KARARLAR

Kamu Yararı ile Başvurucunun Mülkiyet Hakkının Korunması Arasında Olması Gereken Adil Dengenin Başvurucu Aleyhine Bozulması

Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Abone Ol

Bu madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun düşebilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir.

Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki, ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin, somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz.

 Ölçülülük ilkesi, “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik” öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, “gereklilik” ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, “orantılılık” ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir.

İlgili Kararlar:

♦ (Tasfiye Hâlinde Cemtur Seyahat ve Turizm Ltd. Şti. [GK], B. No: 2013/865, 1/6/2016)
♦ (Tülay Arslan ve diğerleri, B. No: 2014/7051, 2/2/2017)  
♦ (Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017)
♦ (Ali Rıza Akarsu, B. No: 2015/6999, 12/9/2018)
♦ (A.D., B. No: 2015/10393, 9/1/2019)
♦ (Özel İstanbul Arel Eğitim Kurumları A.Ş., B. No: 2016/3592, 29/5/2019)
♦ (İbrahim Yıldız, B. No: 2016/14176, 7/11/2019)  
♦ (Telpa Telekomünikasyon Ticaret A.Ş., B. No: 2016/8880, 12/11/2019)
♦ (Şevki Atasoy ve Yakup Atasoy, B. No: 2016/866, 12/11/2019
♦ (Farmasol Tıbbi Ürünler Sanayi ve Ticaret A.Ş. (2), B. No: 2017/37300, 15/1/2020)
♦ (Feridun Çalışkan ve diğerleri, B. No: 2017/32275, 16/9/2020)
♦ (Ayda Yavuz, B. No: 2017/39772, 13/10/2020)
♦ (Cemal Taş ve diğerleri [GK], B. No: 2016/3316, 29/12/2020)
♦ (Postaş Lojistik A.Ş., B. No: 2018/14585, 27/1/2021)
♦ (Göksal Çetin ve İsmail Temel [GK], B. No: 2018/13305, 15/12/2021)
♦ (Affan Akif Tezeroğlu, B. No: 2019/32003, 23/11/2022)
♦ (Bahire Gül Göktepe, B. No: 2019/9545, 7/12/2022)

---

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

ALİ RIZA AKARSU BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2015/6999)

 

Karar Tarihi: 12/9/2018

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Engin YILDIRIM

Üyeler

:

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

Raportör

:

Özgür DUMAN

Başvurucu

:

Ali Rıza AKARSU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, ihale yoluyla idareden satın alınan aracın ihtiyati tedbir kararı gerekçe gösterilerek geç tescil edilmesi yüzünden uğranılan zararın giderilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 20/4/2015 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.

7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı beyanda bulunmamıştır.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucu, 1955 doğumlu olup şehirler arası taşımacılık alanında şoförlük yapmaktadır.

10. 74 BC 072 plakalı kamyon, araç sahibi B.Ç.nin borcu nedeniyle Çerkezköy Vergi Dairesi Müdürlüğünce (Vergi Dairesi) haczedilerek ihale yoluyla satışa çıkarılmıştır. Başvurucu, Vergi Dairesinin 8/7/2008 tarihinde düzenlemiş olduğu açık artırmaya katılarak bu kamyonu satın almıştır. İhalenin kesinleşmesi üzerine başvurucu 21/7/2008 tarihinde Bartın Emniyet Müdürlüğüne aracın trafik siciline tescili için talepte bulunmuştur. Emniyet Müdürlüğü 22/9/2008 tarihli yazı ile aracın tescilinin mümkün olmadığını başvurucuya bildirmiştir. Bu yazıda, Bartın 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 11/4/2008 tarihli kararı uyarınca aracın trafik sicilinde tescil edilmiş bir ihtiyati tedbir şerhinin bulunduğu belirtilmiştir. Ayrıca ihaleyi gerçekleştiren idarenin aracın son takyidat durumu ile ilgili olarak bilgi almadığı ifade edilmiş ve nakil işleminin gerçekleştirilmesi hâlinde araçla ilgili diğer hak sahiplerinin mağdur olabileceği, bunun ise tazminat davalarına ve ilgili memurlar hakkında rücu davalarına neden olacağı açıklanmıştır.

11. Başvurucu, bu idari işleme karşı 11/11/2008 tarihinde Zonguldak İdare Mahkemesinde iptal davası açmıştır. Mahkeme 4/5/2009 tarihinde davanın kabulü ile dava konusu işlemin iptaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde; Asliye Hukuk Mahkemesince verilen ihtiyati tedbir kararının rızai alım satımlar için uygulanabileceği, bu tedbir kararının cebri satış suretiyle yapılan ihale sonunda söz konusu aracı tescilden önce edinen başvurucu adına tescil edilmesini engellemediği belirtilmiştir. Karar temyiz edilmemiş, idare bu kararın uygulanması kapsamında 7/9/2009 tarihinde aracı başvurucu adına trafik siciline tescil etmiştir.

12. Başvurucu bu defa satın aldığı aracın yaklaşık bir yıl geç tescil edilmesi nedeniyle uğradığı zararların tazmini için 21/7/2008 tarihinde idareden talepte bulunmuştur. Bu talebe bir cevap verilmemesi üzerine başvurucu 10/9/2009 tarihinde Bartın Valiliği aleyhine aynı Mahkemede tam yargı davası açmıştır. Başvurucu, aracın tamiri için yaptığı masrafın karşılığı olarak 14.943,52 TL ve idarenin hukuka aykırı işlemi nedeniyle bu aracı bir yıl boyunca kullanamadığı için 60.000 TL olmak üzere toplam 74.943,52 TL tutarında maddi tazminat talebinde bulunmuştur.

13. Mahkeme 28/1/2010 tarihinde davanın reddine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, idarece yapılan açık artırmada satın alınan aracın tamiri için yapılan harcamanın idarenin hukuka aykırı işleminden kaynaklanmadığı belirtilmiştir. Mahkeme, başvurucunun idarenin hukuka aykırı işlemi nedeniyle aracı bir yıl ticari faaliyette kullanamaması nedeniyle uğradığını belirttiği zarara ilişkin 60.000 TL tutarındaki maddi tazminat talebini de reddetmiştir. Mahkemeye göre söz konusu aracın bu süre içinde ticari faaliyette kullanılıp kullanılmayacağı, devamlı surette iş bulunup bulunamayacağı ve bu işler için ne miktarda gelir elde edilebileceği kesin olarak belirli olmayıp bu sebeple maddi tazminat talebinin kabulüne imkân bulunmamaktadır.

14. Temyiz edilen karar, Danıştay Onbeşinci Dairesince 24/4/2014 tarihinde onanmıştır. Başvurucunun karar düzeltme istemi aynı Dairenin 12/2/2015 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

15. Nihai karar, başvurucu vekiline 25/3/2015 tarihinde tebliğ edilmiştir.

16. Başvurucu 20/4/2015 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

17. Olay tarihi itibarıyla yürürlükte olan 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 101. maddesi şöyledir:

 “Hakim iki taraftan birinin talebiyle davanın ikamesinden evvel veya sonra aşağıda gösterilen hal ve şekillerde ihtiyati tedbirler ittihazına karar verebilir:

1 – Menkul ve gayrimenkul malların ayni münazaalı ise bunun haciz veya yeddiadle tevdiine,

2 – Münazaalı şeyin muhafazası için lazımgelen her türlü tedbirlerin ittihazına,

3 – Kanunu Medeni ile muayyen hallerde nafaka alınmasına,

4 – Ayrılık veya boşanma davası üzerine Kanunu Medeni mucibince icap eden muvakkat tedbirlerin ittihazına.”

18. 1086 sayılı mülga Kanun'un 103. maddesi şöyledir:

"101 ve 102 nci maddelerde gösterilen hallerden başka tehirinde tehlike olan veya mühim bir zarar olacağı anlaşılan hallerde tehlike veya zararı defi için hakim icap eden ihtiyati tedbirlerin icrasına karar verebilir."

19. Bu Kanun'u yürürlükten kaldıran 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 389. maddesi şöyledir:

"(1) Mevcut durumda meydana gelebilecek bir değişme nedeniyle hakkın elde edilmesinin önemli ölçüde zorlaşacağından ya da tamamen imkânsız hâle geleceğinden veya gecikme sebebiyle bir sakıncanın yahut ciddi bir zararın doğacağından endişe edilmesi hâllerinde, uyuşmazlık konusu hakkında ihtiyati tedbir kararı verilebilir.

 (2) Birinci fıkra hükmü niteliğine uygun düştüğü ölçüde çekişmesiz yargı işlerinde de uygulanır."

20. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 12. maddesi şöyledir:

"İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştaya ve idare ve vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 11 nci madde uyarınca idareye başvurma hakları saklıdır."

21. 13/10/1983 tarihli ve 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 19. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Araç sahipleri araçlarını yönetmelikte belirtilen esaslara göre yetkili kuruluşa tescil ettirmek ve tescil belgesi almak zorundadırlar."

22. 2918 sayılı Kanun'un 20. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

"Tescil süreleri, satış ve devirler, noterlerin sorumluluğu ile ilgili esaslar şunlardır:

a) Araç sahipleri,

1. (Değişik: 13/2/2011-6111/55 md.) Tescili zorunlu ve ilk tescili yapılacak olan araçların satın alma veya gümrükten çekme tarihinden itibaren üç ay içinde tescili için; bunların hurda durumuna gelmesi hâlinde ise bir ay içinde tescilin silinmesi için ilgili trafik tescil kuruluşuna veya Emniyet Genel Müdürlüğünün belirleyeceği kamu kurum veya kuruluşları ile gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerine başvurmak,

2. (Değişik: 2/4/1998 - 4358/3 md.) Tescilin yapılması veya silinmesi için vergi kimlik numarası ile yönetmelikte belirtilen bilgi ve belgeleri sağlamak,

Zorundadırlar.

...

d) (Değişik: 24/12/2009-5942/1 md.) Tescil edilmiş araçların her çeşit satış ve devirleri, satış ve devri yapılacak araçtan dolayı motorlu taşıtlar vergisi, gecikme faizi, gecikme zammı, vergi cezası ve trafik idari para cezası borcu bulunmadığının tespit edilmesi ve taşıt üzerinde satış ve/veya devri kısıtlayıcı herhangi bir tedbir veya kayıt bulunmaması halinde, araç sahibi adına düzenlenmiş tescil belgesi veya trafik tescil kayıtları esas alınarak noterler tarafından yapılır. Noterler tarafından yapılmayan her çeşit satış ve devirler geçersizdir...

...

Haciz, müsadere, zapt, buluntu, trafikten men gibi nedenlerle; icra müdürlükleri, vergi dairesi müdürlükleri, milli emlak müdürlükleri ile diğer yetkili kamu kurum ve kuruluşları tarafından satışı yapılan araçların satış tutanağının bir örneği aracın kayıtlı olduğu trafik tescil kuruluşlarına üç işgünü içerisinde gönderilir. Aracı satın alanlar gerekli bilgi ve belgeleri sağlayarak ilgili trafik tescil kuruluşundan bir ay içerisinde adlarına tescil belgesi almak zorundadırlar. Alıcıların tescil belgesi almak için süresinde başvurmamaları halinde bu araçları alıcıları adına re’sen kayıt ve tescil ettirmeye Emniyet Genel Müdürlüğü yetkilidir.

Bu bendin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirlemeye İçişleri ve Maliye Bakanlıkları yetkilidir...

..."

23. 2918 sayılı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

Tescil edilen araçlar, "Tescil Belgesi" ve "Tescil Plakası" alınmadan karayollarına çıkarılamaz. (Ek cümle: 13/2/2011-6111/56 md.) Ancak, ilk tescili yapılan araçlar için düzenlenen tescile ilişkin geçici belgelerin geçerlilik süresi içinde, tescil belgesi alma zorunluluğu aranmaz."

B. Uluslararası Hukuk

24. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

25. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mal varlığına ihtiyati tedbir uygulanmasını mülkiyet hakkına müdahale olarak değerlendirmiştir. Poiss/Avusturya (B. No: 9816/82, 23/4/1987) kararında, tarım arazilerine ilişkin bir planlama çerçevesinde taşınmazların geçici olarak devri şeklinde bir tedbirin uygulanmasıyla başvurucunun taşınmazını geçici olarak kullanmasının ve taşınmazından tasarruf etmesinin önüne geçildiği belirtilerek başvuru mülkiyetten barışçıl yararlanmaya ilişkin birinci kural çerçevesinde incelenmiştir. AİHM sonuç olarak başvuruya konu tedbirin yirmi dört yıl boyunca devam etmiş olduğuna dikkat çekerek başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olmadığına karar vermiştir (Poiss/Avusturya, §§ 61-70).

26. Köktepe/Türkiye (B. No: 35785/03, 22/7/2008) kararına konu olayda ise orman idaresince açılan bir davada uyuşmazlık konusu taşınmazın tapu kaydına konulan ihtiyati tedbir şerhinin mülkiyet hakkı bakımından sonuçları tartışılmıştır. AİHM; derece mahkemelerinin anayasal gerekçelerle başvurucunun mülkünün bir bölümüne tahdit getirdiğini, bu mahrumiyetin doğanın ve çevrenin korunması şeklindeki kamu yararına dayalı meşru bir amacının bulunduğunu, dolayısıyla hukuka aykırı ve keyfî hiçbir işlem bulunmadığını kabul etmiştir. Bununla birlikte AİHM, başvurucunun taşınmazı 1993 yılında iyi niyetle edindiğini vurgulamıştır. Mülkiyet hakkına yapılan bu müdahaleye karşın iç hukukta etkin bir tazminat yolunun mevcut olmadığı ise kararda özellikle belirtilmiştir. Kararda, başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanmasının engellendiği hâlde bir tazminat ödenmemiş olması nedeniyle kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunmasının gereklilikleri arasındaki adil dengenin bozulduğu sonucuna varılmıştır. Bu doğrultuda şahsi olarak olağan dışı ve aşırı bir yüke katlanmış olduğu kanaatiyle başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir (Köktepe/Türkiye, §§ 67-93).

27. Pekárny a cukrárny Klatovy, a.s./Çek Cumhuriyeti (B. No: 12266/07..., 12/1/2012) kararında ise başvurucu şirketin genel kurul toplantılarına getirilen yasağa ilişkin geçici tedbirlerin beş buçuk yıl sürmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlaline karar verilmiştir (Pekárny a cukrárny Klatovy, a.s./Çek Cumhuriyeti, §§ 46-55).

28. Sildedzis/Polonya (B. No: 45214/99, 24/5/2005) kararına konu olayda başvurucu, vergi idaresince yapılan açık artırmada bir otomobil satın almıştır. Ancak araçların sicillerini tutmakla görevli belediye, tescil talebini öncelikle bu otomobilin kullanılamayacak (hurda) durumda olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. Sonrasında başvurucu, aracın motoru ve şasi parçasını değiştirerek başvurduğunda ise bu defa başvurucunun tescil talebi, şasi numarasının değiştirildiği gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu araç, iki yıl altı aylık bir sürenin sonunda tescil edilebilmiştir. Müdahaleyi mülkiyetin kullanımının kontrolüne ilişkin üçüncü kural çerçevesinde inceleyen AİHM, şikâyet edilen kamu makamlarının işlem ve kararlarının haksız olduğu, ilgili mevzuatın tutarlı olmadığının iç hukukta da kabul edildiği tespitine yer vermiştir. Kararda ayrıca, iç hukukta mevcut benzer sorunların konu hakkında bir kanun değişikliği yapılana kadar çözülemediğine dikkat çekilmiştir. AİHM, bu sebeplerle olay tarihinde yürürlükte olan ilgili kanuni düzenlemelerin başvurucunun mülkiyet hakkına yapılacak keyfî müdahalelere karşı yeterli bir koruma sağlamak için gerekli açıklığı ve hassasiyeti içermediği sonucuna varmıştır. AİHM; başvurucunun iyi niyetli alıcı olduğunu, aracı kamu makamlarından satın aldığını ve aracı satın alırken muhtemel sorunlar hakkında bilgi sahibi olmadığından bu sorunları öngörebilmesinin mümkün olmadığını vurgulamıştır. AİHM sonuç olarak başvurucunun vergi dairesinin düzenlediği bir açık artırmada satın aldığı aracın tescil edilmemesi nedeniyle neredeyse iki yıl bu aracı kullanamadığını belirterek başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklendiği kanaatiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Sildedzis/Polonya, §§ 44-52).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

29. Mahkemenin 12/9/2018 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü

30. Başvurucu; uyuşmazlığa konu kamyonu ihale yoluyla satın aldığı tarihte ve hâlen şehirler arası taşıma işiyle uğraştığını, aracı da bu ticari faaliyet kapsamında satın aldığını belirtmiştir. Başvurucu; idare tarafından yapılan ihalede satın aldığı kamyonu kendi adına tescil ettirememesinin idarenin hatalı işleminden kaynaklandığını, idarenin kusuru sebebiyle uğradığı zararların da idarece karşılanması gerektiğini vurgulamıştır. Başvurucu; maddi zararının varlığına ilişkin fatura ve belgelerinin mevcut olduğunu, bunlara göre tescil talebi tarihi olan 21/7/2008 ile tescil tarihi olan 8/7/2009 arasında mahrum kaldığı kazanç kaybından idarenin sorumlu olması gerektiğini ifade etmiştir. Başvurucu, devamlı surette iş bulup bulamayacağının belirli olmadığı gerekçesiyle kazanç kaybı konusunda İdare Mahkemesince yeterli bir araştırma yapılmadan tazminat talebinin reddedilmesinin hukuka aykırı olduğundan yakınmıştır. Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle adil yargılanma, mülkiyet ve etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

31. Bakanlık görüşünde, başvurucunun üzerinde tedbir şerhi bulunur şekilde satın aldığı aracı tescil ettirememesine yönelik olarak açtığı dava nedeniyle bu aracı kullanamamasının yargılamanın olağan bir sonucu olduğu belirtilmiştir. Bakanlık ayrıca Danıştayın yerleşik içtihadına göre idarenin hizmet kusurundan kaynaklı olarak açılan tazminat davalarında muhtemel zararların karşılanmasının mümkün olmadığını, gerçek ve ispatlanmış zararların karşılanabileceğini vurgulamıştır. Bakanlık son olarak aracın hukuka aykırı olarak tescil edilememesinin ve bir yıl süreyle araç üzerinde tasarrufta bulunulamaması bakımından mülkün varlığı hususunun tartışılması gerektiği görüşünü bildirmiştir.

B. Değerlendirme

32. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

33. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu, mülkiyet hakkının ihlali iddiası yanında ayrıca adil yargılanma ve etkili başvuru haklarının da ihlal edildiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun idareden satın aldığı kamyonu ihtiyati tedbir şerhi gerekçe gösterilerek bir yıla yakın bir süre tescil ettirememesi suretiyle kullanamaması ve bundan tasarrufta bulunamaması yönündeki şikâyetleri mülkiyet hakkını ilgilendirdiğinden başvurucunun belirtilen şikâyetlerinin mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

34. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

35. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

36. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).

37. Somut olayda başvurucu, Vergi Dairesince 8/7/2008 tarihinde düzenlenen açık artırmada uyuşmazlığa konu kamyonu satın almıştır. Başvurucunun kamyonu trafik sicilinde kendi adına tescil ettirme talebi Emniyet Müdürlüğünce reddedilmiş ancak başvurucunun bu işleme karşı açtığı davada İdare Mahkemesi 4/5/2009 tarihinde dava konusu idari işlemin iptaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun yapılan ihale sonucunda bu aracın mülkiyetini edindiği açık olarak belirtilmiştir. Bu kararın uygulanması kapsamında söz konusu kamyon 7/9/2009 tarihinde trafik sicilinde başvurucu adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla hukuki bakımdan taşınır bir eşya olan ve ekonomik bir mal varlığı değeri ifade eden söz konusu motorlu araç yönünden mülkiyet hakkı kapsamında başvurucunun mülkünün mevcut olduğu kuşkusuzdur.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

38. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

39. Başvuru konusu olayda başvurucunun kamyonu 8/7/2008 tarihinde edindiği ve mülkünden kalıcı veya geçici olarak yoksun bırakılmadığı görülmektedir. Bununla birlikte başvurucunun ancak tescile ilişkin dava süreci sonunda 7/9/2009 tarihinde bu kamyonu trafik sicilinde adına tescil ettirebildiği anlaşılmaktadır. 2918 sayılı Kanun'un 19. ve 20. maddelerine göre araç sahiplerinin araçlarını trafik siciline tescil ettirmeleri zorunlu olup aynı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrası uyarınca aracın trafiğe çıkarılabilmesi için öncelikle tescil edilmesi, tescil belgesi ve tescil plakası alınması gerekmektedir. Buna göre başvurucunun edindiği tarihten tescil edildiği tarihe kadar bu aracı trafiğe çıkaramadığı için kullanamadığı ve araçtan yararlanamadığı açıktır. Dolayısıyla somut olay bağlamında aracın tescil edilmemesinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği değerlendirilmiştir.

40. Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenmekle aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

41. 2918 sayılı Kanun hükümlerine göre tutulan resmî bir kayıt sistemi olan trafik sicili, motorlu araçların teknik ve fiziki özellikleri ile üzerindeki hakları ve kısıtlamaları göstermektedir. Böylelikle motorlu taşıtlara ilişkin mülkiyet uyuşmazlıklarının önüne geçilmesi, bunlara yönelik vergilerin tarh ve tahsili, motorlu araç piyasasının ve buna dair ekonomik yaşamın güven içinde devamının sağlanması, kara yollarında dolaşacak araçların tespiti ile kontrolü amaçlanmaktadır. Dolayısıyla somut olaydaki müdahale konusu olan araçların trafik siciline tescil edilmesiyle motorlu araçların tespit edilerek kontrolü amaçlandığından başvurunun mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolü veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

42. Anayasa’nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”

43. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

44. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

45. Somut olayda başvurucunun idare tarafından yapılan ihalede mülkiyetini edindiği aracının trafik siciline tescil edilmemesi yönündeki müdahalenin kanuna aykırı olduğu İdare Mahkemesince kabul edilmiştir. Nitekim bu karar doğrultusunda aracın başvurucu adına trafik siciline tescil edildiği görülmüştür (bkz. § 11). Ancak bu aracın trafik siciline tescil edilmiş olması tek başına başvurucunun mağdur sıfatını ortadan kaldırmamaktadır. Başvurucunun mağdur sıfatının ortadan kalkması için ileri sürülen ihlalin hem zamanında hem de mağdurun bu hakkı kullanamadığı süre gözönüne alınarak telafi edilmesi gerekmektedir (Benzer yöndeki karar için bkz. Abdulkerim Tanış ve diğerleri, B. No: 2014/17621, 9/1/2018, § 34).

46. Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi, bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

47. Bu bağlamda ilk olarak başvurucunun söz konusu motorlu aracı bir kamu kuruluşu olan Vergi İdaresinden yapılan bir açık artırmada satın almış olduğuna dikkat çekmek gerekir. Buna göre başvurucunun bu aracı meşru yollarla edindiği ve satın aldığı ihale tarihi itibarıyla kanunen aracın maliki olarak kabul edilmesi gerektiği açıktır. Diğer taraftan başvurucunun satın aldığı tarihte bu araç üzerindeki ihtiyati tedbir şerhini bilebilecek durumda olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Emniyet Müdürlüğünün tescil talebinin reddine ilişkin yazıda, ihaleyi gerçekleştiren idarenin aracın son takyidat durumu ile ilgili olarak bilgi almadığı açık olarak ifade edilmiştir (bkz. § 10). Dolayısıyla başvurucunun ihale öncesinde veya sırasında bu araç üzerinde bir kısıtlama bulunduğunu ve bu kısıtlama yüzünden aracın trafik siciline tescil edilmeyebileceğini öngörebilmesi mümkün değildir.

