Kavramlar ve kurumlar batılı, uygulama doğulu

Abone Ol

Yıl 1979.  

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi.

Osmanlı sadrazamlarının yabancıları kabul ettikleri görkemli salondayız.

Ceza Yargılama Yasasının yürürlüğünün ellinci yılı.

Kuramcılar ve uygulamacılar, o güne dek yazdıklarımızla, yaptıklarımızla hesaplaşacağız.

Merhum Profesör Dr. Öztekin Tosun bir bildiri sunuyor.

Açılan dava sayısı ile aklanma kararları arasındaki uçuruma dikkati çekerek “dava açmada zorunluluk sistemi”nden “dava açmada yerindelik/takdir sistemi”ne geçilmesini, gereksiz davalar açılmasının önlenmesini öneriyor.

Haklı. Ama erken.

Öneriye karşı çıkıyorum.

Gerekçelerimi sıralıyorum.

İlkin, savcılığın altı yüzyıllık bir Fransız kurumu olduğunu, buna karşın Fransızların bile “dava açma zorunluluğu sistemi”nden ancak 1 Ocak 1959’da vazgeçebildiklerini, Türkiye’de ise savcılık kurumunun henüz yerleşmediğini, üstelik adlandırmada bile sorunlar yaşandığını, “müddei umumi”den “ cumhuriyet müddei umumisi” sözcüğüne geçildiğini, bunun yanlış bir anlatım biçimi olduğunu belirtiyorum.

Sonra şunları ekliyorum: “Bu isim tamlamasındaki “cumhuriyet” sözcüğü bir yönetim biçimi değildir. Latince “publica

sözcüğü “herkes, amme, kamu, umum, cumhur, halk”; “res publica” sözcükleri ise “herkese, ammeye, kamuya, umuma, cumhura, halka ait şey” anlamlarına gelir. “Cumhuriyet müddei umumisi” tamamlaması, “atlı süvari”, “ay mehtabı” tamlamaları gibi gülünç bir anlatım biçimidir. Ama “cumhuriyet savcısı” tamlaması doğrudur.”

Böyledir, ama Merhum Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk’e Cumhurbaşkanlığı dâhil hiçbir makamın başında “cumhuriyet” sözcüğünün bulunmadığını, bunun nedeninin de cumhuriyet savcılarının yönetimin bekçileri olduklarını ballandıra ballandıra anlatabilmiştir.

Bugün de ülkemizde bu sözlere inananlar pek çoktur.

Bakan anlatırsa, kimi başsavcılar böyle derlerse çoğunluk da inanır, elbette.

Zira Merhum Bakan da, çoğu başsavcılar da, hepimiz gibi, özürlü skolastik bir “eğitim”den geçmişlerdir. Bilgilerimizden kuşkulanmayı, onları sorgulamayı öğreten “öğretim”den geçmemişizdir, bizler. Sadece aktarıcıdır, bizim hocalarımız. Bellediklerini aktarırlar, ama bellediklerini hiç sorgulamazlar. Ne Sokrates’tirler ne de Descartes ya da onların öğrencileri.

Özetle, o gün orada adı bile doğru dürüst algılanamamış, konamamış ve uzun deneme süresi yaşamamış bir savcılık kurumuyla “dava açmada yerindelik/takdir sistemi”ne geçilemeyeceğini

vurgulamıştım.

Kimi örnekler de vermiştim.

Uygulamada savcılığın bir yargı organı gibi algılandığını, “kovuşturmaya yer olmadığına kararı”nın özünün bile iyi kavranamadığını anlatmaya çabalamıştım.  

Gerçekten ülkemizde kovuşturmaya yer olmadığına kararında geçen “karar” sözcüğü, ağır ceza mahkemesi başkanlarınca ortada sanki bir yargı kararı varmış gibi algılanmaktadır.

Oysa savcının verdiği “kovuşturmaya yer olmadığına kararı”, bir yargı kararı değil, dosyanın işlemden kaldırıldığını vurgulayan bir sonuçtur. Savcı ulaştığı bu sonucu ilgiliye bildirir. Eğer ilgili buna karşı çıkarsa ağır ceza mahkemesi başkanı, dosyayı inceler; elde edilen kanıtlar, işin açık duruşma önünde tartışılmasını gerektiriyorsa davanın açılmasına karar verir. O kadar.

