhal”, “en kısa sürede”, “gecikmeksizin” veya “hemen” gibi kavramların kullanıldığı, süreye bağlı olanlarda ise üst sınırı belirlenen sürelerin tercih edildiği görülmektedir. Burada iki sorun ortaya çıkmıştır: Birincisi, sınırlı süre gösterilmeyen hükümlerde, kanun koyucunun amaç ve isteğinin tersine hareket edilip, süreler uzatılmış; ikincisi ise, sınırlı süreler sonuna kadar kullanılmıştır. Kanaatimizce, uygulamadaki aksaklıklar giderildikçe bu tür olumsuz sonuçlardan kurtulmak mümkün olabilecektir. Bu düzelme, hem olumsuz alışkanlıkların terki ve hem de sürelerin ait olduğu müesseselerin amaç ve fonksiyonlarına uygun kullanılmasını sağlayan teknik imkanların artırılması ile daha hızlı gerçekleşecektir.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)