48. Kaldı ki başvurucunun açtığı davada İdare Mahkemesi, araç üzerindeki söz konusu kısıtlamanın rızai devirler yönünden uygulama alanı bulabileceğini kabul ederek tescil edilmeme yönündeki idari işlemi hukuka aykırı bulmuştur. Başvurucu ise hukuka aykırı bulunan bu idari işlem yüzünden tescil talebi olan 21/7/2008 tarihinden aracın tescil edildiği 8/7/2009 tarihine kadar yaklaşık bir yıl boyunca bu aracı kullanamamış ve ondan yararlanamamıştır.

49. Başvurucunun açtığı tam yargı davasında İdare Mahkemesi iki gerekçeyle tazminat talebini reddetmiştir. Mahkeme, aracın tamiri için yapılan masrafların hizmet kusurundan kaynaklanmadığını belirtmiş; ayrıca aracın ticari faaliyette kullanılıp kullanılmayacağı belirli olmadığı için zararın kesin olarak tespit edilemeyeceğine dayanmıştır (bkz. § 13). Hâlbuki başvurucunun şoför olarak hayatını idame ettirdiği ve şehirler arası taşımacılık alanında faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Buna göre başvurucunun satın aldığı kamyonun mesleki ve ticari faaliyeti açısından önem taşıdığı ve ekonomik bir değer ifade ettiği, bundan yararlanamadığı dönem bakımından başvurucunun kendisi açısından önemli bir kazançtan yoksun kaldığı açıkça ortadadır.

50. Başvurucunun söz konusu dönemde aracı ticari faaliyette kullanıp kullanamayacağı veya devamlı surette iş bulup bulamayacağı gibi hususları mutlak bir biçimde gösterebilmesi, bu dönemde aracı kullanması olanaksızlaştırıldığı için mümkün görülmemektedir. Bununla birlikte başvurucunun idareye güvenerek satın aldığı kamyonunu yine idarenin hatası sebebiyle yaklaşık bir yıl boyunca kullanamadığı ve bunun da başvurucunun zararına yol açtığı bir tereddüde yer vermeyecek biçimde açıktır. Elbette ki söz konusu zararın nasıl hesaplanacağı ve miktarının ne olacağı gibi hususlar, ilk elden delilleri değerlendirme imkânına sahip olan ve bu konuda uzmanlaşmış bulunan derece mahkemelerinin takdirindedir. Ancak zararın varlığı kabul edildiği hâlde miktarının ispatının somut olayda olduğu gibi katı koşullara bağlanması idarenin hatasından doğan mağduriyetin giderilmemesine yol açmaktadır.

51. Sonuç olarak başvurucunun idarenin düzenlediği bir açık artırmada iyi niyetli olarak satın aldığı aracın yaklaşık bir yıl boyunca trafik siciline tescil edilmemesinin başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği, bu müdahale sebebiyle oluşan zararın ise giderilmediği anlaşılmaktadır. Bu durumda herhangi bir tazminatın da ödenmediği dikkate alındığında somut olayda müdahale ile başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfetin yüklendiği, kamu yararı amacı ile mülkiyet hakkının korunması arasında olması gereken adil dengenin başvurucu aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

52. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

53. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

a. Genel İlkeler

54. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında, ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağının belirlenmesi hususunda genel ilkeler belirlenmiştir.

55. Buna göre bireysel başvuru kapsamında bir temel hak ve hürriyetin ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural, mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle devam eden ihlalin durdurulması, ihlale konu kararın veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, § 55).

56. Bununla birlikte 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilirken idari eylem ve işlem niteliğinde karar verilemez. Anayasa Mahkemesi ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederken idarenin, yargısal makamların veya yasama organının yerine geçerek işlem tesis edemez. Anayasa Mahkemesi, ihlalin ve sonuçlarının nasıl giderileceğine hükmederek gerekli işlemlerin tesis edilmesi için kararı ilgili mercilere gönderir (Mehmet Doğan, § 56).

57. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilmeden önce ihlalin kaynağının belirlenmesi gerekir. Buna göre ihlal; idari eylem ve işlemler, yargısal işlemler veya yasama işlemlerinden kaynaklanabilir. İhlalin kaynağının belirlenmesi uygun giderim yolunun belirlenebilmesi bakımından önem taşımaktadır (Mehmet Doğan, § 57).

58. İhlalin idari eylem ve işlemden kaynaklandığı durumlarda 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi her somut olayın koşullarını dikkate alarak yapılması gerekenlere hükmeder. İdari eylem ve işleme karşı başvurulacak kanun yolları varsa ve bu yollar tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlal tespiti yapılmışsa yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânının bulunduğu durumlarda kararın bir örneğinin ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmedilebilir.

59. Mehmet Doğan kararında Anayasa Mahkemesi, yeniden yargılama yapmakla görevli derece mahkemelerinin yükümlülüklerine ve ihlalin sonuçlarını gidermek amacıyla derece mahkemelerince yapılması gerekenlere ilişkin açıklamalarda bulunmuştur. Buna göre Anayasa Mahkemesinin tespit edilen ihlalin giderilmesi amacıyla yeniden yargılama yapılmasına hükmettiği hâllerde derece mahkemesi, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında belirttiği doğrultuda ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür (Mehmet Doğan, § 59).

60. Bu bağlamda derece mahkemesinin öncelikle yapması gereken şey, bir temel hak veya özgürlüğü ihlal ettiği veya idari makamlar tarafından bir temel hak veya özgürlüğe yönelik olarak gerçekleştirilen ihlali gideremediği tespit edilen önceki kararını kaldırmaktır. Derece mahkemesi, kararın kaldırılmasından sonraki aşamada ise Anayasa Mahkemesi kararında tespit edilen ihlalin sonuçlarını gidermek için gereken işlemleri yapmak durumundadır (Mehmet Doğan, § 60).

b. İlkelerin Olaya Uygulanması

61. Başvurucu, ihlalin tespiti ile maddi tazminat talebinde bulunmuştur.

62. Anayasa Mahkemesi başvurucunun ihale yoluyla idareden satın aldığı kamyonun trafik siciline geç tescil edilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Dolayısıyla somut başvuruda ihlalin idari faaliyetten kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

63. Bununla birlikte başvurucunun somut olayda uğradığı zararların giderimi için tazminat davası açtığı, bu davanın reddedilmesi nedeniyle başvurucunun maddi zararlarının karşılanamadığı anlaşılmaktadır. Buna göre söz konusu idari işleme karşı başvurulacak kanun yolu tüketildikten sonra yapılan bireysel başvurunun incelenmesi sonucu ihlale yol açıldığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla yeniden yargılama yoluyla ilgili mahkemenin tespit edilen ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırma imkânı bulunduğu için kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlali ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Zonguldak İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekir. Buna göre yapılacak yeniden yargılama ise 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda derece mahkemelerince yapılması gereken iş, öncelikle ihlale yol açan mahkeme kararının ortadan kaldırılması ve nihayet ihlal sonucuna uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir.

64. Yeniden yargılama yapılmasına karar verilmesi yeterli bir giderim sağladığından başvurucunun maddi tazminata ilişkin talebinin reddine karar verilmesi gerekir.

65. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 226,90 TL harcın başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Başvurunun KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Zonguldak İdare Mahkemesine (E.2009/1286, K.2010/83) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 226,90 TL harcın BAŞVURUCUYA ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 12/9/2018 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

FERİDUN ÇALIŞKAN VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2017/32275)

 

Karar Tarihi: 16/9/2020

R.G. Tarih ve Sayı: 10/11/2020-31300

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

Başkan

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Üyeler

:

Serdar ÖZGÜLDÜR

 

 

Burhan ÜSTÜN

 

 

Muammer TOPAL

 

 

Selahaddin MENTEŞ

Raportör

:

Kamber Ozan TUTAL

Başvurucular

:

1. Feridun ÇALIŞKAN

 

 

2. Muzafet ERCAN

 

 

3. Mükerrem ARABACILAR

 

 

4. Mehmet Kalender İnşaat Giyim İthalat İhracat Sanayi ve Turizm Ticaret Ltd. Şti.

Başvurucular Vekili

:

Av. Sezer AYYILDIZ

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, üzerinde aile konutu şerhi bulunan taşınmazla ilgili olarak ortaklığın satış yoluyla giderilmesi talebinin reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 11/8/2017 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. İzmir'in Karşıyaka ilçesi Şemikler Mahallesi 32300 numaralı adada yer alan ve üzerilerinde ev bulunan, başvuruculara ait 11 parsel ile yine aynı adada yer alıp üzerinde ev bulunan, H.A.ya ait 8 parsel 19/11/2015 tarihli parselasyon işlemi sonucu 25 parsel sayılı taşınmaz altında birleştirilmiştir.

9. Tapu kaydında taşınmaz, iki adet iki katlı ev niteliğinde olup 302,96 m2 yüz ölçümüne sahiptir. Taşınmazın 128,29 m2si başvuruculara, 174,67 m2si H.A.ya aittir. H.A.ya ait pay üzerinde 18/4/2013 tarihinde tesis edilmiş aile konutu şerhi bulunmaktadır. Tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde ise 11 ve 8 parsel maliklerine ait iki ayrı evin bulunduğu belirtilmiştir.

10. Başvurucular 23/6/2016 tarihinde ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmıştır. Dava dilekçesinde paydaşların bir araya gelerek ortaklığı gidermelerinin mümkün olmadığı belirtilmiştir.

11. Davalı H.A. cevap dilekçesinde, parselasyon işleminin iptali için açılan davanın bekletici mesele yapılması gerektiğini ve taşınmazdaki pay üzerinde aile konutu şerhi bulunduğundan ortaklığın giderilmesinin mümkün olmadığını savunmuştur.

12. Karşıyaka 3. Sulh Hukuk Mahkemesi (Mahkeme) 21/2/2017 tarihinde, bilirkişi raporu doğrultusunda taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmaması nedeniyle satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, parselasyon işleminin iptali için açılan dava 8 parsel sayılı taşınmaza ilişkin olduğundan davanın bekletici mesele sayılmadığı belirtilmiştir. Mahkeme ayrıca davanın konusu itibarıyla taşınmaz üzerinde aile konutu şerhi bulunması hususunun araştırılmasına yer olmadığını ifade etmiştir.

13. Mahkeme kararına karşı davalı, istinaf yoluna başvurmuştur. İstinaf dilekçesinde, aile konutu şerhi nedeniyle ortaklığın giderilmesinin mümkün olmadığı ve parselasyon işleminin iptali davasının bekletici mesele sayılması gerektiği ileri sürülmüştür.

14. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi (Daire) 16/5/2017 tarihinde mahkeme kararının kaldırılmasına ve davanın reddine kesin olarak karar vermiştir. Daire kararında, Yargıtay içtihadına göre dava konusu taşınmaza aile konutu şerhi konulmasının ortaklığın giderilmesine engel teşkil edeceği ve şerh terkin edilmedikçe ortaklığın giderilmesinin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Ayrıca Daire, parselasyon işleminin iptaline ilişkin olarak açılan davanın sonucunun da beklenmesi gerektiğini ifade etmiştir.

15. Nihai karar 18/7/2017 tarihinde başvuruculara tebliğ edilmiştir.

16. Başvurucular 11/8/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

17. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden yapılan incelemede parselasyon işleminin iptali için açılan davanın İzmir 5. İdare Mahkemesince işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle 4/10/2017 tarihinde reddedildiği ve dosyanın -bireysel başvurunun inceleme tarihi itibarıyla- istinaf aşamasında olduğu görülmüştür.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Mevzuat Hükümleri

18. 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun "Parselasyon planlarının hazırlanması" kenar başlıklı 18. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"İmar hududu içinde bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak sahiplerinin muvafakatı aranmaksızın, birbirleri ile, yol fazlaları ile, kamu kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yerlerle birleştirmeye, bunları yeniden imar planına uygun ada veya parsellere ayırmaya, müstakil, hisseli veya kat mülkiyeti esaslarına göre hak sahiplerine dağıtmaya ve re'sen tescil işlemlerini yaptırmaya belediyeler yetkilidir. Sözü edilen yerler belediye ve mücavir alan dışında ise yukarıda belirtilen yetkiler valilikçe kullanılır."

19. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun "Genel olarak" kenar başlıklı 193. maddesi şöyledir:

"Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukukî işlemi yapabilir."

20. 4721 sayılı Kanun'un "Aile konutu" kenar başlıklı 194. maddesi şöyledir:

"Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.

Rızayı sağlayamayan veya haklı bir sebep olmadan kendisine rıza verilmeyen eş, hâkimin müdahalesini isteyebilir.

Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini tapu müdürlüğünden isteyebilir.

Aile konutu eşlerden biri tarafından kira ile sağlanmışsa, sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı hâline gelir ve bildirimde bulunan eş diğeri ile müteselsilen sorumlu olur."

21. 4721 sayılı Kanun'un "Paylaşma istemi" kenar başlıklı 698. maddesi şöyledir:

"Hukukî bir işlem gereğince veya paylı malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması sebebiyle paylı mülkiyeti devam ettirme yükümlülüğü bulunmadıkça, paydaşlardan her biri malın paylaşılmasını isteyebilir.

Paylaşmayı isteme hakkı, hukukî bir işlemle en çok on yıllık süre ile sınırlandırılabilir. Taşınmazlarda paylı mülkiyetin devamına ilişkin sözleşmeler, resmî şekle bağlıdır ve tapu kütüğüne şerh verilebilir.

Uygun olmayan zamanda paylaşma isteminde bulunulamaz."

22. 4721 sayılı Kanun'un "Paylaşma biçimi" kenar başlıklı 699. maddesi şöyledir:

"Paylaşma, malın aynen bölüşülmesi veya pazarlık ya da artırmayla satılarak bedelinin bölüşülmesi biçiminde gerçekleştirilir.

Paylaşma biçiminde uyuşma sağlanamazsa, paydaşlardan birinin istemi üzerine hâkim, malın aynen bölünerek paylaştırılmasına, bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi hâlinde eksik değerdeki parçaya para eklenerek denkleştirme sağlanmasına karar verir.

Bölme istemi durum ve koşullara uygun görülmezse ve özellikle paylı malın önemli bir değer kaybına uğramadan bölünmesine olanak yoksa, açık artırmayla satışa hükmolunur. Satışın paydaşlar arasında artırmayla yapılmasına karar verilmesi, bütün paydaşların rızasına bağlıdır. "

2. Yargıtay İçtihadı

23. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 5/7/2017 tarihli ve E.2015/15195, K.2017/5681 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.

Hemen belirtilmelidir ki, aile konutunun, hak sahibi eş tarafından devri ve konut üzerindeki hakların sınırlandırılması, diğer eşin açık rızasına bağlıdır. Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir (TMK m.194). Bu rıza alınmadan konutla ilgili yapılan tasarruf işlemi geçersizdir. Bu geçersizliği, rızası gereken eş konutun bu vasfını devam ettirmesi koşuluyla evlilik birliği süresince ileri sürebilir. Evlilik, ölümle veya boşanma yahut da iptal kararıyla sona ermiş ise, Türk Medeni Kanununun 194. maddesinin 'aile konutuna' sağladığı koruma da sona erer ve diğer eşin rızası alınmadan yapılan tasarruf işlemi yapıldığı andan itibaren geçerlilik kazanır.

Somut olayda; dava konusu taşınmazın taraflar adına 1/2'şer pay ile kayıtlı olduğu, Antalya 4. Aile Mahkemesinin 23.10.2015 tarih, 2015/442 Esas, 2015/895 Karar sayılı hükmü ile dava konusu taşınmaz üzerine 'aile konutu' şerhi konulduğu, hükmün 22.12.2015 tarihinde kesinleştiği anlaşılmaktadır. Dava konusu taşınmaza aile konutu şerhi konulduğuna göre artık bu şerh, ortaklığın giderilmesine engel teşkil eder. Tapu kaydındaki aile konutu şerhi terkin edilmediği müddetçe ortaklığın giderilmesine karar verilmesi mümkün olmadığından mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir."

24. Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 4/3/2019 tarihli ve E.2016/15977, K.2019/1842 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"...mahkemece, davaya konu taşınmaz üzerinde aile konutu şerhi bulunması nedeniyle davanın reddine karar verilmiş ise de; davacı Ö.B., davalı ile dava dışı eşi M.U. dava konusu taşınmazda birlikte paydaş iken, M.U.nun payını satın almış ve işbu davayı açmıştır. Diğer eş A.U. tarafından taşınmazı satan aleyhine Türk Medeni Kanununun 194. maddesine dayalı tapunun iptali ve tescil davası açılmamıştır. Satıcı eş M.U. ile davacı Ö.B. arasında aile konutu şerhini bertaraf etmek amacıyla el ve işbirliği olduğu da iddia edilip kanıtlanmadığından üçüncü kişi konumundaki paydaş davacının mülkiyet hakkı aile konutu şerhi nedeniyle kısıtlanamaz.

Bu durumda, mahkemece davanın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir."

25. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 16/7/2007 tarihli ve E.2007/10018, K.2007/11375 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Davalı, 125 parsel sayılı taşınmazda 219/1630 oranında paydaştır. Bu paya ilişkin tapu kaydı üzerine aile konutu şerhi konulması gerekirken, diğer paydaşların tasarruflarını sınırlayacak şekilde 125 parsel nolu taşınmazın tapu kaydına şerh konulmasına biçiminde hüküm kurulması doğru görülmemiştir."

26. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 2/3/2016 tarihli ve E.2015/20284, K.2016/3924 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir. (TMK m. 194/3) Aile konutu şerhi konulmasının amacı, taşınmazın maliki olmayan eşin rızası olmaksızın, aile konutu olarak özgülenen taşınmaz üzerinde tasarrufta bulunulmasını engellemektir."

27. Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 9/1/2010 tarihli ve E.2009/9010, K.2010/172 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Dosya kapsamına, toplanan delillere, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verilmiş olmasına ve takdirde de bir isabetsizlik bulunmamasına ve dava konusu edilen bağımsız bölümün tapu kaydında Medeni Kanun’un 194/3 maddesi hükmü gereğince aile konutu olduğuna dair şerh yer almamasına, paydaş sayısı ve pay oranları itibariyle aynen bölünmesine olanak bulunmayan taşınmazın satışı suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesinde bir usulsüzlük olmamasına göre yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan hükmün onanmasına ..."

B. Uluslararası Hukuk

28. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

29. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin temel amacı, devlet tarafından mülkiyet hakkına yapılan haksız müdahalelere karşı kişinin korunmasını sağlamaktır. Bununla birlikte Sözleşme'nin 1. maddesi uyarınca taraf her devlet "kendi yetki alanı içinde bulunan herkesin Sözleşme'de tanımlanan hakları ve özgürlüklerden yararlanmalarını sağlama" yükümlülüğü altındadır. Bu genel nitelikli görevin yerine getirilmesi, Sözleşme ile güvence altına alınan hakların etkili bir biçimde uygulanmasını sağlamak için bazı pozitif yükümlülükler ortaya koymaktadır (Ališić ve diğerleri/Bosna Hersek, Hırvatistan, Sırbistan, Slovenya ve Makedonya Cumhuriyeti [BD], B. No: 60642/08, 16/7/2014, § 100; Sovtransavto Holding/Ukrayna, B. No: 48553/99, 25/7/2002, § 96).

30. AİHM, Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkının da bazı pozitif yükümlülükler içerdiğini kabul etmektedir. AİHM'e göre mülkiyet hakkının gerçekten etkili bir biçimde korunabilmesi, devletin müdahale etmeme görevi yanında ayrıca bazı pozitif tedbirler almasını da gerektirmektedir (Öneryıldız/Türkiye [BD], B. No: 48939/99, 30/11/2004, § 134; Broniowski/Polonya [BD], B. No: 31443/96, 22/6/2004, § 143).

31. AİHM, Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin devletin doğrudan müdahalesinin söz konusu olmadığını, özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar yönünden de -belirli durumlarda- mülkiyet hakkının korunması için gerekli tedbirleri alma yükümlülüğünü içerdiğini kabul etmektedir. Devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde -özel kişiler arası mülkiyet ilişkileri bakımından olsa bile- kişilerin mülkiyet haklarına yapılacak keyfî müdahalelere karşı hukuksal bir koruma sağlaması gerekmektedir. Bu bağlamda devlet, özellikle tarafların mülkiyet hakkına ilişkin uyuşmazlıklar yönünden usule ilişkin gerekli güvenceleri sunan etkin bir yargısal mekanizma oluşturma yükümlülüğü altındadır. Bu çerçevede oluşturulan yargı yollarında ulusal mahkemeler de iç hukukta yer alan ilgili kanunlar ışığında makul ve adil bir biçimde mülkiyet uyuşmazlıklarını çözmek durumundadır. AİHM, bu gerekliliğin sağlanıp sağlanmadığını değerlendirirken uygulanan usulün bütününü incelemektedir (Sovtransavto Holding/Ukrayna, § 96; Fuklev/Ukrayna, B. No: 71186/01, 7/6/2005, §§ 90, 91; Kotov/Rusya [BD], B. No: 54522/00, 3/4/2012, § 112; Anheuser-Busch Inc./Portekiz [BD], B. No: 73049/01, 11/1/2007, §§ 82-87; Capital Bank AD/Bulgaristan, B. No: 49429/99, 24/11/2005, § 134).

32. Bununla birlikte AİHM; iç hukukun yorumlanması ve uygulanması konusundaki görevinin sınırlı olduğunu, ulusal mahkemelerin hukuk kurallarının yorumlanması bakımından sahip oldukları takdir hakkına, açık bir keyfîlik veya bariz bir takdir hatası olmadıkça karışamayacağını belirtmektedir (Anheuser‑Busch Inc./Portekiz, § 83).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

33. Mahkemenin 16/9/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

34. Başvurucular, bir paydaşa ait payda aile konutu şerhi bulunması nedeniyle taşınmaz üzerindeki mülkiyet haklarının kısıtlanmış olmasından şikâyet etmektedir. Aile konutu şerhinin bulunduğu payın bağımsız bir bölüm olarak tapuda yer almadığını belirten başvurucular, şerh nedeniyle diğer paydaşların satışa ilişkin haklarının kısıtladığını iddia etmiştir. Başvurucular; hissesi üzerinde aile konutu şerhi olan, H.A. tarafından açılmış bir dava olmadığından 4721 sayılı Kanun'un 194. maddesinin uygulama alanı bulamayacağını ifade etmiştir.

35. Başvurucular, Daire kararında emsal olarak gösterilen Yargıtay içtihadında bağımsız bölüm vasfındaki taşınmaz hakkındaki ortaklığın giderilmesi davasının reddedildiğini ancak malik oldukları taşınmazın arsa vasfında ve hisseli olduğunu belirtmiştir. Haksız bir kararla davanın reddedildiğini ifade eden başvurucular, aile konutu şerhi nedeniyle mağdur olduklarını iddia etmiştir.

36. Başvurucular sonuç olarak bu gerekçelerle mülkiyet ve adil yargılanma hakları ile eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

37. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

38. Anayasa’nın "Devletin temel amaç ve görevleri" kenar başlıklı 5. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “Devletin temel amaç ve görevleri, … Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

39. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucular adil yargılanma hakkı ve eşitlik ilkesinin de ihlal edildiğini ileri sürmekte ise de aile konutu şerhi nedeniyle ortaklığın giderilemediği yönündeki şikâyetlerin esas itibarıyla mülkiyet hakkını ilgilendirdiği anlaşıldığından başvurucuların tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

40. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

41. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadıkları noktasındaki hukuki durumun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

42. Somut olayda başvurucuların taşınmazın paydaşları olduğu dikkate alındığında Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkün mevcut olduğu kuşkusuzdur.