Bizde ise, başkanlar, ilkin savcının kovuşturmasızlık kararını iptal edip kaldırır, sonra da davanın açılmasına karar verirler.

Böylece savcılığın ulaştığı sonuç (karar), bir yargı kararı; savcılık da, mahkeme, yargıçlık gibi bir yargı organı konumuna getirilmiş olmaktadır.

Bütün bunlar bizim savcılık kurumunu hiç mi hiç anlamadığımızın kanıtıdır.

İkinci bir örnek daha vermiştim, otuz bir yıl önce.

Aynı anlayışın ve yaklaşımın sonucu olarak savcıların ülkemizde “yetkisizlik

kararı” da verdiklerini, bu uydurma karar türünün elbette yasada yer almadığını, alamayacağını da belirtmiştim.

Çünkü savcı, kanıtlara göre suçun bir başka yer savcılığınca bakılıp sonuçlandırılması gerektiği sonucuna ulaşırsa, dosyayı bir yazı ile ora savcılığına gönderir, göndermesi gerekir. O kadar. Bunu ayrıca bir karara bağlayamaz; bağlamasına da gerek yoktur.

Ardından şunları da eklemiştim: “Bakınız, karşımda Adalet Bakanlığının bir Sayın Genel Müdürü ile on meslektaşım oturmaktadır. Bakanlık, yükselme dönemlerinde savcıların yaptıkları işlemlere ilişkin örnekler göndermelerini ister. İstenen örnekler arasında “yetkisizlik kararları” da vardır. Bu, Adalet Bakanlığının bile savcılık kurumunu iyi algılayamadığının resmidir. Böyle bir ülkede “dava açmada yerindelik/takdir sistemi”ne geçilemez.”

Sözlerimi daha bitirmemiştim ki, Rahmetli Profesör Dr. Nurullah Kunter, birden ayağa kalktı. Yanıma geldi.

“Sen ne diyorsun? Türkiye’de savcılar ‘yetkisizlik kararı’ mı veriyorlar?” diye sordu.

“Evet, Hocam”, dedim.  

Merhum Kunter, başını ellerinin arasına alarak, “Yazık, çok yazık. Kırk yıldır hiçbir şeyi öğretememişiz!” dedi.

Bu olayı hiç unutmadım.

Sonra ne mi oldu?

Hiçbir şey. O gün bugündür değişen hiçbir şey yok.

Türk Ceza Yasasının koruduğu değerler arasında, her ülkedeki gibi, bireyin “demokratik rejimde yaşama hakkı” da vardır. Ama Türkiye’de savcılar, unvanlarının başındaki “cumhuriyet” sözcüğünden kendilerine ideolojik bir öz

görev biçmeyi sürdürüyorlar.

Onca eleştirilere ve uyarılara karşın ağır ceza mahkemesi başkanları kovuşturmaya yer olmadığı kararlarını iptal etmeyi; savcılar “yetkisizlik kararları” vermeyi; Bakanlık da bunları istemeyi bugün de sürdürüyorlar.

Kuşkusuz kavramlar da, kurumlar da örselenmeyi, özlerini yitirmeyi sürdürüyor.

Şimdi herkese soruyorum: Biçimci, ezberci, öykünmeci, hiçbir kavramın ve kurumun özünü, felsefesini sorgulamayan bir kafayla Batı hukuku ve kavramları doğru algılanabilir, doğru uygulanabilir mi?

Yanıtı belli: Uygulanamaz, elbette.

Olsa olsa yerle bir edilir.

Nitekim ediliyor da.

Keşke yaşananlar sadece savcılıkla sınırlı kalsa.

Her aşamada böyle.

Duruşmada da, infazda da.

Bu yüzden yukarıdaki başlığı ilk kez yaklaşık kırk yıl önce yayımlanan bir yazımda da kullanmıştım.

Konu, koşullu salıverme kurumuyla ilgiliydi.

Bu kurumun nasıl özünden koparılıp doğululaştırıldığını anlatmaya çalışmıştım.

Hiçbir etkisi olmadı.

Bu gözlemler karşısında boşunalık, bezginlik duygusuna kapılıyor, kahroluyor insan.

Düşünün lütfen. Şair Kâmî, “Güle gûş ettiremez, boş yere bülbül inler / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur, kim dinler” diyeli beş yüzyıl geçmiş.

Peki, neden bir türlü değişemiyoruz?