43. Başvuru konusu olayda başvurucuların mülkiyet hakkına yönelik olarak kamu makamlarınca doğrudan yapılan bir müdahale mevcut olmayıp özel kişiler arası bir uyuşmazlık söz konusudur. Dolayısıyla başvuruda devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri yönünden inceleme yapılması gerekmektedir.

44. Somut olayda mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükler kapsamında değerlendirme yapılacaktır. Bu nedenle başvurunun Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında yer alan ve mülkten barışçıl yararlanma hakkını düzenleyen genel kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

a. Genel İlkeler

45. Mülkiyet hakkının korunmasının devlete birtakım pozitif yükümlülükler yüklediği hususu Anayasa'nın 35. maddesinin lafzında açık bir biçimde düzenlenmemiş ise de bu güvencenin sadece devlete atfedilebilen müdahalelere yönelik sınırlamalar getirdiği, bireyi üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korumasız bıraktığı düşünülemez. Pozitif yükümlülüklerin ortaya çıkmasının nedeni gerçek anlamda koruma sağlanmasıdır. Buna göre anılan maddede bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Gerçek anlamda koruma sağlanması için devletin negatif yükümlülükleri dışında pozitif yükümlülüklerinin de olması gerekir. Dolayısıyla Anayasa'nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu bağlamda söz konusu pozitif yükümlülükler, kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dâhil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir (Türkiye Emekliler Derneği, B. No: 2012/1035, 17/7/2014, §§ 34-38; Eyyüp Boynukara, B. No: 2013/7842, 17/2/2016, §§ 39-41; Osmanoğlu İnşaat Eğitim Gıda Temizlik Hizmetleri Petrol Ürünleri Sanayi Ticaret Limitet Şirketi, B. No: 2014/8649, 15/2/2017, § 43).

46. Devletin pozitif yükümlülükleri, mülkiyet hakkına yapılan müdahalelere karşı usule ilişkin güvenceleri sunan yargısal yolları da içeren etkili hukuksal bir çerçeve oluşturma ve oluşturulan bu hukuksal çerçeve kapsamında yargısal ve idari makamların bireylerin özel kişilerle olan uyuşmazlıklarında etkili ve adil bir karar vermesini temin etmek sorumluluklarını da içermektedir (Selahattin Turan, B. No: 2014/11410, 22/6/2017, § 41).

47. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda tarafların birbirleriyle çatışan menfaatleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarafların karşı karşıya gelen menfaatleri çerçevesinde mülkiyet hakkını korumakla yükümlü bulunan devletin maddi ve usule ilişkin pozitif yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği dikkate alınarak sonuca varılmalıdır. Bu bağlamda ilk olarak belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir bir kanun hükmünün mevcut olup olmadığı irdelenmelidir (Nobel İlaç Pazarlama ve Sanayii Ltd. Şti., B. No: 2016/4887, 3/7/2019, § 61).

48. İkinci olarak başvuruculara mülkiyet haklarına yapılan müdahaleye etkin bir biçimde itiraz edebilme, savunma ve iddialarını yetkili makamlar önünde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı incelenmelidir. Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde -Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere- mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71).

49. Mülkiyet hakkının usule ilişkin güvenceleri hem özel kişiler arasındaki mülkiyet uyuşmazlıklarında hem de taraflardan birinin kamu gücü olduğu durumlarda geçerlidir. Bu bağlamda mülkiyet hakkının korunmasının söz konusu olduğu durumlarda usule ilişkin güvencelerin somut olayda yerine getirildiğinden söz edilebilmesi için derece mahkemelerin kararlarında konu ile ilgili ve yeterli gerekçe bulunmalıdır. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu zorunluluk davacının bütün iddialarına cevap verilmesi anlamına gelmemekle birlikte mülkiyet hakkını ilgilendiren davanın sonucuna etkili esasa ilişkin temel iddia ve itirazların yargılama makamlarınca özenli bir şekilde değerlendirilerek karşılanması gerekmektedir (Kamil Darbaz ve GMO Yapı Grup End. San. Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/12563, 24/5/2018, § 52).

50. Son olarak ise başvurucuların mülkiyet haklarını koruyacak ve yeterli güvenceler sağlayacak hukuksal mekanizmaların oluşturulup oluşturulmadığı incelenmelidir. Bununla birlikte her iki tarafın menfaatlerinin mümkün olduğunca dengelenmesi ve sürecin taraflardan biri aleyhine ölçüsüz bir sonuca da yol açmaması gerekir. Menfaatler dengesinin kurulmasında taraflardan biri aleyhine bireysel olarak aşırı ve olağan dışı bir külfetin yüklenmesi, pozitif yükümlülüklerin ihlali sonucunu doğurabilir. Olayın bütün koşulları ve taraflara tanınan tüm imkânlar ile tarafların tutum ve davranışları gözönünde bulundurularak menfaatlerin adil bir şekilde dengelenip dengelenmediği değerlendirilmelidir (Faik Tari ve Sultan Tari, B. No: 2014/12321, 20/7/2017, § 52).

51. Anayasanın tüm maddeleri aynı etki ve değerde olup aralarında bir üstünlük sıralaması bulunmadığından, uygulamada bunlardan birine öncelik tanımak olanaklı değildir. Bu nedenle, kimi zaman zorunlu olarak birlikte uygulanan iki Anayasa kuralından biri diğerinin sınırını oluşturabilir. Bir başka ifadeyle hakkı düzenleyen maddede herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemiş olsa da Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir (AYM, E.2013/57, K.2013/162, 26/12/2013).

52. Mülkiyet hakkının korunması ile aile konutu bağlamında özel hayata saygı hakkının korunması arasında olması gereken adil dengenin sağlanıp sağlanmadığı değerlendirilmelidir. Kamu makamları, temel hak ve özgürlüklerin korunması çerçevesinde tarafların çatışan hakları arasında adil bir denge kurmalıdır. Bu dengenin kurulmasında kamu makamlarının belli ölçüde takdir yetkisine sahip olduğu kabul edilmekle birlikte her iki tarafın menfaatinin korunması konusunda devletin eşit özen gösterdiği ve taraflardan birine yüklenen külfetin kayda değer biçimde orantısız olmadığı ilgili ve yeterli bir gerekçeyle ortaya konulmalıdır.

b. İlkelerin Olaya Uygulanması

53. Somut olayda başvuruculara ait taşınmaz, ilgili belediyece yapılan parselasyon işlemi sonucu H.A.ya ait taşınmazla birleştirilmiştir. Başvurucuların kamu makamlarının yaptığı parselasyon işlemi sonucu oluşan ortaklığın giderilmesi için açtıkları ortaklığın giderilmesi davası, paydaşlardan birinin payı üzerinde aile konutu şerhi bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir.

54. Mülkiyet hakkının hak sahibine sağlamış olduğu yetkilerden biri de mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisidir. Bir taşınmazın satış yoluyla başkalarına devredilebilmesi mülkiyet hakkının kullanımının en karakteristik görünümlerinden biridir. Mülkiyet hakkı üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi paylı mülkiyette paydaşların ortaklığı sona erdirebilmesini de içermektedir. Nitekim 4721 sayılı Kanun'un 698. maddesi paydaşların malın paylaşılmasını isteme hakkına sahip oldukları hükme bağlanmıştır.

55. Bununla beraber paylı mülkiyette birden fazla hak sahibi söz konusu olduğundan bunların paydaşlığın sona erdirilmesi konusundaki iradelerinin uyuşmadığı ve paydaşlardan birinin paydaşlığın sona erdirilmesine rıza göstermediği durumlar da söz konusu olabilir. Bu gibi hâllerde müşterek malikler arasındaki uyuşmazlığı, tarafların çatışan menfaatleri arasında adil bir denge kuracak şekilde çözüme bağlamak devletin pozitif yükümlülüklerindedir. 4721 sayılı Kanun'un 699. maddesinde paydaşların mahkemeye başvurarak ortaklığın sona erdirilmesini talep etme imkânı getirilmiştir.

56. Başvurucular, müşterek malikler arasında uzlaşmanın sağlanamaması üzerine ortaklığın giderilmesi davası açmıştır. Ancak yargılama sonucunda başvurucuların talebi, paydaşlardan birinin taşınmazı üzerinde aile konutu şerhi bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu durumda bireysel başvuru incelemesi kapsamında çözümlenmesi gereken temel mesele başvurucular ile diğer paydaşın menfaatleri arasında adil bir denge kurulup kurulmadığıdır.

57. Ailenin sosyal ve ekonomik yaşamı açısından son derece önemli bir yere sahip olan aile konutu; eşlerin mutluluğu ve çocukların geleceği için bir güvence, evlilik kurumunun ve aile hayatının bir arada sürmesini sağlayan ve aileyi bir çatı altında toplayan en önemli unsurlardan biri olarak görülmektedir (Melahat Karkin [GK], B. No: 2014/17751, 13/10/2016, § 52). Eşlerin acı tatlı günlerini bu konutta yaşamakta olduğu, sosyal ilişkilerini ve dış çevreyle olan münasebetlerini bu konut ekseninde gerçekleştirdiği, kişisel ve sosyal gelişimlerini bu konut çerçevesinde sürdürdükleri dikkate alındığında yadsınamayacak ölçüdeki ekonomik öneminin yanı sıra aile konutunun eş ve çocuklar yönünden manevi ve duygusal değerinin de bulunduğu açıktır. Çoğu olayda kadın eşin çocukları ile barındığı mekân konumunda olan aile konutunun -yukarıda belirtilen önemi de dikkate alındığında- birliğin devamı sırasında özensizce elden çıkarılması büyük sıkıntılara yol açabilmektedir (Melahat Karkin, § 53).

58. Anayasa Mahkemesi Melahat Karkin kararında, 4721 sayılı Kanun'un 194. maddesi hükmündeki aile konutuna ilişkin güvencelerin devletin Anayasa'nın 20. ve 41. maddelerinden doğan aile hayatına saygıyı tesis etme konusundaki pozitif yükümlülüğünü gerçekleştirme vasıtalarından biri olduğunu ve aile hayatına saygı hakkı bakımından kamu makamlarının, her somut olayın kendi koşulları çerçevesinde aile konutunun korunmasına ilişkin pozitif yükümlülüklerinin söz konusu olabileceğini vurgulamıştır (Melahat Karkin, § 57).

59. Yıldız Eker ([GK], B. No: 2015/18872, 22/11/2018) kararında aile konutu güvencesinden kaynaklanan hakların yargı mercileri nezdinde ileri sürebilmesi ve bunların yargı mercilerinde tartıştırabilme imkânına sahip olunması gerektiğinin altı çizilmiştir (Yıldız Eker, § 39). Emine Göksel ([GK]B. No: 2016/10454, 12/12/2019) kararında eşlerden birinin borcu nedeniyle üzerinde aile konutu şerhi bulunan taşınmazın haczedilemeyeceği şikâyetinin aktif dava ehliyetinin bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiş olmasının aile hayatına saygı hakkının ihlaline neden olduğu değerlendirilmiştir. Anılan kararda hâline münasip evin haczedilemeyeceğine ilişkin düzenlemeyle barınma hakkı ile mülkiyet hakkı arasında bir dengeleme yapıldığı belirtilmiş ve mesken yönünden bir korunma sağlayarak kanun koyucunun borçlunun barınma hakkına üstünlük tanıdığı açıklanmıştır (Emine Göksel, §§ 41-46).

60. Tüm aile fertlerinin bir arada barınabilecekleri aile konutunun korunmasının önemi inkâr edilmemekle birlikte aile konutundan kaynaklanan anayasal değerlere mutlak bir biçimde üstünlük tanınması düşünülemez. Devletin diğer paydaşların mülkiyet hakkından kaynaklanan menfaatlerini koruma yükümlülüğü de bulunmaktadır. Temel hak ve özgürlüklerin çatışması durumunda, haklar arasında makul bir denge kurularak her ikisinin de gerektiği ölçüde korunduğu bir yolun benimsenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda tüm paydaşların haklarının uygun düştüğü ölçüde korunması devletin bireylere eşit ilgi gösterme yükümlülüğünün bir gereğidir.

61. Somut olayda aile konutu iddiasının eşe karşı değil üçüncü kişiye karşı ileri sürüldüğü vurgulanmalıdır. Ayrıca aile konutu iddiası eş ile üçüncü kişi arasında tesis edilen bir hukuki işlemin geçerlilik şartı olarak da dile getirilmemiştir. Esasen diğer eş ile başvurucular arasında bir hukuki işlem de söz konusu değildir. Başvurucular sadece kanun tarafından kendilerine tanınan ortaklığın sona erdirilmesi hakkını kullanmak istemişlerdir.

62. Öte yandan ortaklığın sona erdirilmesi paydaşların mülklerini kaybetmeleri sonucunu doğuran bir işlem değildir. Satış sonucu elde edilen bedel paydaşlara tapu kaydındaki hisseleri oranında ödenecektir. Dolayısıyla üzerinde aile konutu şerhi bulunan taşınmazın maliki olan kişinin de mülkünden mahrum kalması söz konusu olmayacaktır. Yine taşınmaz üzerindeki payı gözönüne alındığında bu kişi barınma ihtiyacını sağlayacak maddi imkâna kavuşabilecektir. Ayrıca satış suretiyle ortaklığın giderilmesi hâlinde bu kişi ihaleye katılabilecek ve taşınmazı satın alabilecektir.

63. Bunun yanında başvurucular ile H.A. arasındaki müşterek mülkiyet ilişkisinin tarafların kendi rızalarıyla kurulmadığına dikkat çekilmelidir. Taraflar arasındaki paylı mülkiyet ilişkisi bir kamu otoritesi olan belediyenin üstün kamu gücüne dayanarak tek taraflı bir biçimde yaptığı parselasyon işlemi sonucunda ortaya çıkmıştır. Son olarak ortaklığa devam edilmesini haklı kılan başkaca bir sebep de gösterilememiştir.

64. Diğer taraftan başvurucuların başka yollarla paydaşlığı giderme imkânlarının da oldukça az olduğu görülmektedir. Olayda tarafların rızaen satış konusunda uzlaşamadıkları anlaşılmaktadır. Her ne kadar başvurucuların kendi paylarını üçüncü kişilere satmalarının önünde hukuki bir engel bulunmasa da taşınmazın mevcut durumu karşısında paylarını gerçek bedeli üzerinden satma imkanlarının önemli ölçüde azaldığı söylenebilir. Ayrıca muhtemel bir pay satışı halinde başvurucular diğer paydaşlar tarafından açılacak şufa davası gibi sonuçlarla da karşılaşabilecektir.

65. Tüm bu koşullar gözetildiğinde başvurucular tarafından açılan ortaklığın giderilmesi davasının paydaşlardan birinin eşinin aile konutu itirazında bulunması nedeniyle reddedilmesinin başvuruculara -diğer tarafın menfaatlerine nazaran- orantısız bir külfet yüklenmesine yol açtığı değerlendirilmiştir. Başvurucuların ortaklığın dava yoluyla giderilmesi talebinin reddedilmesi tasarruf yetkisini tamamen ortadan kaldırmasa da aşırı derece zorlaştırmıştır. Bu durumda kamu makamlarının her iki tarafın menfaatleri arasında adil bir denge kurabildikleri ve eşit ilgi gösterme yükümlülüklerini ifa edebildikleri söylenemeyecektir.

66. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

67. 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

68. Başvurucular ihlalin tespitini istemiş ve yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuşlardır.

69. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

70. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

71. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

72. İncelenen başvuruda, taşınmaz üzerinde aile konutu şerhi bulunduğu gerekçesiyle ortaklığın giderilmesi davasının reddedilmiş olması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin Daire kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

73. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Karşıyaka 3. Sulh Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

74. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Karşıyaka 3. Sulh Hukuk Mahkemesine (E.2016/748, K.2017/194) GÖNDERİLMESİNE,

D. 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 16/9/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

AYDA YAVUZ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2017/39772)

 

Karar Tarihi: 13/10/2020

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

M.Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Basri BAĞCI

Raportör

:

Kamber Ozan TUTAL

Başvurucu

:

Ayda YAVUZ

Vekili

:

Av. Mehmet BAĞLARS

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, infaz edilmiş olan adli para cezasına dayanak mahkûmiyetin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen paranın iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının; yakalama kararı sonrası bir süre tutuklu kalınması nedeniyle kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 13/12/2017 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca, makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ilişkin iddia yönünden ayrılarak 2018/33765 başvuru numarasına kaydedilmesine ve mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiası yönünden başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Timcon Bilgisayar Elektronik Sanayi ve Ticaret Limited Şirketinin (Şirket) ortağı olan başvurucu, noterde düzenlenen 27/12/2004 tarihli limited şirket hisse devri sözleşmesi ile Şirketteki hisselerini devretmiştir. Başvurucu, Şirket adına düzenlenmiş diğer çeklerle birlikte Y.K. Bankası A.Ş. E. şubesi hesabından 9008069 numaralı boş çek yaprağını da Şirket hisselerini devrettiği kişilere teslim etmiştir. Hisse devri 22/3/2005 tarihli Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde ilan edilmiştir.

9. Başvurucu hakkında Şirket hisselerini devrettiği kişilere teslim ettiği başvuru konusu haricindeki diğer bazı çeklerle ilgili olarak karşılıksız çek keşide etme suçundan ceza davaları açılmıştır. Söz konusu ceza davalarında başvurucu adli para cezası ile cezalandırılmıştır. Buna karşın yargılamanın yenilenmesi sonucunda çekler üzerindeki imzanın başvurucuya ait olmadığının tespiti üzerine mahkûmiyet hükümleri ortadan kaldırılarak başvurucunun beraatine ve infaz edilen para cezası bedellerinin iadesine karar verilmiştir.

A. Adli Para Cezasına İlişkin Ceza Davası Süreci

10. Yasal hamil 18/3/2005 tarihinde, Y.K. Bankası A.Ş.E. şubesi hesabından 9008069 numaralı 3/4/2005 keşide tarihli ve 5.720 USD bedelli çekin karşılıksız çıktığı iddiasıyla Şirket yetkilisinden şikâyetçi olmuştur. Kadıköy Cumhuriyet Başsavcılığı 18/4/2005 tarihli iddianamesi ile başvurucunun 19/3/1985 tarihli ve 3167 sayılı mülga Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanun'un 16. maddesinin birinci fıkrası uyarınca cezalandırılmasını talep etmiştir. İddianamede başvurucu tarafından keşide edilen ve süresinde bankaya ibraz edilen çekin karşılığının bulunmadığı iddia edilmiştir.

11. Gaziosmanpaşa 1. Asliye Ceza Mahkemesi (Mahkeme) 18/5/2006 tarihinde 3167 sayılı mülga Kanun'un 16. maddesinin birinci fıkrası gereğince çek bedelinin TL karşılığı olan 7.773 TL adli para cezası ile başvurucunun cezalandırılmasına ve bir sene süreyle çek hesabı açma hakkından yasaklanmasına yokluğunda karar vermiştir. Mahkeme kararın gerekçesinde; başvurucunun keşide ederek müştekiye verdiği çekin yasal süre içerisinde bankaya ibraz edildiğini, çekin karşılığının bulunmadığı ve başvurucunun düzeltme hakkını kullanmadığını ifade etmiştir.

12. Mahkemece 2/3/2009 tarihinde hükmün temyiz edilmeden kesinleştiğine ilişkin kesinleşme şerhi düzenlemiş ve cezanın infazı için Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılmıştır. Jandarma tarafından yakalanması üzerine söz konusu adli para cezası başvurucudan 14/4/2009 tarihinde tahsil olunmuştur.

13. Başvurucu 16/4/2009 tarihinde yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuştur. Başvurucu talep dilekçesinde; iddiaya konu çekin Şirket devri ile birlikte teslim edilen çeklerden olduğunu, söz konusu çek üzerindeki imzanın kendisine ait olmadığını ve keşide tarihi itibariyle de Şirketin ortağı veya yetkilisi olmadığını ileri sürmüştür. Bu hâliyle suçun kanuni unsurlarının oluşmadığını ileri süren başvurucu ayrıca tebligat yapılmadığından ceza davasından haberi olmadığını ve yakalanma ile birlikte hakkındaki kararı öğrendiğini belirtmiştir.

14. Mahkeme 21/7/2009 tarihinde yargılamanın yenilenmesi nedenlerinin mevcut olmadığını belirterek başvurucunun talebini reddetmiştir. Başvurucu, iddialarıyla ilgili yeterli inceleme yapılmadığını belirterek karara itiraz etmiştir. Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi 17/11/2009 tarihinde, bankadan gelen yazıda Şirket müdürü olarak başvurucunun görevli olduğu ve çekin bankaya ibraz tarihinde Şirketin devir sözleşmesinin Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde yayımlanmamış olduğu gerekçesiyle itirazı reddetmiştir.

15. Başvurucu 21/1/2010 tarihinde, çekin keşide tarihi itibariyle Şirketin ortağı veya temsilcisi olmadığını ve devir işleminin keşide tarihinden önce Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi'nde yayımlandığını belirterek bir kez daha yargılamanın yenilenmesi talebinde bulunmuştur. Mahkeme 28/1/2010 tarihinde başvurucunun talebinin bir önceki yargılamanın yenilenmesi talebi içeriği ile aynı olduğunu belirterek talebi reddetmiştir. Ret kararına başvurucunun yaptığı itirazı inceleyen Bakırköy 6. Ağır Ceza Mahkemesi daha önce itirazın kesin olarak reddedildiğini belirtmiş ve yeniden karar verilmesine yer olmadığına 23/2/2010 tarihinde hükmetmiştir.

16. Başvurucu benzer iddialarla 24/3/2010 tarihinde kanun yararına bozma talebinde bulunmuştur. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü 20/8/2010 tarihinde yaptığı değerlendirmede; adli para cezasına hükmedilen Mahkeme kararında kanun yollarına başvuru şeklinin eksik gösterildiğine, kararda kanun yollarına başvurulmadığı takdirde hükmün kesinleşeceğinin açıkça belirtilmediğine ve buna ilişkin başvurucuya meşruhatlı davetiye gönderilmediğine işaret etmiştir. Bu nedenlerle henüz kesinleşmemiş bulunan Mahkeme kararına karşı başvurucu tarafından verilen 24/3/2010 tarihli dilekçenin öğrenme üzerine verilmiş bir temyiz dilekçesi olarak merciince değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bakanlık, bu aşamada kanun yararına bozma incelemesi yapmayacağını ve dosyanın Mahkemeye tevdii edilmesinin icap ettiğini açıklamıştır.

17. Mahkeme, başvurucunun temyiz talebini yerinde görüldüğünü belirterek ilamat evraklarının işlemsiz olarak iadesini İlamat ve İnfaz Bürosundan (Büro) 30/9/2010 tarihinde istemiştir. Mahkeme 8/11/2010 tarihinde temyiz formu düzenleyerek adli para cezası mahkûmiyete ilişkin hükmün başvurucu tarafından temyiz edildiğini belirtmiş ve dosyayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiştir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 23/3/2012 tarihinde, 31/1/2012 tarihli ve 6273 sayılı Kanun ile 14/12/2009 tarihli ve 5941 sayılı Kanun'da yapılan değişiklik sonucu cezanın idari yaptırıma dönüştüğünü açıklayarak 23/1/2008 tarihli ve 5278 sayılı Kanun'un geçici 3. maddesinin ikinci fıkrası gereğince dosyanın Mahkemeye iade edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

18. Mahkeme 13/4/2012 tarihinde 6273 sayılı Kanun ile 5941 sayılı Kanun'da değişiklik yapıldığından bahisle ilamat evraklarının işlemsiz olarak iadesini Bürodan yeniden istemiştir. Büro, başvurucu hakkındaki adli para cezasının infaz edilmiş olduğunu belirterek başvurucuya ait ilamı bila infaz Mahkemeye 18/4/2012 tarihinde göndermiştir.

19. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından iade edilen dosyayı yeniden ele alan Mahkeme 20/4/2012 tarihinde başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar vermiştir. Mahkeme gerekçesinde; çekin keşide tarihinden önce bankaya ibraz edildiğinden suçun yasal unsurlarının oluşmadığını, dolayısıyla -suç tarihinden sonra yürürlüğe giren 6273 sayılı Kanun ile eylemin de idari para cezasına dönüştüğünü gözönüne alarak- idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verildiğini açıklamıştır. Temyiz edilmeyen karar 2/7/2012 tarihinde kesinleşmiştir.

B. Adli Para Cezası Tutarının İadesi Talebine İlişkin Süreç

20. Başvurucu, adli para cezasının dayanak kararın kaldırılmış olması nedeniyle infaz edilmiş olan adli para cezası bedelinin iadesini 24/4/2012 tarihinde talep etmiştir. Mahkeme 30/5/2012 tarihli ek kararı ile talebi reddetmiştir. Mahkeme, başvurucu hakkında verilen adli para cezasına ilişkin kararın kanun yolundan geçerek kesinleştiğini ve kesinleşen adli para cezasının başvurucu tarafından ödenerek infaz edilmiş olduğunu belirtmiştir. Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi, başvurucunun karara itirazını 2/7/2012 tarihinde reddetmiştir.

21. Başvurucu, 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 46. maddesi uyarınca hâkimlerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak Bakanlık aleyhine 12/3/2013 tarihinde tazminat davası açmıştır. Başvurucu dava dilekçesinde; adli para cezasına ilişkin hükmün kesinleşmediğini, idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verildiğini, buna rağmen infaz edilen para cezası bedelinin iade edilmediğini ve çekin incelenmesinde gerekli özenin yargılama sürecinde gösterilmediğini ileri sürmüştür. Başvurucu, söz konusu iddialar kapsamında ödemek zorunda kaldığı para cezası bedeli olan 7.773 TL ile 5.000 TL munzam zararının tazmininin yanında 15.000 TL manevi tazminat talep etmiştir.

22. İlk derece mahkemesi sıfatıyla davaya bakan Yargıtay 4. Hukuk Dairesi (Daire) 4/2/2014 tarihinde davayı reddetmiştir. Daire kararın gerekçesinde, yargısal işlemlerde özel amaçla davranıldığına dair delil bulunmadığını ve hukuki sorumluluk nedenlerinden hiçbirisinin mevcut olmadığını belirtmiştir. Başvurucu, Dairenin kararını temyiz etmiştir.

23. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 18/2/2015 tarihinde görev yönünden Daire kararını bozmuştur. Kararın gerekçesinde 18/6/2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanun hükümleri kapsamında 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 141. maddesi uyarınca ceza hâkimleri ve savcıları aleyhine yargısal faaliyetler nedeniyle açılacak tazminat davasında ağır ceza mahkemelerinin görevli olduğunu açıklamıştır. Daire, bozma ilamına uyarak 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca görevsizlik kararı vermiş ve dosyayı görevli ağır ceza mahkemesine göndermiştir.

24. İstanbul Anadolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi (Ağır Ceza Mahkemesi) 20/4/2017 tarihinde davayı reddetmiştir. Ağır Ceza Mahkemesi kararın gerekçesinde, ilk olarak adli para cezasına ilişkin yargılama sürecinde hukuka aykırılık bulunmadığını belirtmiştir. İnfaz edilen para cezasının iadesine Mahkemece karar verilebileceğini ancak sehven verilmediğini ve itiraz incelemesinde de bu hususun gözden kaçtığını belirten Ağır Ceza Mahkemesi, ortada tazminatı gerektirecek bir hukuki sorumluluğun bulunmadığını açıklamıştır. Ağır Ceza Mahkemesi, yazılı emre gidilmesi veya Mahkemeye yeniden başvurulması hâlinde infaza konu paranın iade edilebileceğini ifade etmiş ve yargılama sürecinde görevli hakimlerin sorumluluklarını gerektirecek bir durumun tespit edilemediğini açıklamıştır.

25. Başvurucu, karara karşı istinaf başvurusunda bulunmuştur. İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı da 5271 sayılı Kanunun 141. maddesinde belirtilen koşulların gerçekleştiğini ve başvurucu lehine tazminata hükmedilmesi gerektiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir. Davalı Maliye Hazinesi ise lehe vekâlet ücretine hükmedilmesi talebiyle istinaf başvurusunda bulunmuştur.

26. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 19. Ceza Dairesi (İstinaf) 26/9/2017 tarihinde başvurucunun ve Başsavcılığın istinaf itirazlarını Ağır Ceza Mahkemesi kararında hukuka aykırılık olmadığını belirterek esastan kesin olarak reddetmiştir. İstinaf, davalı Maliye Hazinesi lehine ise Ağır Ceza Mahkemesi kararına eklenmek suretiyle 3.960 TL vekâlet ücretine hükmetmiştir.

27. Nihai karar 4/12/2017 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

28. Başvurucu 13/12/2017 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Mevzuat Hükümleri

29. 3167 sayılı mülga Kanunu'nun 16. maddesi şöyledir:

"Üzerinde yazılı keşide tarihinden önce veya ibraz süresi içinde 4 üncü madde uyarınca ibraz edildiğinde, yeterli karşılığı bulunmaması nedeniyle kısmen de olsa ödenmeyen çeki keşide eden hesap sahipleri veya yetkili temsilcileri, kanunların ayrıca suç saydığı haller saklı kalmak üzere, çek bedeli tutarı kadar ağır para cezasıyla cezalandırılırlar. Ancak verilecek para cezası seksenmilyar liradan fazla olamaz. Bu miktar, 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun ek 2 nci maddesine göre her yıl artırılır. Bu suçtan mükerrirlere, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası verilir.

Bu suçun, organ veya temsilcisi tarafından tüzelkişi yararına işlenmesi halinde özel hukuk tüzelkişisi hakkında da birinci fıkra uyarınca para cezasına hükmolunur. Ayrıca yetkili temsilci tarafından yararına çek keşide edilen hesap sahibi gerçek kişi hakkında da bu fıkra hükmü uygulanır.

Mahkeme, ayrıca işlenen suçun niteliğine göre bir yıl ile beş yıl arasında belirleyeceği bir süre için hesap sahiplerinin ve yetkili temsilcilerinin çek hesabı açtırmalarının yasaklanmasına karar verir. Yasaklanma kararı bütün bankalara duyurulmak üzere Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına bildirilir.

Kısmen veya tamamen karşılıksız çıkan her çek yaprağı ayrı bir suç oluşturur."

30. 5941 sayılı Kanun'un 6273 sayılı Kanun ile değiştirilmeden önceki 5. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılmasına sebebiyet veren kişi hakkında, hamilin şikâyeti üzerine, her bir çekle ilgili olarak, binbeşyüz güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. Ancak, hükmedilecek adlî para cezası, çek bedelinin karşılıksız kalan miktarından az olamaz. Mahkeme ayrıca, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağına; bu yasağın bulunması hâlinde, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağının devamına hükmeder. Bu davalar, çekin tahsil için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da hesap sahibinin yahut şikâyetçinin yerleşim yeri mahkemesinde görülür.

 (2) Birinci fıkra hükmüne göre çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlü olan kişi, çek hesabı sahibidir. Çek hesabı sahibinin tüzel kişi olması hâlinde, bu tüzel kişinin malî işlerini yürütmekle görevlendirilen yönetim organının üyesi, böyle bir belirleme yapılmamışsa yönetim organını oluşturan gerçek kişi veya kişiler, çek karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmakla yükümlüdür.

 (3) Çek hesabı sahibi gerçek kişi, kendisi adına çek düzenlemek üzere bir başkasını temsilci veya vekil olarak tayin edemez. Gerçek kişinin temsilcisi veya vekili olarak çek düzenlenmesi hâlinde, bu çekten dolayı hukukî ve cezaî sorumluluk çek hesabı sahibine aittir.

 (4) Karşılıksız çek düzenleyen, adına karşılıksız çek düzenlenen ve ileri düzenleme tarihli çek üzerinde yazılı tarihe göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, karşılığını ilgili banka hesabında bulundurmayan gerçek ve tüzel kişi hakkında, soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısının talebi üzerine, sulh ceza hâkimi tarafından, kovuşturma evresinde resen mahkeme tarafından, karşılıksız çıkan her bir çekle ilgili olarak, çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilir.

..."

31. 5941 sayılı Kanun'un 5. maddesinin 31/1/2012 tarihli ve 6273 sayılı Kanun'un 3. maddesi ile değiştirildikten sonraki hâliyle ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Üzerinde yazılı bulunan düzenleme tarihine göre kanunî ibraz süresi içinde ibrazında, çekle ilgili olarak karşılıksızdır işlemi yapılması hâlinde, altı ay içinde hamilin talepte bulunması üzerine, çek hesabı sahibi gerçek veya tüzel kişi hakkında, çekin tahsil için bankaya ibraz edildiği veya çek hesabının açıldığı banka şubesinin bulunduğu yer ya da çek hesabı sahibinin yahut talepte bulunanın yerleşim yeri Cumhuriyet savcısı tarafından, her bir çekle ilgili olarak çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı verilir. Bu fıkra hükmüne göre çek düzenleme ve çek hesabı açma yasağı kararı, karşılıksızdır işlemine tabi tutulan çekin düzenlenmesi suretiyle dolandırıcılık, belgede sahtecilik veya başka bir suçun işlenmesi hâlinde de verilir.

...

 (3) Çek hesabı sahibi gerçek kişi, kendisi adına çek düzenlemek üzere bir başkasını temsilci veya vekil olarak tayin edemez. Gerçek kişinin temsilcisi veya vekili olarak çek düzenlenmesi hâlinde, bu çekten dolayı hukukî sorumluluk ile idarî yaptırım sorumluluğu çek hesabı sahibine aittir.

..."

32. 5278 sayılı Kanun'un geçici 3. maddesi şöyledir:

"Bu Kanun hükümlerine göre suç karşılığı uygulanan yaptırımı idarî yaptırıma dönüşen fiiller nedeniyle;

a) Soruşturma evresinde Cumhuriyet başsavcılığınca,

b) Kovuşturma evresinde mahkemece,

idarî yaptırım kararı verilir.

Birinci fıkra kapsamına giren fiillerden, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında bulunan işlerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca, Yargıtayın ilgili dairesinde bulunan işlerde ise ilgili dairece, bu Kanuna göre işlem yapılmak üzere gelişlerindeki usule uygun olarak dava dosyası hükmü veren mahkemeye gönderilir."

33. 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

"Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında;

...

j) Eşyasına veya diğer malvarlığı değerlerine, koşulları oluşmadığı halde elkonulan veya korunması için gerekli tedbirler alınmayan ya da eşyası veya diğer malvarlığı değerleri amaç dışı kullanılan veya zamanında geri verilmeyen,

Kişiler, maddî ve manevî her türlü zararlarını, Devletten isteyebilirler."

34. 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin 6545 sayılı Kanun'un 70. maddesi ile eklenen (3) numaralı fıkrası şöyledir:

"Birinci fıkrada yazan hâller dışında, suç soruşturması veya kovuşturması sırasında kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk hâlleri de dâhil olmak üzere hâkimler ve Cumhuriyet savcılarının verdikleri kararlar veya yaptıkları işlemler nedeniyle tazminat davaları ancak Devlet aleyhine açılabilir."

2. Yargıtay İçtihadı

35. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 30/3/2010 tarihli ve E.2010/11-37, K.2010/66 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"İnceleme konusu olan dosyada, davacı vekili müvekkilinin haksız bir şekilde yakalanıp gözaltına alındığı iddiasıyla 1500 YTL maddi ve 1000 YTL manevi tazminat isteminde bulunmuş, talebinin yasal dayanağı olarak ta, 5271 sayılı CYY'nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendini göstermiş, yerel mahkemece de 141. maddenin 1. fıkrasının (a) bendi ile sınırlı bir inceleme yapılmak suretiyle, davanın reddine karar verilmiştir.

Tazminat davalarında yargıç, tarafların ileri sürdüğü hukuki nedenlerle bağlı olmayıp, ileri sürülen olaylara uygulanacak hukuk kurallarını kendiliğinden belirlemek ve uygulamakla yükümlüdür.

Haksız bir şekilde yakalanıp, gözaltına alındığından bahisle maddi ve manevi tazminat isteminde bulunan davacının bu istemi konusunda yerel mahkeme tarafından karar verilirken, somut uyuşmazlıkta uygulama olanağı bulunan 5271 sayılı Yasanın 141. maddesinin 1. fıkrasının (e) veya (f) bentleri yönünden hiçbir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Yakalanan ve gözaltına alınan davacı ile ilgili olarak Bursa C.Başsavcılığınca ne gibi bir işlem yapıldığı veya karar verildiği dosya içeriğinden anlaşılamamakta olup, davacı hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiğinin veya davacı hakkında yüklenen suçla ilgili olarak açılmış olan davanın beraat ile sonuçlandığının saptanması halinde, davacının 5271 sayılı CYY'nın 141. maddesinin 1. fıkrasının (e) veya (f) bentleri uyarınca tazminat hakkı doğacağı muhakkakdır. Bu nedenle dolandırıcılık suçu şüphesi ile yakalanıp işlemler için bir süre karakolda tutulan ve daha sonra salıverilen davacı hakkında yapılan soruşturmanın akıbetinin ne olduğunun tespiti ile sonucuna göre hüküm kurulması zorunludur.

Bu itibarla Yargıtay C.Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle kabulü ile Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün eksik araştırma nedeniyle bozulmasına karar verilmelidir."

36. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 31/3/2015 tarihli ve E.2014/18203, K.2015/5558 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"... bu kapsamda 5271 sayılı CMK'nın 323. maddesinin 3. fıkrasında yargılamanın yenilenmesi sonucunda beraat veya ceza verilmesine yer olmadığına kararı verilmesi halinde, önceki mahkumiyet kararının tamamen veya kısmen infaz edilmesi dolayısıyla kişinin uğradığı maddî ve manevî zararların Kanunun 141 ilâ 144. maddeleri hükümlerine göre tazmin edileceğinin düzenlendiği dikkate alınarak, iptaline karar verilen mahkumiyet hükmünün infaz edilip edilmediği tereddüde mahal vermeyecek şekilde belirlenerek kısmen ya da tamamen infaz edildiğinin tespiti halinde davacı lehine hak ve nesafet ilkelerine uygun makul bir miktar maddi ve manevi tazminata hükmolunması gerektiği gözetilmeden, yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi, yaptırım kararının iptali ile davacının beraatine hükmedildiği, yargılamanın yenilenmesi sonucunda beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının verilmesi halinde, önceki mahkûmiyet kararının tamamen veya kısmen infaz edilmesi dolayısıyla kişinin uğradığı maddî ve manevî zararlar Ceza Muhakemesi Kanununun141 ilâ 144 üncü ve 323/3. maddeleri hükümlerine göre tazmin edilir şeklindeki düzenleme karşısında idari para cezası olarak ödemek zorunda kalınan 33.500 TL’nin de maddi kayıp niteliğinde olduğu değerlendirilerek maddi zarara eklenmesi gerektiğinin düşünülmemesi ... [kanuna aykırıdır.]"

37. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 9/4/2018 tarihli ve E.2017/11358, K.2018/4127 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

"Davacının tazminat davasına esas ... 2.Asliye Ceza Mahkemesinin 18/09/2008 tarih, 2008/77-2008/321 sayılı dosyası kapsamında karşılıksız çek keşide etmek suçundan 52.000 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına karar verildiği, hükmün kesinleşmesine müteakip 06/12/2011 tarihinde infaz edilerek, bu bedelin devlet hazinesine ödendiği, ancak sonradan davacı tarafından kesinleşen bu hükümle ilgili olarak yeniden yargılama talebinin kabul edilerek yapılan yargılama sonucu, karşılıksız çıkan çekteki imzanın davacıya ait olmaması nedeniyle davacı hakkında verilen mahkumiyet hükmünün iptaliyle, 11/12/2014 tarihinde beraatine karar verildiği, verilen beraat kararının temyiz edilmeksizin 03/03/2015 tarihinde kesinleştiği, görülmekle;

Yapılan incelemeye, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, incelenen dosya kapsamına göre, davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;

1-5271 sayılı CMK'nın 323/3 maddesindeki, yargılamanın yenilenmesi sonucunda beraat veya ceza verilmesine yer olmadığı kararının verilmesi halinde, önceki mahkûmiyet kararının tamamen veya kısmen infaz edilmesi dolayısıyla kişinin uğradığı maddî ve manevî zararlar bu Kanunun 141 ile 144 üncü maddeleri hükümlerine göre tazmin edileceğine ilişkin düzenleme dikkate alınarak, davacı tarafından hazineye ödenen 52.000 TL nin beraat kararı sonrasında davacıya iade edilip edilmediği araştırılıp, iade edilmemiş ise bu miktarın ve ödeme ile iade arasında işleyecek kanuni faizin de maddi tazminat kapsamında hüküm altına alınması gerektiği gözetilmeden, bahse konu tazminat isteminin idari yargı mercilerine yapılması gerekçesiyle, bu hususla ilgili istemin reddine karar verilmek suretiyle, yazılı şekilde hüküm tesisi ... [kanuna aykırıdır.]"

B. Uluslararası Hukuk

1. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

38. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

2. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları

39. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) ilgili kararları için bkz. Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, §§ 33-37; Torsan Orman San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/13677, 20/9/2017, §§ 38-42; Üças Gıda Pazarlama ve Tekstil San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2014/16633, 6/12/2017, §§ 23-29.

V. İNCELEME VE GEREKÇE

40. Mahkemenin 13/10/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

41. Başvurucu, eksik inceleme neticesinde karar verildiğini ve derece mahkemeleri kararlarında yeterli gerekçe bulunmadığını iddia etmiştir. Hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü olmamasına rağmen ödemek zorunda kaldığı adli para cezasının iade edilmemesinden yakınan başvurucu; Şirket ve çeklerin devrine ilişkin tüm sorumluklarını yerine getirmesine karşın davalar için masraf yapmak ve yargılama giderlerini ödemek zorunda kaldığını belirtmiştir. Son olarak başvurucu, daha önce paranın iadesi için yaptığı başvurunun Mahkemece reddedilmiş olması rağmen Ağır Ceza Mahkemesince yazılı emre gidilmesi veya Mahkemeye yeniden başvurulması yolunun gösterilmiş olmasının karar vermekten kaçınmak anlamına geldiğini ifade etmiştir.

42. Başvurucu sonuç olarak bu gerekçelerle adil yargılanma, mülkiyet ve etkili başvuru haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

43. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

 “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

44. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucu adil yargılanma ve etkili başvuru haklarının da ihlal edildiğini ileri sürmekte ise de infazı gerçekleştirilen adli para cezasına ilişkin bedelin iadesi talebine yönelik şikâyetlerin esas itibarıyla mülkiyet hakkını ilgilendirdiği anlaşıldığından, başvurucunun bütün şikâyetlerinin mülkiyet hakkının ihlali iddiası kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

45. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir nedeni de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

46. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaatinin olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20).

47. Somut olayda başvurucu karşılıksız çek keşide etme suçu nedeniyle 7.773 TL tutarında adli para cezası ile cezalandırılmış ve bu tutar başvurucudan tahsil edilmiştir. Bununla birlikte başvurucunun adli para cezası kararına karşı başlattığı itiraz süreci ve sürecin sonucu gözönüne alındığında adli para cezasına ilişkin hükmün tahsil tarihinde henüz kesinleşmediği anlaşılmaktadır. Nitekim dosyayı yeniden ele alarak işin esasını inceleyen Mahkeme, suçun yasal unsurları oluşmadığını belirterek başvurucu hakkında yaptırım uygulanmasına yer olmadığına hükmetmiş ve karar bu hâliyle kesinleşmiştir. Buna göre başvurucuya isnat edilen eylem nedeniyle başvurucu hakkında herhangi bir yaptırıma yer olmadığına karar veren Mahkemenin mahkûmiyete ilişkin ilk kararını kaldırmış olduğu kabul edilmelidir. Dolayısıyla yargılama süreci sonunda henüz kesinleşmediği anlaşılan bir hükme istinaden başvurucudan tahsil edilen paranın başvurucunun mal varlığına dâhil olduğu kuşkusuz olduğuna göre bu paranın mülk teşkil ettiği açıktır.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

48. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

49. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

50. Başvuru konusu olayda karşılıksız çek keşide etme suçundan adli para cezası verilmesi yoluyla başvurucunun mülkiyet hakkına müdahale edilmiştir. Ticari hayatın korunması amacıyla öngörülen adli para cezası ile mülkün kamu yararına uygun kullanılması amaçlandığından başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin mülkiyetin kullanımının kontrolüne veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

51. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

52. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Kanunilik

53. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

54. Somut olayda başvuruya konu adli para cezası, dava ve kararın verildiği tarih itibarıyla yürürlükte olan 3167 sayılı mülga Kanun'un 16. maddesinin birinci fıkrasına göre verilmiştir. Bununla birlikte yeniden yargılama ve temyiz taleplerine ilişkin süreç sonunda adli para cezasına dayanak mahkûmiyetin henüz kesinleşmediği tespit edilmiştir. Sonrasında ise kanuni unsurları oluşmadığından 5941 sayılı Kanun uyarınca başvurucu hakkında idari para cezasına yer olmadığına karar verilmiştir. Buna karşı başvurucu hakkındaki adli para cezasının, mahkûmiyetin ortadan kaldırılmasına ilişkin karar öncesinde 14/4/2009 tarihinde infaz edildiği görülmektedir.

55. Başvuru konusu olayda adli para cezasına ilişkin mahkûmiyetin henüz kesinleşmeden infazın gerçekleştirilmesi ve yargılama süreci sonunda adli para cezasına dayanak mahkûmiyetin ortadan kaldırılarak idari yaptırıma yer olmadığına karar verilmesi karşısında adli para cezasının kanuni dayanaktan yoksun kaldığı anlaşılmaktadır. Öte yandan başvurucunun infaz edilen adli para cezası bedelinin iadesi için başlattığı süreç sonucunda geri ödeme yapılmaması hâli de gözönüne alınmalıdır. Dolayısıyla mülkiyet hakkı kapsamında yargılama sürecinin bütününe bakılarak değerlendirilmesi gerektiğinden ölçülülük yönünden inceleme yapılarak sonuca varılması gerekli görülmüştür.

 (2) Meşru Amaç

56. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle, bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah,B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

57. Kambiyo senetlerinden olan çekin güvenilir bir ödeme aracı olmasının ticaret hayatı ve ekonomi sistemi bakımından önemi dikkate alındığında kambiyo taahhüdüne uyulmamasının cezalandırılmasını amaçlayan müdahale kamu yararına dayalı meşru bir amaç içermektedir (Züliye Öztürk, § 60). Somut olayda söz konusu ilkeden ayrılmayı gerektirir bir husus bulunmamaktadır.

 (3) Ölçülülük

 (a) Genel İlkeler

58. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

59. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

60. Orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde bulundurarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60; Osman Ukav, B. No: 2014/12501, 6/7/2017, § 71).

61. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkına yapılan bu müdahale ve sınırlamanın, belirlenen meşru amaç doğrultusunda kanuna dayalı olarak ölçülülük ilkesi ve kamu yararı ile bireyin hakları arasında olması gereken adil denge de gözetilerek yapılması zorunludur. Bunun için de öncelikle malike, uygulanan tedbirlere karşı savunma ve itirazlarını etkin biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması, söz konusu iddia ve savunmaların makul biçimde karşılanması, ayrıca malikin iyi niyetli olduğunun tespit edilmesi durumunda zararının tazmini gerekmektedir. Bu gerekliliklere uyulduğu takdirde mülkiyet hakkına yapılan müdahale ölçülü olacaktır (Başvurucuya diğer unsurlar yanında ayrıca etkin bir savunma hakkı tanındığı için müdahalenin ölçülü görüldüğü kararlar için bkz. Eyyüp Baran, B. No: 2014/8060, 29/9/2016, §§ 75-95; Fatma Çavuşoğlu ve Bilal Çavuşoğlu, B. No: 2014/5167, 28/9/2016, §§ 74-89; buna karşılık aynı koşulun yargılama sürecinde sağlanmaması nedeniyle müdahalenin ölçüsüz görüldüğü karar için bkz. Mahmut Üçüncü, B. No: 2014/1017, 13/7/2016, §§ 79-102; Arif Güven, §§ 57-72).

 (b) İlkelerin Olaya Uygulanması

62. Başvuruya konu olayda Mahkeme karşılıksız çek keşide etme suçunu işlediği gerekçesiyle başvurucu hakkında 7.773 TL adli para cezasına hükmetmiştir. Adli para cezası infaz edilerek söz konusu tutar başvurucudan tahsil edilmiştir. Bununla birlikte devam eden ceza davası süreci sonunda kanuni unsurları oluşmadığı belirtilerek başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verilmiştir. Başvuru hakkındaki ceza yargılaması bu hâliyle kesinleşmiştir.

63. Başvurucu, ödemiş olduğu adli para cezasının bedelinin iadesini talep etmiştir. Mahkeme iade talebini reddetmiştir. Adli para cezası nedeniyle uğramış olduğu zararın tazmini için başvurucunun yürüttüğü hukuksal süreç sonucunda ise Ağır Ceza Mahkemesi tazminat davasını reddetmiştir. Başvurucu, hakkındaki mahkûmiyetin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen ödemek zorunda kaldığı adli para cezası bedelinin iade edilmemesinden şikâyetçidir.

64. Somut olayda Mahkemenin 18/5/2006 tarihli kararı ile keşide ettiği çekin karşılığı bulunmadığı gerekçesiyle başvurucuya adli para cezası verilmiştir. Söz konusu kararın başvurucunun yokluğunda yapılan yargılama sonucunda verildiğine işaret etmek gerekmektedir. Cezanın infazı ile birlikte 14/4/2009 tarihinde karardan haberdar olan başvurucu hukuksal yolları kullanma imkânına kavuşabilmiştir. Bu hâliyle hakkındaki yakalama işlemi sonucunda başvurucu adli para cezasını ödemek zorunda bırakılmıştır. Adli para cezasının infazı sonrasında başvurucu, hükme karşı hukuki süreç başlatmıştır.

65. Adli para cezasına ilişkin Mahkeme kararının kesinleşmediğinin tespit edilmesi sonrası Mahkeme davayı esastan yeniden incelemiştir. Mahkeme, çekin keşide tarihinden önce bankaya ibraz edildiğini ve dolayısıyla kanuni unsurları oluşmadığından başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına 20/4/2012 tarihinde karar vermiştir. Böylece başvuru hakkında verilen adli para cezası ortadan kaldırılmıştır.

66. Başvurucu, Mahkemenin ilk kararına istinaden ödemek zorunda kaldığı bedelin iadesini istemiştir. Mahkeme, adli para cezasının kanun yollarından geçerek kesinleştiğini ve başvurucu tarafından ödenerek infaz edildiğini belirterek talebi reddetmiştir. Oysaki aynı Mahkeme adli para cezasına ilişkin hüküm sonrasındaki süreç sonucunda işin esasını yeniden ele alıp incelemiş ve idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına hükmetmiştir. Dolayısıyla Mahkeme yeniden inceleme sonucu idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığı kararıyla ilk hükmünü ortadan kaldırmış olmasına rağmen adli para cezası yönünden kesinleşmiş bir hüküm bulunduğu gerekçesiyle iade talebini reddetmiş olması, kendi içerisinde açık bir çelişki barındırmaktadır.

67. Ayrıca somut olayda başvurucunun tutum ve davranışları ile tedbire neden olan eylem arasındaki illiyet bağının da gözönüne alınması gerekmektedir. Mahkeme kararında çekin keşide tarihinden önce bankaya ibraz edilmiş olması nedeniyle başvurucu hakkında idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına karar verilmiştir. Bu hâliyle adli para cezasına neden olan eylemde başvurucuya atfedilebilir bir davranışın bulunduğu söylenemeyecektir.

68. Başvurucu, ödemek zorunda kaldığı para cezası bedelinin iadesi için başlattığı dava süreçlerinden de sonuç alamamıştır. Mahkemenin ilk kararına dayanılarak başvurucudan alınan adli para cezasına konu tutar, mahkûmiyetin ortadan kaldırılması ve idari yaptırım uygulanmasına yer olmadığına ilişkin Mahkemenin son hükmüne rağmen başvurucuya iade edilmemiştir. Yine başvurucunun ödemiş olduğu bedelin iade edilmemesi nedeniyle uğradığı zararın tazmini için hakimlerin hukuki sorumluğuna dayalı açmış olduğu ve derece mahkemelerince 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesi kapsamında nitelendirilen tazminat davası da reddedilmiştir. Bunun yanında İstinaf tarafından başvurucuya 3.960 TL vekalet ücreti de yüklenmiştir.

69. Sedat Vardarlı kararına konu olayda infaz edilip sonradan ortadan kaldırılmış olan adli para cezası tutarının iadesinin idarece reddedilmesi üzerine açılan iptal davası reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi, sadece idarenin işleminin hukuka aykırılığının denetlendiği idari yargı yerinde açılan iptal davasının etkili bir hukuk yolu olmadığını vurgulamıştır (Sedat Vardarlı, B. No: 2016/75770, 12/6/2019, § 30). Anılan kararda Yargıtay 12. Ceza Dairesince, yargılamanın yenilenmesi üzerine ortadan kaldırılan hükümler kapsamında alıkonulan mal varlığı değeri yönünden 5271 sayılı Kanun'un 141. ve devamı maddeleri hükümlerine göre malikin zararının tazmin edilmesi gerektiğinin kabul edildiğine işaret edilmiştir (Sedat Vardarlı, § 33).

70. Somut olayda adli para cezasına konu bedelin iadesi istemiyle açılan tazminat davasında hâkimlerin kusuru bulunmadığının tespitine ilişkin derece mahkemeleri kararlarında bariz takdir hatası veya açık keyfilik bulunduğu söylenemeyecektir. Bununla birlikte Yargıtay içtihadına göre (bkz. §§ 35-37) derece mahkemelerinin başvurucunun ileri sürdüğü hukuki nedenlerle bağlı olmayıp hukuk kurallarını re'sen uygulamakla yükümlü olduğu ve etkin bir çözüm imkanı sunduğu kabul edilen 5271 sayılı Kanun'un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (j) bendi kapsamında adli para cezasına konu bedelin iade edilebileceği kabul edilmiştir. Buna rağmen derece mahkemelerin hakimlerin hukuki sorumluluğu ile sınırlı bir inceleme yapıp söz konusu bent kapsamında iade talebi yönünden yeterli bir değerlendirme yapmadıkları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla adli para cezasına dayanak hükmün kaldırılmasından açılan tazminat davasının reddine kadarki yargılama sürecine bir bütün olarak bakıldığında başvurucunun kanuni dayanaktan yoksun hâle gelmiş adli para cezasına konu bedele kavuşamadığı görülmektedir.

71. Sonuç olarak adli para cezasına ilişkin tedbirin uygulanmasında meşru bir amacın mevcut olduğu ve bu alanda kamu makamlarının geniş bir takdir yetkisinin bulunduğu kabul edilmekle birlikte somut olayda başvurucu hakkındaki adli para cezasına ilişkin kararın yargılama süreci sonunda ortadan kaldırılmış olması, buna rağmen başvurucu tarafından ödenerek infaz edilmiş olan adli para cezasına konu bedelin iade edilmemiş olması ve başvurucuya atfedilebilecek bir kusurun bulunmaması dikkate alındığından başvurucuya şahsi olarak aşırı ve orantısız bir külfet yüklenmiştir. Dolayısıyla kamunun yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkı arasında olması gereken adil denge başvurucu aleyhine bozulmuştur.

72. Açıklanan gerekçeyle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

73. Başvurucu, adli para cezasının infazı için verilen yakalama kararı sonrası bir süre tutuklu kaldığını belirterek kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

74. Bireysel başvuru yolunun ikincil niteliği gereği Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunabilmek için öncelikle olağan kanun yollarının tüketilmesi zorunludur. Başvurucunun bireysel başvuru konusu şikâyetini öncelikle ve süresinde yetkili idari ve yargısal mercilere usulüne uygun olarak iletmesi, bu konuda sahip olduğu bilgi ve delilleri zamanında bu makamlara sunması, bu süreçte dava ve başvurusunu takip etmek için gerekli özeni göstermiş olması gerekir (İsmail Buğra İşlek, B. No: 2013/1177, 26/3/2013, § 17).

75. Somut olayda başvurucunun açtığı tazminat davasında yakalama nedeniyle uğramış olduğu zararların tazmini talebini ileri sürmediği dikkate alındığında iddiasını ileri sürebileceği olağan kanun yolunu tüketmeksizin bireysel başvuruda bulunduğu anlaşılmaktadır.

76. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

77. 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

78. Başvurucu ihlalin tespiti ile maddi ve manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

79. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir (B. No: 2014/8875, 7/6/2018, [GK]). Mahkeme diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına da işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

80. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

81. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58-59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66-67).

82. İncelenen başvuruda mahkûmiyetin ortadan kaldırılmış olmasına rağmen başvurucu tarafından ödenerek infaz edilmiş olan adli para cezasına konu bedelin iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

83. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul Anadolu 1. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

84. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından maddi ve manevi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

85. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul Anadolu 1. Ağır Ceza Mahkemesine (E.2016/32, K.2017/127) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucunun tazminat talebinin REDDİNE,

E. 257,50 TL harç ve 3.000 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.257,50 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 13/10/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

CEMAL TAŞ VE DİĞERLERİ BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2016/3316)

 

Karar Tarihi: 29/12/2020

R.G. Tarih ve Sayı: 10/2/2021-31391

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Burhan ÜSTÜN

 

 

Engin YILDIRIM

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

Raportör

:

Olcay ÖZCAN

Başvurucular

:

1. Cemal TAŞ

 

 

2. Tenzile TAŞ

 

 

3. Leyla TAŞ

Başvurucular Vekili

:

Av. İlyas SOLAK

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, taşınmazların tapu kaydına askerî güvenlik bölgesi şerhi konulması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 17/2/2016 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

7. İkinci Bölüm tarafından 15/9/2020 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucular Batman'da ikamet etmektedir.

10. Batman Tapu Müdürlüğünden gönderilen belge ve kayıtlara göre Batman'ın, İluh köyünde bulunan tarla vasıflı 9.120 m² yüz ölçüme sahip 101 parsel, 16.200 m² yüz ölçüme sahip 102 parsel, 5.056 m² yüz ölçüme sahip 12587 parsel ve 7.310 m² yüz ölçüme sahip 12589 parsel sayılı taşınmazlarda başvurucuların murisi H.S.nin hisseli olarak malik olduğu, H.S.nin 101 ve 102 parsel sayılı taşınmazları 1974 yılında, 12587 ve 12589 parsel sayılı taşınmazları ise 1984 yılında edindiği anlaşılmıştır. Ayrıca taşınmazlardaki bir kısım hisse başvurucu Cemal Taş tarafından 1988 yılında satış yoluyla devralınmıştır.

11. Batman Hava Meydan Komutanlığı birlik fens teline bitişik konumda oldukları ve askerî güvenlik sahası (bölgesi) içinde kaldıkları gerekçesiyle bu taşınmazlar üzerine 12/6/1995 tarihinde askerî güvenlik bölgesi şerhi konulmuştur.

12. Başvurucuların murisi H.S. 18/7/1996 tarihinde vefat etmiş ve geriye mirasçıları olarak başvurucular kalmıştır.

13. Batman Tapu Müdürlüğünün 1/2/2008 tarihli işlemi ile muris adına kayıtlı hisseler başvuruculara intikal ettirilmiştir. Başvurucu Cemal Taş'ın satış yoluyla devraldığı hisse ile miras yoluyla intikal eden hisseleri birleştirilmiştir.

14. Başvurucular, Millî Savunma Bakanlığına (İdare) gönderdikleri Batman 1. Noterliğinin 15/1/2009 tarihli ihtarnamesi ile anılan taşınmazlara imar izni verilmediği gerekçesiyle taşınmazların üzerindeki askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılması veya taşınmazın kamulaştırılması talebinde bulunmuştur.

15. Başvurucuların talebini değerlendiren Diyarbakır 2'nci Hava Kuvvet Komutanlığının (Hava Kuvvet Komutanlığı) 2/3/2009 tarihli cevabında; taşınmazların hâlen maliklerinin tasarrufu altında tarım amaçlı olarak kullanıldığı, herhangi bir kısıtlamanın söz konusu olmadığı, bu nedenle taşınmazlar üzerinde bulunan askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılmayacağı ve kamulaştırmaya gerek duyulmadığı ifade edilmiştir.

16. Başvurucuların Batman Valiliğine aynı yönde yaptıkları 18/5/2009 tarihli başvuruya Hava Kuvvet Komutanlığı 3/7/2009 tarihinde cevap vermiş ve 2/3/2009 tarihli cevabını aynen tekrar etmiştir.

17. Başvurucular 3/7/2009 tarihli işlemin iptali istemiyle İdare aleyhine 30/9/2009 tarihinde Batman İdare Mahkemesinde (İdare Mahkemesi) dava açmıştır.

18. Yargılama sırasında yapılan keşif sonrasında düzenlenen bilirkişi raporunda özetle;

i. Taşınmazların Batman Hava Meydan Komutanlığı tel örgüsüne bitişik, Batman-Diyarbakır yoluna 500 metre ve bu yol üzerindeki binalara 400 metre, askerî havaalanı lojmanlarına 300 metre, uçak pistine 750 metre ve uçaksavar bataryalarına 80 metre mesafede olduğu, başvurucuların taşınmazları hâlen tarımsal faaliyette kullandıkları ifade edilmiştir.

ii. Taşınmazların konumu dikkate alındığında askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılarak imara açılması ve bina inşası hâlinde havaalanındaki insansız hava araçlarının ve diğer uçakların iniş ve kalkışlarının, askerî personelin nöbet noktalarının ve nöbet değişim saatlerinin, askerî personelin servis araçlarının ve diğer askerî araçların geliş ve gidişleri ile diğer faaliyetlerinin, askerî personelin eğitim, atış, tatbikat ve diğer faaliyetlerinin kolay bir şekilde takip edilebileceği vurgulanmıştır. Ayrıca taşınmazların 80 metre uzağında bulunan uçaksavar mevzilerinin güvenlik ve etkinliğinin tehlikeye düşebileceğine, askerî güvenlik bölgesinin fotoğraf ve filmlerinin çekilmesi, harita, resim ve krokisinin yapılması gibi faaliyetlerin kolaylaşabileceğine işaret edilmiştir.

iii. Terörle mücadelenin yoğun olarak yaşandığı Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yer alan taşınmazların üzerine askerî güvenlik bölgesi şerhi konulmamasının askerî faaliyetler açısından güvenlik zafiyeti oluşturacağı belirtilmiştir.

iv. Sonuç olarak başvurucuların taşınmazları üzerine askerî güvenlik bölgesi şerhi konulması için 18/12/1981 tarihli ve 2565 sayılı Askerî Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu ile bu Kanun uyarınca çıkarılan 30/4/1983 tarihli ve 18033 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Askerî Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliği'nde (Yönetmelik) aranan şartların oluştuğu ifade edilmiştir.

19. İdare Mahkemesi 1/4/2016 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesi özetle şöyledir:

i. Taşınmazların Batman Hava Meydan Komutanlığının tel örgüsüne bitişik surette sınır olduğu ve ayrıca askerî havaalanı lojmanlarına 300 metre mesafede bulunduğu görülmektedir. Bahse konu taşınmazlar üzerindeki askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılması ve taşınmazların imara açılması durumunda inşa edilecek binalar ve çevresinden askerî faaliyet ile hareketliliğin kolayca takip altına alınabileceği sonucuna varılmıştır.

ii. Bu nedenle taşınmazların üzerindeki askerî güvenlik bölgesi şerhinin kaldırılması istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin dava konusu işlemde kamu yararı ve askerî hizmetin gereklilikleri yönünden hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

20. Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden yapılan incelemede Batman İdare Mahkemesinin 1/4/2016 tarihli kararının başvurucular tarafından 28/6/2016 tarihinde temyiz edildiği ancak temyiz isteminin sonuçlanmadığı anlaşılmıştır.

21. Başvurucular iptal davası açtıktan sonra taşınmazlarında meydana gelen değer kaybının tespiti için 18/10/2012 tarihinde Batman Sulh Hukuk Mahkemesine başvurmuş ve delil tespiti yapılmasını istemiştir. Yapılan tespit sonrası düzenlenen 13/10/2012 tarihli bilirkişi raporu özetle şöyledir:

i. Şehir yapılaşması askerî güvenlik sınırına kadar gelmiştir. Ancak askerî güvenlik sınırında belediye imar planı kesildiğinden inşaat yapılaşması söz konusu değildir. Askerî güvenlik sahasında olduğu hâlde taşınmaza komşu parsele Toplu Konut İdaresi Başkanlığı tarafından beş katlı askerî lojmanlar yapılmıştır. Dava konusu taşınmazlardan daha uzak olan bölgelerde de şehir planı yapılmış ve yedi sekiz katlı binalar inşa edilmiştir. Dava konusu taşınmazlar imara açılmadığı için üzerinde tarım yapılmaktadır. Taşınmazlarda mısır ekildiğine dair belirtiler tespit edilmiştir. Dava konusu taşınmazlar şehrin son on yıldır en hızlı geliştiği ve modern konutların bulunduğu bölgesindedir. Batman Üniversitesi, otobüs terminali, alışveriş merkezleri, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü gibi birçok kamu kuruluşunun binası bu bölgede inşa edilmiştir. Dava konusu taşınmazlar ile yapılaşma arasındaki boşluk askerî güvenlik bölgesi olması nedeniyle yapılaşmaya açılmamıştır.

ii. Askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle başvurucuların taşınmazlarında değer kaybı olduğu açıktır. Aynı bölgede imara açılmış olan taşınmazlar %30 kat karşılığında müteahhide verilebilmektedir. Batman-Silvan kara yolu üzerinde bulunan Tilmerç köyünde kâin 6 No.lu emsal parselin metrekaresi 8/12/2011 tarihinde 851,69 TL bedel ile satılmıştır. Emsal taşınmazın tespit davası tarihine uyarlandığında metrekare değeri 862,29 TL etmektedir. Söz konusu taşınmaz başvuruculara ait taşınmazlardan ana yol üzerinde olması nedeniyle konum itibarıyla daha değerlidir.

iii. Başvuru konusu taşınmazlar, sadece tarım yapıldığından en fazla 40 TL/m² etmektedir. İmara ve yapılaşmaya açılan en yakın bölgedeki taşınmazların değeri ise en az 200 TL/m²dir. İmara açılması hâlinde kat adedine göre fiyat daha da artabilmektedir. Dolayısıyla başvurucuların taşınmazlarındaki değer kaybı en az 160 TL/m²dir. Başvurucuların her dört taşınmazdaki toplam hissesi dikkate alındığında toplam zarar 160 TL/m² x 7.223,15 m²=1.155.704 TL etmektedir.

22. Bireysel başvuru dosyası içinde sunulan ve C. Yapı Tasarım Ltd. Şti. tarafından Belediyeye yazılan 26/8/2015 tarihli dilekçede, başvurucuların taşınmazlarının da aralarında bulunduğu toplam on dört taşınmaz üzerine 9,50 metre yüksekliğinde site yapılması için izin verilmesi talep edilmiştir. Belediye, müracaatın değerlendirilmesi için talebi Hava Kuvvetleri Komutanlığı Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanlığına göndermiştir. Bu yazıya verilen cevabın ilgili kısmı şöyledir:

"...Bu kapsamda yapılması istenen sitenin 14 üncü ...Üs K.lığının gizliliği, güvenliği, savunulması ve harekatına karşı tendit teşkil edebileceği ve aynı zamanda söz konusu bölgede bulunan mevzinin atış kavsinde bulunduğu ve 9.50 m. yüksekliğindeki binanın atış kavsini yükseklik olarak etkileyeceği, mevziden yapılan atışlarda ortaya çıkan ses ve blast etkisinin yapılması düşünülen siteye zarar verebileceği tespit edilmiştir.

Sonuç olarak söz konusu parseller üzerine yapılması istenen site için imar planı çalışması ve sonrasındaki inşaat faaliyetlerinin yapılmasının uygun olmayacağı değerlendirilmektedir..."

23. Başvurucular, şerh nedeniyle taşınmazların imar sınırı içine alınamadığı ve şerhin kaldırılması için yapılan başvuruların neticesiz kaldığı gerekçesiyle delil tespiti dosyasında değer kaybı olarak belirlenen 1.155.704 TL tazminatın yasal faizi ile birlikte İdareden tazmini istemiyle 25/3/2013 tarihinde İdare Mahkemesinde dava açmıştır.

24. İdare Mahkemesi 16/7/2014 tarihinde davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesi özetle şöyledir:

i. Taşınmazlar tapu kayıtlarına göre tarla vasıflıdır. Başvurucular 2565 sayılı Kanun ve bu kanun uyarınca çıkarılan Yönetmelik uyarınca taşınmazlarda zirai faaliyetlerini, meslek ve sanatlarını serbestçe yapabilecektir. Başvuruculara taşınmazlarını bölgede oturan Türk vatandaşlarına satma ve kiraya verme konusunda da herhangi bir kısıtlama getirilmediği açıktır.

ii. Bu durumda askerî güvenlik bölgesi içine alınan taşınmazların değerinin ne şekilde düştüğü başvurucular tarafından açıkça ortaya konulamamıştır. Tapu kayıtlarında tarla olarak yer alan ve üzerinde zirai faaliyete serbestçe devam edilebilen taşınmazların değerindeki düşüklük ancak taşınmazın emsallerine göre daha düşük değerde alınıp satılması durumunda ortaya çıkabilecektir. Henüz gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi muhtemel olan zararların davalı idarelerce tazminine olanak bulunmamaktadır.

iii. Öte yandan askerî güvenlik bölgesi içinde kalan taşınmazların kamulaştırılması zorunlu olmadığından kamulaştırılmaması nedeniyle bir zararın doğduğundan söz edilmesi mümkün değildir.

25. İdare Mahkemesi kararını temyizen inceleyen Danıştay Onuncu Dairesinin (Danıştay Dairesi) 14/10/2015 tarihli kararında yer alan Tetkik Hâkimi görüşünde İdare tarafından dosyaya sunulan belgelere dayalı olarak şu açıklamaların bulunduğu görülmektedir:

"Olayda, 2565 sayılı Kanun uyarınca söz konusu taşınmazların bulunduğu alanın Genelkurmay Başkanlığı tarafından askeri güvenlik bölgesi olarak belirlendiği ve bu durumun tapu idaresince şerh edilerek davacıya bildirildiği, davalı idare savunmasında belirtildiği üzere anılan parsellerin uçaksavar mevziilerinin atış kavsinde ve etkili menzilinde kaldığı, söz konusu alanda yer alan şerhlerin kaldırılarak anılan bölgenin yapılaşmaya açılması halinde mevcut sistemlerin radar görüşünü olumsuz yönde etkileyerek olası bir harp durumunda düşman hava hedeflerinin uzaktan karşılanmasına ve dengeli hava savunması yapılmasına mani olabileceği, ayrıca mevcut alanın imara açılması durumunda insanların yaşam alanı haline gelebileceğinden ve burada yaşayan insanların uçaksavar mevziilerinde her üç ayda bir yapılması gereken dönem sonu top atışlarında meydana gelecek patlama ve basınçtan fiziksel ve ruhsal yönden olumsuz etkilenebileceğinin değerlendirildiği, bu kapsamda hava savunma faaliyetinin olumsuz etkilenmemesi, etkili bir hava savunması yapılabilmesi ve ortaya çıkabilecek her türlü olumsuzluğun önlenebilmesi açısından mevcut bölgenin imara açılabilmesi veya bölgede herhangi bir bina, ev, işyeri vb. yapıların yapılmamasının uygun bulunmadığının ifade edildiği görülmektedir. Anılan bölgenin Milli Savunma Bakanlığınca stratejik önem arz ettiği ancak aradan geçen yirmi yıllık sürede kamulaştırma işlemi yapılmadığı, ne zaman yapılacağının da belli olmadığı, güvenlik şerhi açısından da geleceğe yönelik bu belirsizliğin devam ettiği açıktır."

26. Karar Danıştay Dairesi tarafından 14/10/2015 tarihinde oyçokluğu ile onanmıştır. Karşıoy yazısı şöyledir:

"Uyuşmazlık davacıların maliki olduğu taşınmazın 'askeri güvenlik bölgesi' şerhi konulması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen maddi zararın tazmini isteminden kaynaklanmaktadır.

Bakılan davada; davacılar taşınmazına 2565 sayılı Kanun uyarınca 'askeri güvenlik bölgesi' şerhi konulduğu ihtilafsızdır. Bu itibarla; söz konusu taşınmazın ekonomik değerinde anılan şerh öncesi ve sonrası durum arasında farklılık olup - olmadığının, konunun uzmanı bilirkişiler marifetiyle yerinde incelendikten sonra ulaşılacak bilimsel sonuçlara göre, varsa zararın idari sorumluluk/tazminat şartları yönünden değerlendirilmesi suretiyle karar verilmesi gerekirken; temyize konu idare mahkemesince davanın reddine karar verilmesinde hukuka uyarlık bulunmamakta olup; anılan mahkeme kararının belirtilen gerekçeyle bozulması gerekirken aksi yöndeki Daire Kararına katılmıyorum."

27. Nihai karar başvuruculara 21/1/2016 tarihinde tebliğ edilmiştir.

28. Başvurucular 17/2/2016 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

1. Mevzuat Hükümleri

29. 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun "Mülkiyet hakkının içeriği" kenar başlıklı 683. maddesi şöyledir:

"Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.

Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir."

30. 2565 sayılı Kanun’un "Amaç" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Bu Kanunun amacı;

a) Yurt savunması bakımından hayati önemi haiz askeri tesisler ve bölgeler ile sınırların, güvenlik ve gizliliğini sağlamak için bunların çevrelerinde, kıyılarında ve havalarında; kara, deniz ve hava askeri yasak bölgelerinin,

b) Yurt savunması veya yurt ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulunan veya kısmen dahi tahripleri veya devamlı olarak ya da geçici bir zaman için faaliyetten alıkonulmaları halinde milli güvenlik veya toplum hayatı bakımından olumsuz sonuçlar doğurabilecek; diğer askeri tesis ve bölgeler ile kamu veya özel kuruluşlara ait her türlü yer ve tesislerin etrafında güvenlik bölgelerinin,

Kurulması, kaldırılması ve gerektiğinde genişletilmesine ilişkin esas ve yöntemlerin düzenlenmesidir."

31. 2565 sayılı Kanun’un "Özel ve askeri güvenlik bölgeleri" kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi şöyledir:

"b) Birinci derece kara ve deniz askeri yasak bölgesi olarak ilan edilmeyen Silahlı Kuvvetlere ait kışla, kıta, karargah, kurum, ordugah ve tesisler ile sualtı ve suüstü tesislerinin, her türlü patlayıcı, yanıcı, akaryakıt ve gizlilik dereceli maddelerin konmasına tahsis edilmiş sabit ve seyyar depo ve cephaneliklerle, bu gibi maddeleri dolduran, boşaltan tesisler ve atış poligonlarının çevresinde; bu yerlerin dış sınırlarından itibaren en fazla dörtyüz metreye kadar geçen noktaların birleştirilmesi ile tespit edilecek askeri güvenlik bölgeleri Genelkurmay Başkanlığınca tesis edilebilir. Bu bölgelerin çevresinin işaretlenmesine ilişkin esaslar yönetmelikte gösterilir."

32. 2565 sayılı Kanun’un "Güvenlik bölgelerinde uygulanacak esaslar" kenar başlıklı 21. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Güvenlik bölgelerinde aşağıdaki esaslar uygulanır:

a) Bölge içindeki gerçek ve tüzelkişilere ait mallar kamulaştırılabilir.

...

d) Bu bölgelerin güvenliğinin sağlanması, bölgeye giriş ve kamulaştırılmayan taşınmaz mallardan yararlanma esasları yönetmelikte gösterilir. 22/7/1981 tarih ve 2495 sayılı Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Kanun hükümleri saklıdır.

e) (Ek: 26/2/2008-5740/1 md.) Askeri güvenlik bölgesi olarak tespit edilen, Türk Silâhlı Kuvvetlerine ait kışla, kıta, karargah, kurum, ordugah gibi tesislerin, fotoğraf ve filminin çekilmesi, harita, resim ve krokisinin yapılması, not alınması veya harita uygulaması gibi faaliyetlerde bulunulması, bölgenin savunma ve güvenlik tedbirlerini aksatacak, bozacak ve açıklayacak cihazlar kullanılması, bu amaçla görevlendirilmiş olanlar ile ilgili birlik komutanlığı tarafından izin verilmiş olanlar dışındakilere yasaktır.

f) (Ek: 15/8/2017-KHK-694/46 md.; Aynen kabul: 1/2/2018-7078/43 md.) Güvenlik bölgelerinin dış sınırlarından itibaren ikiyüz metreye kadar olan bölgelerde hangi tür zirai ürünün yetiştirileceğine mahalli mülki amirler tarafından karar verilebilir."

33. Yönetmelik'in "Tanımlar" kenar başlıklı 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

7) Güvenlik Bölgeleri

...

B - Askeri Güvenlik Bölgeleri

a) Daimi Askeri Güvenlik Bölgeleri:

Birinci derece kara ve deniz yasak bölgesi olarak ilan edilmeyen silahlı kuvvetlere ait kışla, kıta, karargah, kurum ve ordugah ve tesisler ile sualtı ve suüstü tesislerinin her türlü patlayıcı, yanıcı, akaryakıt ve gizlilik dereceli maddelerin konmasına tahsis edilmiş sabit ve seyyar depo ve cephaneliklerle, bu gibi maddeleri dolduran, boşaltan tesisler ve atış poligonlarının çevresinde; bu yerlerin dış sınırlarından itibaren en fazla dörtyüz metreye kadar geçen noktaların birleştirilmesi ile tesbit edilen alanlar ile (ŞEKİL - 9)

..."

34. Yönetmelik'in "Askeri ve özel güvenlik bölgelerinde uygulanacak esaslar" kenar başlıklı 22. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"1) Bölge içindeki gerçek ve tüzel kişilere ait mallar kamulaştırılabilir."

35. Yönetmelik'in "Askeri ve özel güvenlik bölgelerinin arazide işaretlenmesi" kenar başlıklı 23. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

2) Kamulaştırma yapılmayan güvenlik bölgelerinin çevresi:

A- Arazide işaretlenmez,

B- Bu bölgelerdeki kamulaştırma yapılmayan taşınmaz malların tapu kaydına, taşınmazın güvenlik bölgesi içinde olduğu işletilir ve taşınmaz mal sahiplerine gerekli tebligat yapılır. Varsa imar planlarında güvenlik bölgeleri belirtilir.

..."

36. Yönetmelik'in "Askeri ve özel güvenlik bölgelerinde kamulaştırılmayan mallardan yararlanma esasları" kenar başlıklı 24. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"1) Bu bölgeler içinde kalan ve kamulaştırılmayan malların maliklerinin ve diğer Türk Vatandaşlarının bölgede oturmaları zirai faaliyetleri, meslek ve sanatlarını icra etmeleri serbesttir. Ancak bölgede oturanlar dışındaki Türk Vatandaşlarının bölgede oturmaları, zirai faaliyetlerini meslek ve sanatlarını icra etmeleri;

A - Askeri Güvenlik Bölgelerinde; yetkili komutanlığın isteği üzerine Genelkurmay Başkanlığının uygun görmesi halinde, Milli Savunma Bakanlığının,

...

Teklifi ile alınacak Bakanlar Kurulu Kararı ile sınırlandırılabilir.

...

 (Değişik ikinci paragraf: 30/9/2014-2014/6845 K.) Askeri güvenlik bölgelerindeki kamulaştırılmayan mallar yabancı uyruklu gerçek ve tüzel kişilere satılamaz, devredilemez ve kiralanamaz. Özel güvenlik bölgelerinde bulunan taşınmazlar yabancı ülkelerde kendi kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri dışındaki yabancı tüzel kişilere satılamaz, devredilemez ve kiralanamaz. Bu taşınmazların yabancı uyruklu gerçek kişilere satılması, devredilmesi ve kiralanması taşınmazın bulunduğu yerdeki valiliğin iznine tabidir. Valilik iznine tabi hususlar, 2644 sayılı Tapu Kanununun 36 ncı maddesinin uygulanmasına ilişkin yönetmelik gereğince oluşturulan komisyon tarafından taşınmaz edinimi ya da kiralamanın ülke güvenliğine uygunluğu değerlendirilerek karara bağlanır.

2) Bu mallar üzerinde inşaat, hafriyat, tadilat, orman yetiştirme veya kesmek gibi hususlar 9 uncu maddenin 8, 9 ve 10 uncu bendleri hükümlerine tabidir. Özel güvenlik bölgelerinde 9 uncu maddenin 8 inci bendinde sözü edilen yetkili komutanlık, bu bölgeler içinde yetkili makamdır.

3) Bu bölgeler içinde kalan ve kamulaştırılmasına gerek duyulmayan mallar, yetkili komutanlık veya yetkili makam tarafından tespit edilir.''

37. Yönetmelik'in "İkinci derece kara askeri yasak bölgelerinde uygulanacak esaslar" kenar başlıklı 9. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"...

8) Bölgenin savunma gücü ve gizliliğini ihlal etmemek şartiyle taşınmaz mallar üzerinde inşaat, hafriyat, tadilat, orman yetiştirmek veya kesmek, bataklık kurmak veya kurutmak gibi hususlar kendi özel kanunlarına göre ilgili mercilerce izin ve ruhsat verilmeden önce, bölgenin savunma gücü ve gizliliği yönünden yetkili komutanlığın da izninin alınması zorunludur. Dilek sahibi dilekçesinde yapacağı işin mahiyetini detaylı olarak ifade ederek konuya ait belge ve planlardan tasdikli birer suretini vermek zorundadır. Yetkili komutanlık bu istemi kabule değer görmediği takdirde red sebebini gerekçesiyle birlikte yazılı olarak ilgili merci kanalı ile dilekçe sahibine bildirir. İtiraz vukuunda konu bir kerede Genelkurmay Başkanlığınca tetkik edilerek sonuçlandırılır.

9) İzin ve ruhsata tabi olmayan mahal veya işler ile bu şekilde başlatılmış olan işlerde yapılacak tadilat istekleri hakkında da yukarıdaki fıkra esasları uygulanır. Ancak müracaat doğrudan doğruya yetkili komutanlığa yapılır.

10) Yetkili komutanlıkça izin verilmeyen veya komutanlıkça kabul edilen şartlara uymayan her türlü inşaat ve eylemler durdurulur.

Böyle yapılar, yetkili komutanlığın tayin ve tebliğ edeceği süre içinde sahipleri tarafından yıktırılır.

Süresi içinde yıkılmaması halinde yetkili komutanlığın istemi üzerine mahalli mülki idare amirliğince başkaca bir işlem ve karara gerek kalmadan yıktırılır ve masrafı sahiplerinden alınır.

...''

2. Yargı Kararı

38. Danıştay Altıncı Dairesinin 9/1/2017 tarihli ve E.2014/7479, K.2017/8 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:

''...

Dava, mülkiyeti davacıya ait Çanakkale İli, ... İlçesi, ... Mahallesi, .. Mevkii, ... ada, ... parsel sayılı taşınmaza günübirlik turistik tesis kurulabilmesi için inşaat izni verilmesi isteminin Genelkurmay Başkanlığının ... tarihli kararı ile Askeri Güvenlik Bölgesi olarak ilan edilen alanda kalması ve tapuya bu yönde şerh verilmesi nedeniyle reddi üzerine; kendisine inşaat izni verilmemesi ve taşınmazını günübirlik tesis alanı olarak kullanamaması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen 50.000,00.-TL zararın tazmini istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, Danıştay Altıncı Dairesinin 22.1.2011 tarihli, E:2009/9102, K:2011/4660 sayılı bozma kararına uyularak, davacının 04/06/2008 tarihli başvurusunun cevap verilmemek suretiyle zımnen reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davanın Mahkemenin 20.01.2012 tarihli, E:2011/118, K:2012/48 sayılı kararı ile reddine karar verildiği, hukuka aykırı bulunmayan işlem nedeniyle davacının maddi zarara uğradığını kabule olanak bulunmadığı, diğer yandan, davacı tarafından, dava dilekçesinde, taşınmazını günübirlik turistik tesis yaparak işletemediğinden bahisle zarara uğradığı iddia edilmekte ise de, söz konusu taşınmaza günübirlik turistik tesis yapılarak işletilememesinin gerçekleşmiş bir zarar olduğunu da kabule imkan bulunmadığı, uğranıldığı ileri sürülen zararın elde edilmesi kesin olan gelirden yoksunluk mahiyetinde bulunmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

...

2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanununun 7.maddesinin 2. fıkrasında, kara sınır hattı boyunca ve kıyılarda tesis edilen birinci derece kara askeri yasak bölgelerinde kamulaştırma yapılmasının zorunlu olmadığı, 3.fıkrasında, 2'nci fıkra hükümlerine göre kamulaştırılmayan taşınmaz mallardan yerli halkın yararlanmasına ilişkin esaslar ile birinci derece kara askeri yasak bölgelerinin, bölge içindeki geçiş yollarının güvenliğinin sağlanması ve bölgeye girme yasağı ile ilgili diğer esasların yönetmelikle tespit edileceği, Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliğinin 24.maddesinde, bu bölgeler içinde kalan ve kamulaştırılmayan malların maliklerinin ve diğer Türk vatandaşlarının bölgede oturmaları, zirai faaliyetleri, meslek ve sanatlarını icra etmelerinin serbest olduğu hükümlerine yer verilmiştir.

Uyuşmazlıkta, dava konusu taşınmazın, tapuya verilen askeri güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle kısıtlı olduğu, davacının taşınmazın günübirlik turistik tesis inşaatı yaparak işletememesinden kaynaklı zararının henüz gerçekleşmemiş, muhtemel bir zarar olduğundan tazmin edilmemesinde hukuka aykırılık bulunmamakta ise de, davacının, mülkiyet hakkını 2565 sayılı Kanun ve Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Yönetmeliğinin 24.maddesi uyarınca, taşınmazının özel askeri güvenlik bölgesi olarak belirlenmesi nedeniyle kullanamadığı da kuşkusuzdur. Taşınmazın bir kamu hizmeti nedeniyle kullanılmasından doğan olumsuz durumun taşınmazı dolaylı ya da doğrudan kullanan idarece giderilmesi gerekmektedir. Davacının dilekçesinde taşınmazını kullanamaması nedeniyle de maddi zararının olduğu ifade edilmiş olup, davalı idareye en son başvuru yapılan 4.06.2008 tarihinden bakılan davanın açıldığı tarihe kadar olan dönemde (24.02.2009) davacının taşınmazını kullanamaması sebebiyle (mevcut haliyle kiraya vermesi halinde getireceği gelir mahrumiyeti vb.) uğradığı zararın taşınmazın mevcut niteliği gözetilerek keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmak suretiyle tespit edilerek yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.

...''

B. Uluslararası Hukuk

39. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ek 1 No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

40. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Sözleşme'ye ek 1 No.lu Protokol'ün 1. maddesinin -özünde- mülkiyet hakkını güvence altına aldığını kabul etmektedir. AİHM'e göre bu madde üç belirgin kural içermektedir. Bu kurallardan ilki, maddenin birinci paragrafının birinci cümlesinde yer alan mülkiyetin barışçıl yararlanmaya (mülkiyetin dokunulmazlığına saygı) ilişkin genel nitelikli kuraldır. İkinci kuralın bulunduğu birinci paragrafın ikinci cümlesi ise mülkiyetten yoksun bırakmayı içerir ve bunu bazı koşullara bağlar. İkinci paragrafta yer alan üçüncü kural ise taraf devletlere mülkiyetin kamu yararına kullanılmasını kontrolünü veya vergilerin ya da diğer katkıların veya cezaların yerine getirilmesini sağlama yetkisi tanımaktadır (Sporrong ve Lönnroth/İsveç [GK], B. No: 7151/75-7152/75, 23/9/1982, § 61). Ancak bu üç kural birbiriyle bağlantılı olup ikinci ve üçüncü kuralların genel nitelikli birinci kuralın ışığında incelenmesi gerektiği AİHM tarafından ifade edilmiştir (James ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 8793/79 21/2/1986, § 37; Lithgow ve diğerleri/Birleşik Krallık [GK], B. No: 9006/80 ... 8/7/1986, § 106).

41. AİHM, taşınmazın imar planında kamu hizmetine ayrılmasının ve bu çerçevede kamu makamlarının süre sınırlaması olmaksızın herhangi bir zamanda taşınmazı kamulaştırmaya yetkili olmalarının mülkiyet hakkının kullanımını belirsiz ve kullanılamaz hâle getireceğini vurgulamıştır (Sporrong ve Lönnroth/İsveç, § 60; Hakan Arı/Türkiye, B. No: 13331/07, 11/1/2011, § 35).

42. Sporrong ve Lönnroth/İsveç kararına konu olayda başvurucuların taşınmazlarının imar planı çerçevesinde kamulaştırılması öngörülerek on iki ve yirmi beş yıl süren inşaat yasakları uygulanmıştır. AİHM; bu taşınmazlar henüz kamulaştırılmadığından mülkten yoksun bırakmanın söz konusu olmadığını, gerçek anlamda bir kamulaştırmanın olmadığı, dolayısıyla mülkiyetin devredilmediği bu gibi durumlarda görünenin arkasına bakılması ve şikâyet edilen hususta gerçek durumun ne olduğunun araştırılması gerektiğini belirtmiştir. AİHM bu bağlamda getirilen kamulaştırma tedbirlerinin taşınmazlar üzerindeki sınırlandırıcı etkilerinden söz etmiş ve bu tedbirlerin taşınmazların değerinde olumsuz etkiye yol açtığını, başvurucuların taşınmazlarından dilediği gibi yararlanmalarının veya taşınmazları kullanmalarının önemli ölçüde kısıtlandığını vurgulamıştır. AİHM bu gibi kamulaştırma izinlerinin genel kamulaştırma sürecinin ilk aşaması olması nedeniyle kontrol amacı da gütmediğini belirterek müdahaleyi mülkiyetten barışçıl yararlanma ilkesine ilişkin birinci kural çerçevesinde incelemiştir. AİHM sonuç olarak kamulaştırma tedbirlerinin uygulandığı sürenin uzunluğu ve bu süre içinde getirilen kısıtlamalar nedeniyle başvuruculara şahsi olarak aşırı bir külfet yüklendiği kanaatiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varmıştır(Sporrong ve Lönnroth/İsveç, §§ 56-74).

43. AİHM, imar planının hukuka aykırılığından değil de bu planın herhangi bir tazmin olmaksızın taşınmaz üzerinde meydana getirdiği kısıtlamaların sonuçlarından şikâyetçi olunması durumunda imar planının iptali istemiyle açılacak davanın tüketilmesi gerekli bir hukuk yolu olmadığını belirtmiştir (Rossitto/İtalya, B. No: 7977/03, 26/5/2009, § 19; Ayangil ve diğerleri/Türkiye, B. No: 33294/03, 6/12/2011, § 30). AİHM kararlarında, bu tür şikâyetler bakımından söz konusu kısıtlamalar nedeniyle oluşan zararın tazmini olanağını sağlayan mevcut ve yeterli hukuk yollarının kullanılması gerektiği kabul edilmektedir (Gülizar Öz/Türkiye (k.k.), B. No: 40687/98, 1/7/2004; Pınar Güngör/Türkiye (k.k.), B. No: 46745/99, 6/3/2007; Rabia Tan ve diğerleri/Türkiye, B. No: 8095/02, 31/1/2008, §§ 37-41; Remzi Tekin Bozkurt/Türkiye (k.k.), B. No: 38045/05, 2/3/2010).

44. Köktepe/Türkiye (B. No: 35785/03, 22/7/2008) kararında, taşınmazın tapu kaydına konulan şerhin mülkiyet hakkına etkisi ayrıntılı olarak tartışılmıştır. AİHM; derece mahkemelerinin anayasal gerekçelerle başvurucunun mülkünün bir bölümüne tahdit getirdiğini, bu mahrumiyetin doğanın ve çevrenin korunması şeklindeki kamu yararına dayalı meşru bir amacının bulunduğunu, dolayısıyla hukuka aykırı ve keyfî hiçbir işlem bulunmadığını kabul etmiştir. Bununla birlikte AİHM, başvurucunun taşınmazı 1993 yılında iyi niyetle edindiğini vurgulayarak mülkiyet hakkına yapılan bu müdahaleye karşın iç hukukta etkin bir tazminat yolunun mevcut olmadığını belirtmiştir. AİHM, başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanması engellendiği hâlde bir tazminat ödenmemiş olması nedeniyle kamu yararı ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunmasının gereklilikleri arasındaki adil dengenin bozulduğu sonucuna varmıştır. Bu doğrultuda başvurucunun şahsi olarak olağan dışı ve aşırı bir yüke katlanmış olduğu kanaatiyle başvurucunun mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir (Köktepe/Türkiye, §§ 67-93).

45. Kutlu ve diğerleri/Türkiye (B. No: 51861/11, 13/12/2016) kararına konu olayda ise başvurucuların taşınmazlarından 81 ada 44 parsel sayılı taşınmaz baraj inşaatı kapsamında su rezervuarının etrafında kısa mesafeli koruma alanında, 84 ada 72 ve 76 parsel sayılı taşınmazlar ise mutlak koruma alanında yer almaktadır. Mutlak koruma alanında her türlü inşaat ve tarımsal faaliyet yasaklanmış iken kısa mesafeli koruma alanında -her türlü inşaat yasak olmakla birlikte- suni gübre veya kimyasal ürünler kullanmamak şartıyla ve yetkili bakanlığın izniyle tarımsal faaliyet yapılabilmektedir. Başvurucuların açtığı tazminat davasında asliye hukuk mahkemesince söz konusu taşınmazlara ulaşımın ve tarım yapmanın eskisinden daha güç olduğu belirtilmiş ve taşınmazın değer kaybettiği kabul edilerek tazminat ödenmesine karar verilmiştir. AİHM mutlak koruma alanındaki taşınmazlar yönünden kamulaştırma zorunluluğuna işaret ederek mülklerin tam değerine uygun bir tazminat ödenmediği için müdahalenin ölçülü olmadığına karar vermiştir (Kutlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 53-61). AİHM bunun yanında kısa mesafeli koruma alanındaki taşınmaz yönünden zirai bir kullanıma izin verildiği için bir kamulaştırma zorunluluğundan söz edilemez ise de bir mal veya mülk teşkil edebilecek taşınmazın kamulaştırılması hakkı bulunmaması nedeniyle yönetmelikle ilgili kısıtlamalardan kaynaklanan zarara uygun düşen bir tazminat ödenmesi gerektiğini vurgulamıştır (Kutlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 68-70). AİHM başvuruya konu olayda ise bilirkişi raporunda taşınmazın değer düşüklüğünün %40 olarak belirlenmiş olmasına rağmen mahkemece yeterli bir gerekçe gösterilmeden %25 olarak belirlenerek daha az tazminata hükmedilmesi adil dengeyi bozduğu için bu durumun mülkiyet hakkının ihlaline yol açtığını kabul etmiştir (Kutlu ve diğerleri/Türkiye, §§ 71-76).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

46. Mahkemenin 29/12/2020 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

47. Başvurucular, maliki oldukları taşınmazların üzerine 12/6/1995 tarihinde konulan askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle tasarruf yetkilerinin kısıtlanarak taşınmazların yalnızca tarımsal amaçlı kullanılabildiğini ileri sürmüştür. Şerh nedeniyle taşınmazların imara açılamadığını ve yirmi bir yıldır devam eden kısıtlamanın ne kadar devam edeceğinin belirsiz olduğunu belirten başvurucular, taşınmazlarında meydana gelen zararların giderilmediğini, bu nedenle mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

48. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

49. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucuların taşınmazları üzerine konulan ve devam eden şerh nedeniyle meydana gelen değer kaybının karşılanmamasına ilişkin şikâyetlerinin mülkiyet hakkını ilgilendirdiği anlaşıldığından başvurunun bu kapsamında incelenmesi uygun görülmüştür.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

50. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

51. Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Somut olayda başvuruya konu taşınmazların başvurucular adına tapuda kayıtlı olduğu anlaşıldığına göre Anayasa'nın 35. maddesi anlamında mülkün varlığında tereddüt bulunmamaktadır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

52. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, üzerinde tasarruf etme ve ürünlerinden yararlanma imkânı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

53. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

54. Başvurucular, askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesi nedeniyle taşınmazlarından diledikleri gibi yararlanma, onları kullanma ve üzerinde tasarrufta bulunmaları bakımından bir kısıtlamaya tabi tutulmuştur. Buna göre başvurucuların taşınmazlarını belirli koşullar dâhilinde sadece zirai amaçlarla kullanabilmeleri ile belirli kişilere satış, devir ve kiralamalarının engellenmesi mülkiyet hakkına müdahale niteliği taşımaktadır. Bunun yanında askerî güvenlik bölgeleri yönünden kamulaştırılmayan taşınmazlarda izin dâhilinde yapılaşma imkânı söz konusu ise de somut olayın koşulları altında bu taşınmazlar için konumları sebebiyle yapılaşma imkânı da tanınmadığı görülmektedir. Başvurucuların söz konusu taşınmazları edindikten sonra bunların askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesi, taşınmazların değerinde bir kayba da yol açmaktadır.

55. Somut başvuruda, başvurucuların taşınmazlarının sadece belirli amaçlarla kullanılmasına ilişkin kısıtlama ile belirli kişilere devir ve kira yasağı getirilmesinin yanında askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesiyle taşınmazların özel konumu gözetilerek fiilî bir yapılaşma yasağının da uygulandığı görülmektedir. Öte yandan başvurucuların bu taşınmazları askerî güvenlik bölgesi ilan edilmeden önce satın aldıkları da dikkate alındığında söz konusu yapılaşma yasağı ile birlikte mülkiyet hakkının sağladığı hak ve yetkilerin kullanımının belirsiz bir süreyle ve önemli ölçüde kısıtlandığı söylenebilir. Bu durumda müdahalenin mülkiyetten barışçıl yararlanmaya ilişkin genel nitelikli birinci kural çerçevesinde incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

56. Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" kener başlıklı 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

57. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

58. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

59. Somut olayda başvurucuların maliki olduğu taşınmazların üzerine 1995 yılında 2565 sayılı Kanun'un 20. ve 21. maddeleri kapsamında konulan askerî güvenlik bölgesi şerhinin devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu kanun hükümlerinin belirli, öngörülebilir ve ulaşılabilir olduğunda bir tereddüt bulunmadığından müdahalenin kanuni bir dayanağı mevcuttur.

ii. Meşru Amaç

60. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılmasına imkân verdiğinden bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanmasını engelleyerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

61. Hava savunma faaliyetinin olumsuz etkilenmemesi, etkili bir hava savunması yapılabilmesi, silahlı kuvvetlere ait bir tesisin korunması amacıyla taşınmazların askerî güvenlik bölgesi ilan edildiği ve söz konusu kısıtlamaların uygulandığı görülmektedir. Bu durumda başvurucuların mülkiyet haklarına yapılan müdahalenin millî güvenliğin sağlanması yönünde kamu yararına dayalı meşru bir amacının olduğu kuşkusuzdur.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

62. Son olarak kamu makamlarınca başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacın gerçekleştirilmesi için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

63. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

64. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

65. Ölçülülük ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin ölçülülüğünü değerlendirirken Anayasa Mahkemesi bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini ve diğer taraftan müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını da gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

66. Mülkiyet hakkını sınırlandıran bir tedbirin uygulanmasının ölçülü olabilmesi için gerek kapsamı gerekse de süresi itibarıyla orantılı olarak uygulanması gerekir. Bireylerin mülkiyet haklarıyla ilgili olarak bu ve benzeri tedbirlerin uygulanmasının zarara yol açması kaçınılmazdır. Ancak bu zararın kaçınılmaz olandan ağır veya aşırı sonuçlara da yol açmaması veya böyle bir zararın oluşması durumunda kamu makamlarınca uygun yöntem ve vasıtalarla makul sürede gideriminin sağlanması gerekmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden tedbirler uygulanması ve bu tedbirlerin belirli bir süre de devam etmesi ancak bireye şahsi olarak aşırı bir külfet yüklemediği takdirde ölçülü görülebilir. Diğer bir deyişle mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden tedbirlerin söz konusu olduğu durumlarda tedbiri uygulayan kamu makamlarının ivedi olarak ve özenli bir biçimde davranma yükümlülükleri bulunmaktadır. Aksi hâlde yani tedbirin makul olmayan bir süre devam etmesi, mülkiyet hakkının tanıdığı yetkilerin kullanılmasının belirsiz olacak şekilde ötelenmesi suretiyle mülk sahibine orantısız bir külfet yüklemiş olur (Hesna Funda Baltalı ve Baltalı Gıda Hayvancılık San. ve Tic. Ltd. Şti. [GK], B. No: 2014/17196, 25/10/2018, § 73).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

67. Başvurucular 12/6/1995 tarihinde taşınmazlarına konulan askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle taşınmazlarını diledikleri gibi kullanma, taşınmazlarından yararlanma ve üzerinde tasarrufta bulunma haklarının kısıtlandığından ve taşınmazların imara açılamaması nedeniyle ortaya çıkan zararın karşılanmamasından yakınmaktadır.

68. Kamu makamlarının ulusal ve bölgesel güvenliğin sağlanması için askerî tesisler kurduğu ve bu tesislerin emniyetinin sağlanması maksadıyla anılan şerhin konulduğu hususunda bir duraksama bulunmamaktadır. Dolayısıyla askerî tesislerin kurulması ve güvenliğinin sağlanması çerçevesinde söz konusu şerhlerin uygulanması bakımından kamu makamlarının belirli bir takdir yetkisinin mevcut olduğuna dikkat çekmek gerekir. Bu kapsamda, askerî güvenlik bölgesi şerhi dolayısıyla uygulanan kısıtlamaların öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmek için elverişli ve bu şerhin konulmasının da gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre somut olayın elverişlilik ve gereklilik kriterlerinin tartışılmasını gerektiren bir yönü bulunmamaktadır.

69. Somut olaydaki müdahalenin ölçülülüğünün değerlendirilmesi bakımından asıl önem taşıyan ölçüt orantılılıktır. Öngörülen şerhin, malikleri olağan dışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin orantılı ve dolayısıyla ölçülü olduğundan söz edilemez. Bu itibarla, uygulanan şerhle başvuruculara aşırı ve orantısız bir yük yüklenip yüklenmediğinin tespiti gerekmektedir.

70. Uyuşmazlıkta derece mahkemeleri -başvurucular taşınmazları tarım yapmak suretiyle kullandıklarından- henüz gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi muhtemel olan zararların idarelerce tazminine olanak bulunmadığından yola çıkarak davayı reddetmiştir. Başvurucular ise anılan şerh sonrasında taşınmazların ekonomik değerinde azalma meydana geldiğini öne sürmüştür.

71. Başvurucuların murisi 1995 yılında taşınmazlarına konulan askerî güvenlik bölgesi şerhinden önce taşınmazları edinmiştir. Dolayısıyla başvurucuların edinme tarihinde bu sınırlamayı öngörebilmeleri mümkün değildir. Başvurucuların taşınmazlarının bulunduğu bölgede yer alan ve askerî tesise sınır olmayan diğer taşınmazların imara açıldığı, bu taşınmazlara yapılaşma izni verildiği hâlde askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle başvurucuların taşınmazlarının imara açılamadığı ve özellikle de konumları nedeniyle İdarece taşınmazlara ilişkin fiilî bir yapılaşma yasağının da uygulandığı görülmektedir. Bu durumda yaklaşık yirmi beş yıldır devam eden şerh nedeniyle taşınmazların fiilî yapılaşma yasağı da dâhil olmak üzere bazı kısıtlamalara maruz kaldığı, bu kısıtlamaların daha ne kadar süreceğinin belirsiz ve öngörülemez bir zamana bırakıldığı anlaşılmıştır.

72. Yönetmelik'in 24. ve 9. maddeleri uyarınca bölgenin savunma gücü ve gizliliğini ihlal etmemek şartıyla taşınmaz malların üzerinde inşaat, hafriyat, tadilat, orman yetiştirmek veya ağaç kesmek, bataklık kurmak veya kurutmak gibi hususların izne tabi olduğu, izin verilmeyen veya komutanlıkça kabul edilen şartlara uymayan her türlü inşaat ve eylemlerin durdurulacağı ve yapıların yıkılacağı hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla öngörülen mevzuatın yol açtığı kısıtlamaların bir sonucu olarak taşınmazların tamamen kullanılamaz durumda olduğu söylenemez ise de başvurucuların taşınmazlarını diledikleri gibi kullanma, taşınmazlarından yararlanma ve üzerinde tasarrufta bulunma hak ve yetkilerinin kısıtlandığı açıktır. Başvurucuların şerhin kaldırılmasına veya taşınmazların kamulaştırılmasına yönelik talepleri de kamu makamlarınca reddedilmiştir. Kamu makamlarının şerhin kaldırılması veya taşınmazların kamulaştırılması hususunda 2565 sayılı Kanun ve Yönetmelik hükümleri uyarınca takdir yetkisi bulunmaktadır. Fakat kamu makamları bu takdir yetkisi kapsamında başvurucuların şikâyetlerini ortadan kaldıracak şekilde bir işlem tesis etmemiştir. Hâlbuki kamu makamları, kamulaştırılmasına gerek görmedikleri bu durumdaki taşınmazlar için makul kabul edilebilecek ölçüde bir tazminat ödemek suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin adil dengeyi bozmasının önüne geçebilecektir.

73. Dolayısıyla kullanma ve yararlanma hakkına yönelik olarak bir kısım yasal kısıtlamalara maruz kalan ancak tamamen de kullanılamaz nitelikte bulunmayan taşınmazların kamulaştırılması veya bedelinin tamamına hükmedilmesi gerektiğinden söz edilemez ise de çevresinde bulunan taşınmazlar imara açıldığı hâlde askerî güvenlik bölgesi şerhi nedeniyle imara açılamayan ve fiilî yapılaşma yasağı da uygulanan taşınmazlar nedeniyle başvurucuların bir zararlarının olduğu açıktır.

74. Derece mahkemelerinin henüz gerçekleşmeyen ve gerçekleşmesi muhtemel olan zararların tazminine olanak bulunmadığına yönelik yorumu başvuruculara şahsi olarak aşırı ve olağan dışı bir külfet yüklemiştir. Bu durumda başvurucuların mülkiyet hakkının korunması ile kamunun yararı arasında olması gereken adil dengenin başvurucular aleyhine bozulduğu ve müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna varılmıştır.

75. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ ve Basri BAĞCI bu görüşe katılmamışlardır.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

76. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

77. Başvurucular ihlalin tespit edilmesini istemiş, maddi ve manevi tazminat ödenmesi talebinde bulunmuştur.

78. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

79. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

80. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gidermediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

81. İncelenen başvuruda başvurucuların taşınmazlarının bulunduğu alanın askerî güvenlik bölgesi ilan edilmesi üzerine taşınmazlar üzerinde oluşan kısıtlamaların boyutu ve süresi dikkate alındığında somut olayda mülkiyetin akıbeti konusunda belirsizliğe yol açılması, buna karşılık uğranılan zararın giderilmemesi sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin idarenin işleminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte derece mahkemeleri de ihlali giderememiştir.

82. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Batman İdare Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

83. İhlal tespiti ve yeniden yargılanma kararı verilmesinin yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucuların tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerekir.

84. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 239,50 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.839,50 TL tutarındaki yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE, Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ ve Basri BAĞCI'nın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Batman İdare Mahkemesine (E.2013/658, K. 2014/1913) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuların tazminat taleplerinin REDDİNE,

E. 239,50 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.839,50 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 29/12/2020 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞI OY

Başvurucuların iddiası; Batman Havaalanı sınırına komşu olan taşınmazlarının tapu sicil kayıtları üzerine konulan “Askeri güvenlik bölgesi” şerhi nedeniyle imar uygulaması kapsamına alınmadığı, bu nedenle arsa vasfını kazanamayan gayri menkullerinin tarım arazisi olarak kaldığı, değerlerinin de imar gören emsallerine nazaran çok daha düşük olması nedeniyle zarara uğradıkları ve mülkiyet haklarının ihlal edildiği yönündedir.

Tapu kayıtları üzerine 1995 yılında askeri güvenlik bölgesi şerhi konulması sırasında söz konusu taşınmazlar tarım arazisi vasfında olup, konulan şerhin taşınmazların bu amaç doğrultusunda kullanılmasına gerek şerhin konulduğu tarihte ve gerekse günümüzde olumsuz bir etkisi bulunmamaktadır.

Tapuya şerh konulma işleminden yaklaşık 14 yıl sonra, Batman şehir yerleşiminin taşınmazların bulunduğu istikamete doğru yönelmesi ve komşu taşınmazların imar uygulamasına tabi tutulmaları ve arsa vasfını kazanmalarına bağlı olarak değerlerinde artış meydana gelmiştir.

Başvurucular şerh nedeniyle kendi taşınmazlarının imar uygulamasına tabi tutulmaması nedeniyle değerlerinde artış olmamasını bir zarar olarak nitelendirmektedirler. Bu haliyle başvurucular taşınmazlarının değerinin eksilmesini değil komşu taşınmazlarda meydana gelen değer artışının kendi mülklerinde gerçekleşmemesini müracaat konusu yapmaktadırlar.

Halbuki taşınmazlar imarlı iken askeri güvenlik bölgesi yapılmak suretiyle üzerlerinde var olan bir yapılaşma izninin kaldırılması ve buna bağlı olarak değer kaybına uğramış değillerdir.

İdari yargılama mercileri somut olaydaki zarar kavramını değerlendirmek suretiyle bunun gerçekleşmiş değil muhtemel bir zarar olduğundan bahisle hak sahiplerinin tazminat taleplerini reddetmiştir.

Bu tespitler çerçevesinde zararın varlığı, oluşma nedeni ve oluşma zamanı tartışmalıdır. İddia edilen zarar taşınmazların tapu kayıtlarına şerh konulması anında gerçekleşmiş değildir. Zira malikler ilk defa 2009 yılında tapudaki şerhin kaldırılması istemiyle resmi makamlara müracaat etmişlerdir.

İddia olunan zarar, imar uygulamalarının komşu taşınmazlara kadar gelmesi ve tartışma konusu taşınmazlara uygulanmaması neticesinde, değer azalması şeklinde değil, değer artışının gerçekleşmemesine bağlı menfi ve muhtemel bir değer azlığı şeklinde ortaya çıkmıştır.

Bu haliyle zararın, tek başına güvenlik bölgesi ilanına bağlı olarak doğrudan değil, sair hususlarda yaşanan dolaylı gelişmelerin ilk sebeple birleşmesinin etkisiyle ortaya çıktığından söz edilebilir.

Başka bir açıdan bakıldığında zarara sebebiyet veren unsurun ortadan kaldırılması halinde iddia olunan zararında ortadan kalkması makul bir beklenti olması gerekirken, somut olayımızda güvenlik bölgesi şerhi kaldırılsa bile bu taşınmazların imar uygulaması kapsamına alınma garantisi bulunmamaktadır.

Askeri güvenlik bölgesi şerhi hiç konulmamış olsa bile havaalanının sınır hattında bulunan taşınmazların imar uygulaması kapsamına alınması kesin değildir. İmar uygulaması kapsamına alınma durumun da bile konut alanı olma ihtimali havaalanına yakınlığından dolayı çok yüksek gözükmemektedir. Bu bağlamda başvurucuların delil tespiti kapsamında elde ettikleri veriler ve zarar hesaplama yöntemi gerçekçi olmaktan uzak olup varsayımsaldır.

Başvurucular, havaalanına sınırdaş olmak gibi, taşınmazlarının konumlarından kaynaklanan doğal bir dezavantaja da sahiptirler. Havaalanına bitişik konumda bulunması da taşınmazların imar kapsamına alınmasını engelleyecek önemli bir etkendir.

Bu değerlendirmeler çerçevesinde zarara neden olan etkenin tek başına güvenlik bölgesi ilan edilmesi olmayacağı aşikârdır.

Ayrıca idareyi taşınmazlar üzerindeki güvenlik bölgesi şerhini kaldırmak suretiyle imar uygulamasına icbar etmek de mümkün değildir. İdarenin her yeri yerleşime açmak gibi bir mükellefiyeti bulunmamaktadır. İmara açılma kararının verilmesinde taşınmazların durumu kadar şehir planlarının gereklilikleri ve idari takdir hakkı kapsamında verilecek kararlar da kritik önem taşımaktadır.

Yukarda izah edilen gerekçeler doğrultusunda;

Zararın oluşumu, zamanı ve nedeninin muğlak olması,

Taşınmaz üzerinde oluşan kısıtlamaların başlangıçtan günümüze sabit kalmasına rağmen oluştuğu iddia edilen zararların aslında sonradan vukuu bulan sair gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkması,

Zararın önceden var olan bir değerin azalması şeklinde olmayıp değer artışının gerçekleşmemesi olarak tezahür etmesi,

Zarara neden olan görünürdeki sebebin ortadan kalkması durumunda bile umulan değer artışının üçüncü kişi konumunda bulunan idarenin takdir hakkı kapsamında alacağı kararlara bağlı bulunması,

Taşınmaz üzerindeki şerh olmasa bile taşınmazın konumundan kaynaklanan doğal olumsuzlukların benzer menfi durumun ortaya çıkmasında etkin olabileceği,

Hususları dikkate alınmak suretiyle çoğunluğun ihlal yönündeki fikrine iştirak edilmemiştir.

Başkanvekili

Kadir ÖZKAYA

Üye

Recai AKYEL

Üye

Yıldız SEFERİNOĞLU

Üye

Selahaddin MENTEŞ

Üye

Basri BAĞCI

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

POSTAŞ LOJİSTİK A.Ş. BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/14585)

 

Karar Tarihi: 27/1/2021

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Basri BAĞCI

Raportör

:

Zehra GAYRETLİ

Başvurucu

:

Postaş Lojistik Anonim Şirketi

Vekili

:

Av. Enver TURUNÇ

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, geçiş ücreti ödemeden otoyoldan geçiş yapılması kabahatine dayalı olarak idari para cezası verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 30/4/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık görüş bildirmemiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

7. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

8. Başvurucunun maliki olduğu 35 FZ... plakalı aracın ücretli otoyol ve köprülerden 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında ödeme yapmadan geçiş yaptığı gerekçesiyle başvurucu hakkında tek seferde 76.727,75 TL idari para cezası uygulanmıştır. Söz konusu idari para cezası 19/6/2017 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

9. Başvurucu; mülkiyetinde çok sayıda araç bulunduğunu, bu araçlardan birine ait Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) etiketinin sehven söz konusu 35 FZ.. plakalı araca takıldığını, bu HGS etiketine ilişkin hesapta geçiş ücretlerini karşılayacak kadar paranın mevcut olması nedeniyle aracın geçişlerinin ücret ödemeden yapıldığının farkında olamadığını, olayda herhangi bir şekilde kasta dayalı eylemi bulunmadığını ileri sürerek anılan cezanın iptali için başvuruda bulunmuştur. Başvurucu ayrıca, idari para cezasına konu geçişlerin 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında meydana gelmiş olmasına rağmen cezanın idare tarafından 19/6/2017 tarihinde bildirilmesi nedeniyle söz konusu hatadan geç haberdar olması sonucu yüksek oranda ceza ödemek zorunda kalmasının hakkaniyete aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

10. Başvurucu, iptal başvurusuna ilişkin dilekçede "ceza konusu yapılan geçişlere ait kamera görüntülerinin idareden istenilmesi ve bu görüntüler üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılması durumunda maddi gerçeğin ortaya çıkacağı [nı]" iddia ederek belirtilen hususta bilirkişi incelemesi yaptırılması yönünde talepte de bulunmuştur.

11. Başvuru, Düzce Sulh Ceza Hâkimliğinin (Hâkimlik) 5/2/2018 tarihli kararı ile reddedilmiştir. Hâkimlik olayla ilgili olarak başvurucunun iddialarını, idarede tarafından dosyaya sunulan mütalaayı ve tüm dosya kapsamını birlikte değerlendirmek suretiyle idari para cezasının usul ve yasaya uygun olduğu sonucuna ulaşmıştır.

12. Hâkimlik gerekçeli kararında; başvuru konusu plakaya ait HGS hesabının 7/7/2017 tarihinde açıldığını, farklı bir plakada kullanılan HGS hesabının 17/7/2017 tarihinde dava konusu plakaya taşındığını, ceza işleminin ise aracın etiketsiz geçiş yapması ve yasal süresi içinde HGS etiketi açtırılmamasından kaynaklandığını belirtmiştir. Gerekçeli kararın ilgili kısmı şöyledir:

"Karayolları Genel Müdürlüğü 4. Bölge Müdürlüğünün 22/12/2017 havale tarihli mütalaasında özetle; plakaya ait HGS hesabı 07/07/2017 tarihinde açıldığı, ayrıca farklı bir plakada kullanılan HGS hesabı ise 17/07/2017 tarihinde söz konusu plakaya taşındığı, cezalı geçişler, araç gişelerden etiketsiz geçiş yaptığı ve 15 günlük yasal süre içerisinde HGS etiketi açtırmadığından kaynaklandığı, sistem üzerinde ilgili geçişin görüntü kaydına erişilemediği, bahse konu olan 35 FZ ... plakalı araç gişelerden geçiş ihlali yaptığı, itiraz eden hakkında düzenlenen idari para cezasının hukuk ve mevzuata uygun olduğu belirtilmiştir.

İtiraz eden Postaş Taşımacılık İnşaat Temizlik Hizmetleri Petrol Otomotiv Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi vekili Av. Enver TURUNÇ'a ait 15/01/2018 tarihli cevabi dilekçesinde özetle, iddia olunan HGS ihlali geçişlerine ait kamera görüntü kayıtlarının idarece sunulamamış olması, başlı başına HGS ihlali geçişlerinin idarece ispatlanamamış olduğunun kabulünü gerektirdiği, bütün bunların dışında 6111 sayılı Kanunun 22. maddesindeki düzenleme gereği 04/07/2016 tarihinden önceki dönemde gerçekleşmiş olduğu iddia edilen HGS geçiş ihlallerinin karşılığı olarak tahakkuk ettirildiği görülen idari para cezasının 38.652,25 TL lik kısmının iptalinin gerektiği, davaya konu idari para cezasının tümden iptalini talep etmiştir.

Bu kapsamda; İtiraz edenin dilekçesi, idari para cezası tutanağı ve Karayolları Genel Müdürlüğü 4. Bölge Müdürlüğünün mütalaası ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; İtiraz eden hakkında düzenlenen idari para cezası tutanağının usul ve yasaya uygun olduğu, başvurunun haklı ve somut nedenlere dayanmadığı anlaşılmakla, başvurunun reddine dair aşağıdaki şekilde karar verilmiştir."

13. Başvurucu; diğer nedenlerin yanı sıra maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için ilgili ceza tutanağında belirtilen tüm geçişlere ilişkin kamera kayıtlarının getirtilmesi ve bu kayıtların üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırılması yönündeki talebinin karşılanmadığını, kaçınılmaz hataya düştüğü iddiasına ilişkin olarak gerekçeli kararda herhangi bir değerlendirmede bulunulmadığını belirterek karara itiraz etmiştir.

14. Başvurucunun itirazı Bolu Sulh Ceza Hâkimliğinin 20/3/2018 tarihli kararı ile reddedilmiştir.

15. Başvurucu 30/4/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

16. 25/6/2010 tarihli ve 6001 sayılı Karayolları Genel Müdürlüğünün Hizmetleri Hakkında Kanun'un "Geçiş ücretini ödememe ve güvenliğin ihlali" kenar başlıklı 30. maddesinin olay tarihinde yürürlükte olan (1) numaralı fıkrası şöyledir:

"(1) Genel Müdürlük işletimindeki otoyollar ile erişme kontrolünün uygulandığı karayolları için belirlenen geçiş ücretlerini ödemeden geçiş yaptığı tespit edilen araç sahiplerine Genel Müdürlük tarafından, geçiş ücreti ödemeden giriş çıkış yaptığı mesafeye ait geçiş ücretinin on katı tutarında idarî para cezası verilir."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

17. Mahkemenin 27/1/2021 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucunun İddiaları

18. Başvurucu; yargılamanın sonucuna etkili olabilecek taleplerinin ve idari para cezasının kaçınılmaz bir hataya düşmesinden kaynaklandığı yönündeki iddiasının Hâkimlik kararında karşılanmadığını, bilirkişi incelemesi yaptırılması yönündeki talebinin gerekçesiz olarak reddedildiğini, meramını daha iyi anlatmak için duruşma açılmasını talep ettiği hâlde talebinin kabul edilmediğini belirterek hak arama hürriyetinin ve mülkiyet hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

B. Değerlendirme

19. Anayasa’nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

20. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16).

21. Başvurucunun yukarıda yer verilen şikâyetlerinin özü, kanuna aykırı eylemi sebebiyle idari para cezası verilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlali iddiasına ilişkindir. Bu nedenle başvurucunun belirtilen ihlal iddialarının tümü mülkiyet hakkı kapsamında incelenmiştir.

1. Kabul Edilebilirlik Yönünden

22. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

2. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

23. Somut olayda idari para cezası uygulanması neticesinde başvurucudan tahsil edilen paranın başvurucunun mal varlığına dâhil olduğu ve verilen idari para cezasıyla başvurucunun mal varlığından eksilmeye yol açıldığı kuşkusuz olduğuna göre bu paranın başvurucu açısından mülk teşkil ettiği açıktır (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Orhan Gürel, B. No: 2015/15358, 24/5/2018, § 43; Mustafa Taş, B. No: 2017/23968, 31/10/2018, § 35).

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

24. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§ 55-58).

25. Somut olayda geçiş ücreti ödenmeden otoyolun kullanılmış olması nedeniyle başvurucu hakkında idari para cezası uygulanmasının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. Söz konusu müdahaleyle otoyol kullanımıyla ilgili düzenlemelerin ihlal edilmesinin önlenmesi amaçlanmaktadır. Bu durumda başvuru konusu olayda müdahalenin amacı dikkate alındığında mülkiyetin kamu yararına kullanılmasının kontrol edilmesine ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi gerekir (benzer yöndeki değerlendirmeler için bkz. Mars Sinema Turizm ve Sportif Tesisler İşletmeciliği A.Ş., B. No: 2017/23849, 10/10/2018, § 48; Mustafa Taş, § 38).

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

26. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

27. Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

28. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerde ilk incelenmesi gereken ölçüt kanuna dayalı olma ölçütüdür. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır. Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir, belirli ve öngörülebilir kanun hükümlerinin bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44; Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49; Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55).

29. Somut olayda başvurucunun 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında ücret ödemeden otoyoldan geçiş yaptığı gerekçesiyle 6001 sayılı Kanun'un 30. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca başvurucuya idari para cezası verilmiştir. 6001 sayılı Kanun'un 30. maddesinin (1) numaralı fıkrasında Karayolları Genel Müdürlüğü (Genel Müdürlük) işletimindeki otoyolları için belirlenen geçiş ücretlerini ödemeden geçiş yaptığı tespit edilen araç sahiplerine Genel Müdürlük tarafından, geçiş ücreti ödemeden giriş çıkış yaptığı mesafeye ait geçiş ücretinin -olay tarihindeki mevzuata göre- on katı tutarında idari para cezası verileceği hüküm altına alınmıştır.

30. Dolayısıyla söz konusu Kanun hükümlerinin açık, ulaşılabilir ve öngörülebilir mahiyette olduğu dikkate alındığında başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuna dayalı olduğu kuşkusuzdur.

ii. Meşru Amaç

31. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

32. Genel Müdürlüğe bağlı otoyolların kullanımına ilişkin talebin yükselmesine bağlı olarak artan maliyetlerin karşılanabilmesi amacıyla kullanıcılardan otoyolundan geçiş yaptıkları sırada ücret alınması yönünde bir sistem geliştirilmiştir. HGS olarak adlandırılan bu sistem kullanıcıların otoyol gişelerinden geçiş yaptıkları sırada gişelerde bulunan teknik cihazların araç üzerindeki HGS etiketiyle iletişime geçerek kullanıcının hesap bilgilerine ulaşması ve hesabından ücretin tahsil edilmesi esasına dayanmaktadır.

33. Kullanıcıların araçlarında HGS etiketi veya HGS etiketine ilişkin hesapta ücreti karşılamaya yetecek miktarda bakiye bulundurmayarak geçiş ücretini ödemeden otoyolu kullanmaları durumunda haklarında idari para cezası yaptırımı uygulanmasının temelinde yatan amaç, sistemin korunması ve devamlılığının sağlanmasıdır. Bu amacın kamu yararına dönük olduğu açıktır. Dolayısıyla başvurucunun ücret ödemeden geçiş yaptığı gerekçesiyle hakkında idari para cezası tesis edilmesi yönündeki uygulamanın kamu yararı amacına dayandığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle müdahalenin meşru bir amacının bulunduğu sonucuna ulaşılmaktadır.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

34. Son olarak kamu makamlarınca başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.

35. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

36. Mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin Anayasa'nın 13. ve 35. maddelerine göre ölçülü olabilmesi için her şeyden önce bu tedbirin öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olması zorunludur. Diğer taraftan müdahalede bulunulurken takip edilen kamu yararı amacını gerçekleştirmeye en uygun aracın seçilmesi gerekmektedir. Bu alanda hangi araçların tercih edileceği ise öncelikli olarak daha isabetli karar verebilecek konumda olan ilgili kamu makamlarının yetkisindedir. Bu nedenle hangi aracın tercih edileceğinin belirlenmesi hususunda idarelerin belli ölçüde takdir yetkisi bulunmaktadır. Ne var ki seçilen aracın gerekliliğine ilişkin olarak idarelerin sahip olduğu takdir yetkisi sınırsız değildir. Tercih edilen aracın müdahaleyi ulaşılmak istenen amaca nazaran bariz bir biçimde ağırlaştırması durumunda Anayasa Mahkemesince müdahalenin gerekli olmadığı sonucuna ulaşılması mümkündür. Ancak Anayasa Mahkemesinin bu kapsamda yapacağı denetim, seçilen aracın isabet derecesine yönelik olmayıp hak ve özgürlükler üzerinde oluşturduğu müdahalenin ağırlığına dönüktür (bazı değişikliklerle birlikte bkz. Hamdi Akın İpek, B. No: 2015/17763, 24/5/2018, § 108; Hanife Ensaroğlu, B. No: 2014/14195, 20/9/2017, § 67).

37. Bununla birlikte orantılılık ilkesi gereği kişilerin mülkiyet hakkının sınırlandırılması hâlinde elde edilmek istenen kamu yararı ile bireyin hakları arasında adil bir dengenin kurulması gerekmektedir. Bu adil denge, başvurucunun şahsi olarak aşırı bir yüke katlandığının tespit edilmesi durumunda bozulmuş olacaktır. Müdahalenin orantılılığını değerlendirirken Anayasa Mahkemesi; bir taraftan ulaşılmak istenen meşru amacın önemini, diğer taraftan da müdahalenin niteliğini, başvurucunun ve kamu otoritelerinin davranışlarını gözönünde tutarak başvurucuya yüklenen külfeti dikkate alacaktır (Arif Güven, B. No: 2014/13966, 15/2/2017, §§ 58, 60).

38. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kamu yararı amacı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasındaki adil dengenin sağlanabilmesi için öncelikle malike, uygulanan tedbirlere karşı savunma ve itirazlarını etkin biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması, söz konusu iddia ve savunmaların makul biçimde karşılanması gerekmektedir (başvurucuya diğer unsurlar yanında ayrıca etkin bir savunma hakkı tanındığından müdahalenin ölçülü görüldüğü kararlar için bkz. Eyyüp Baran, B. No: 2014/8060, 29/9/2016, §§ 75-95; Fatma Çavuşoğlu ve Bilal Çavuşoğlu, B. No: 2014/5167, 28/9/2016, §§ 74-89. Buna karşılık aynı güvencenin yargılama sürecinde sağlanmaması nedeniyle müdahalenin ölçüsüz görüldüğü kararlar için bkz. Mahmut Üçüncü, B. No: 2014/1017, 13/7/2016, §§ 79-102; Arif Güven, §§ 57-72).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

39. Başvurucuya idari para cezası verilmesinin otoyol işletim sisteminin devamlılığını sağlamaya yönelik olduğu dikkate alındığında müdahalenin söz konusu kamu yararı amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğunda şüphe bulunmamaktadır. İkinci olarak başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin gerekli olup olmadığı irdelenmelidir. Buna göre mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolüne ilişkin üçüncü kural çerçevesinde kamu makamlarının sahip olduğu geniş takdir yetkisi de gözönünde bulundurulmalıdır. Bu kapsamda başvurucunun fiilinin kabahat olarak düzenlenerek yalnızca idari para cezası uygulandığı dikkate alındığında müdahalenin gerekli olmadığı söylenemez.

40. Orantılılık yönünden ise öncelikle başvurucuya idari para cezası kararına karşı iddia ve savunmalarını etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınıp tanınmadığı değerlendirilmelidir. Başvurucu; idari para cezasına karşı cezanın iptal edilmesi talebiyle Hâkimliğe başvuruda bulunmuş, talebin reddine ilişkin karara karşı da itiraz kanun yoluna müracaat etmiştir.

41. Başvurucu özellikle ücret ödenmeden geçiş yapıldığına ilişkin ilk ihlalin tespit edildiği 2016 yılı Ocak ayını takiben 2016 yılı içinde cezanın kendisine bildirilmiş olması hâlinde cezaya neden olan hatanın düzeltilebilecek olması karşısında idarenin 19/6/2017 tarihinde bildirimde bulunması sonucu 2016 yılı içinde ihlalin müteaddit defa tekrarlanmasına sebep olunduğunu belirterek kamu makamlarının üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmediğinden yakınmıştır. Başvurucunun iddia ve itirazlarını inceleyen Hâkimlik, idari para cezasının aracın gişelerden etiketsiz geçiş yapması ve 15 günlük yasal süre içinde HGS etiketi açtırılmamasından kaynaklandığını belirtmiştir. Ayrıca Hâkimlik, plakaya ait HGS hesabının 7/7/2017 tarihinde açıldığına ve farklı bir plakada kullanılan HGS hesabının ise 17/7/2017 tarihinde söz konusu plakaya taşındığına vurgu yapmıştır. Bu kapsamda Hâkimlik tarafından idari para cezasına konu eylemin sübuta erdiği ve işlemin hukuka uygun olduğu değerlendirilmiştir. Başvurucu ise idari para cezasına konu araca takılı olan HGS etiketinin mülkiyetinde bulunan başka bir araca ait plakaya tanımlı olduğunu, bu plakaya ilişkin HGS hesabında ise yeterli bakiyenin bulundurulduğunu, buna rağmen etiketin sehven ceza konu araca takılması sonucu yaptırıma maruz kaldığını ileri sürmektedir.

42. Müdahalenin orantılılığı yönünden başvurucuya idari para cezası kararına karşı iddia ve savunmalarını etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanındığı, derece mahkemelerinin kararlarının ise keyfî veya öngörülemez nitelikte olmadıkları not edilmelidir. Öte yandan lojistik alanında faaliyet gösteren başvurucu Şirketin mülkiyetinde bulunan araçlara hatalı etiket takmak suretiyle ceza konusu ücretsiz geçişlerin meydana gelmesine kendi kusurlu davranışının neden olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır.

43. Bununla birlikte somut olayda başvurucuya 4/1/2016 tarihinden 31/12/2016 tarihine kadar geçen zaman zarfında meydana gelen her bir geçiş için geçiş ücreti ile birlikte ücretin on katı tutarında olmak üzere toplam 76.727,75 TL idari para cezası verilmiştir. Olayda ihlale sebep olan cezalı geçişlerinin 2016 yılı içinde meydana gelmesine rağmen buna ilişkin bildirimin 2017 yılının Haziran ayı içinde yapılması başvurucunun cezalı geçişe sebep olan hatadan geç haberdar olmasına ve buna bağlı olarak ceza miktarının yükselmesine neden olmuştur. Her ne kadar araca hatalı etiket takılmış olması başvurucunun kusurlu davranışından kaynaklanmakta ise de idarenin ilk ihlalli geçişe ilişkin bildirimi söz konusu geçişin meydana geldiği tarihten yaklaşık 1,5 yıl sonra başvurucuya tebliğ ettiği dikkate alındığında ihlalli geçişlerin müteaddit defa tekrarlanması noktasında idarenin geç bildirimde bulunmasının da etkili olduğu gözardı edilemez.

44. İdarenin bu davranışı kamu yararı amacı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasındaki adil dengenin bozulması sonucunu doğurmuştur. Buna göre verilen idari para cezası -somut olayın koşulları altında- yaptırımın koruduğu amaç birlikte değerlendirildiğinde başvurucu yönünden şahsi olarak aşırı bir külfete yol açmaktadır.

45. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Kadir ÖZKAYA bu görüşe katılmamıştır.

3. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

46. 30/11/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

 “(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir…

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir.”

47. Başvurucu ihlalin tespiti talebinde bulunmuştur.

48. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir (B. No: 2014/8875, 7/6/2018, [GK]). Mahkeme diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına da işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

49. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

50. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük’ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak, ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde, usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58-59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66-67).

51. İncelenen başvuruda mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin idari işlemden kaynaklandığı ancak mahkemenin de bu ihlali ortadan kaldırmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

52. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Düzce Sulh Ceza Hâkimliğine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

53. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Kadir ÖZKAYA'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Düzce Sulh Ceza Hâkimliğine (2017/8348 D.İş) GÖNDERİLMESİNE,

D. 294,70 TL harç ve 3.600 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 3.894,70 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

E. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

F. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 27/1/2021 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞI OY

Başvuru, otoyoldan geçiş ücreti ödemeden geçiş yapıldığı için uygulanan idari para cezasına yapılan itirazın reddedilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

Başvurucu mülkiyetinde çok sayıda araç bulunduğunu, bu araçlardan birine ait Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) etiketinin sehven söz konusu 35 FZ.. plakalı araca takıldığını, bu HGS etiketine ilişkin hesapta geçiş ücretlerini karşılayacak kadar paranın mevcut olması nedeniyle aracın geçişlerinin ücret ödemeden yapıldığının farkında olamadığını, olayda herhangi bir şekilde kasta dayalı eylemi bulunmadığını; ayrıca, idari para cezasına konu geçişlerin 4/1/2016 ile 31/12/2016 tarihleri arasında meydana gelmiş olmasına rağmen cezanın idare tarafından 19/6/2017 tarihinde bildirilmesi nedeniyle söz konusu hatadan geç haberdar olması sonucu yüksek oranda ceza ödemek zorunda kalmasının hakkaniyete aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

Mahkememiz çoğunluğunca cezalı geçişlerinin 2016 yılı içinde meydana gelmesine rağmen buna ilişkin bildirimin 2017 yılının Haziran ayı içinde yapıldığı, dolayısıyla ihlalli geçişlerin müteaddit defa tekrarlanması noktasında idarenin geç bildirimde bulunmasının etkili olduğu değerlendirilerek başvurucu yönünden aşırı bir külfete yol açıldığı gerekçesiyle başvurucunun Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmiştir.

Aşağıda açıklanan nedenlerle çoğunluk görüşüne iştirak edemedim.

Kararda da belirtildiği üzere, Karayolları Genel Müdürlüğüne bağlı otoyolların kullanımına ilişkin talebin yükselmesine bağlı olarak artan maliyetlerin karşılanabilmesi amacıyla kullanıcılardan otoyoldan geçiş yaptıkları sırada ücret alınması yönünde bir sistem geliştirilmiştir. HGS olarak adlandırılan bu sistem kullanıcıların otoyol gişelerinden geçiş yaptıkları sırada gişelerde bulunan teknik cihazların araç üzerindeki HGS etiketiyle iletişime geçerek kullanıcının hesap bilgilerine ulaşması ve hesabından ücretin tahsil edilmesi esasına dayanmaktadır. (Karar; Paragraf 32)

Kullanıcıların araçlarında HGS etiketi veya HGS etiketine ilişkin hesapta ücreti karşılamaya yetecek miktarda bakiye bulundurmayarak geçiş ücretini ödemeden otoyolu kullanmaları durumunda haklarında idari para cezası yaptırımı uygulanmasının temelinde yatan amaç, sistemin korunması ve devamlılığının sağlanmasıdır. (Karar; Paragraf 33)

Açık kaynaklardan, uygulamada, sistemin, geçiş anında veya sonrasında bağlantı problemi ve benzeri nedenlerle kullanıcıların hesaplarına ulaşamaması, arızalanması gibi nedenlere bağlı olarak bir takım problemlerin yaşanabildiği tespit edilmektedir. (Somut olayda ise böyle bir durum söz konusu değildir.)

Bu bağlamda elbette ki geçiş ihlalleri konusunda, ilgili mevzuatta gerekli değişiklikler yapılmak suretiyle teknolojik imkânlardan da yararlanılarak, ihlâl yapan kişilerin belirtilen durumdan makul bir süre içinde bilgilendirilmesi veya ihlâlli geçişe ilişkin idari para cezasının da yine (olayın üzerinde çok uzun zaman geçmeden) makul bir süre içinde ilgilisine tebliğ edilmesi halinde izleyen dönemde usulsüz geçişlerin azaltılabileceği veya önlenebileceği, böyle bir uygulamanın uygulamadaki birçok problemi çözebileceği değerlendirilebilir.

Ne var ki somut olayda başvurucu şirkete ait 35 FZ.. plakalı aracın 4/1/2016 ile 31/12/2016 arasında ücretsiz geçiş yaptığında, ceza konusu ücretsiz geçişlerin meydana gelmesine başvurucunun kendi kusurlu davranışının neden olduğunda, söz konusu cezanın ilgili idarece ilgili mevzuatta öngörülen bildirim sürelerine ve usule uygun olarak tebliğ edildiğinde, bir başka söyleyişle başvurucuya uygulanan idari para cezasının ilgili mevzuata uygun bulunduğunda tartışma bulunmamaktadır. Ayrıca derece Mahkemelerince de maddi olayın gerçekleşme biçimi tespit edildikten sonra dosya kapsamı delillerin değerlendirilmesi ve hukuk kurallarının yorumlanması suretiyle, bariz takdir hatasına veya açık keyfilik oluşturan bir duruma neden olunmadan hüküm tesis edildiği görülmektedir.

Hal böyle olunca, yürürlükteki mevzuata uygun davrandığı anlaşılan idareye, kendi kusuru nedeniyle böyle bir cezaya muhatap olduğu Mahkememiz çoğunluğunca da kabul edilen başvurucunun kusurunun göz ardı edilmesi suretiyle ilave bir sorumluluk yüklenemeyeceği, dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına kanuna dayalı olarak yapılan ve meşru bir amacı bulunduğu anlaşılan müdahalenin elverişli, gerekli ve orantılı olduğu kanaatine ulaşılmaktadır.

Açıklanan nedenle başvurunun reddi gerektiği görüşüyle çoğunluk görüşüne dayalı karara iştirak etmedim.

Başkan

Kadir ÖZKAYA

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

GÖKSAL ÇETİN VE İSMAİL TEMEL BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2018/13305)

 

Karar Tarihi: 15/12/2021

R.G. Tarih ve Sayı: 25/1/2022 - 31730

 

GENEL KURUL

 

KARAR

 

Başkan

:

Zühtü ARSLAN

Başkanvekili

:

Hasan Tahsin GÖKCAN

Başkanvekili

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

Hicabi DURSUN

 

 

Celal Mümtaz AKINCI

 

 

Muammer TOPAL

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Recai AKYEL

 

 

Yusuf Şevki HAKYEMEZ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Selahaddin MENTEŞ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

İrfan FİDAN

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucular

:

1. Göksal ÇETİN

 

 

2. İsmail TEMEL

Başvurucular Vekili

:

Av. Serhat MENZİLCİOĞLU

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru, belediyenin hukuki el atma dolayısıyla verilen mahkeme kararı sonucu paydaşı olduğu taşınmazda ön alım hakkını kullanması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 17/5/2018 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

7. İkinci Bölüm tarafından 16/6/2021 tarihinde yapılan toplantıda niteliği itibarıyla Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden başvurunun Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

9. Başvurucular 1959 ve 1955 doğumlu olup Ankara'da ikamet etmektedir.

A. Arka Plan Bilgisi

10. Ankara'nın Yenimahalle ilçesi Yuva köyünde kâin 43249 ada 1 parsel numaralı ve 45.656 m² büyüklüğünde olan arsa vasıflı taşınmaz Ankara Büyükşehir Belediyesinin (Belediye) 12/10/1995 tarihli ve 1/5.000 ölçekli revizyon nâzım imar planına dayanılarak çıkarılan 13/6/1996 tarihli ve 1/1.000 ölçekli uygulama imar planında ve 6/5/1997 tarihli parselasyon planında kentsel rekreasyon alanı olarak tespit edilmiştir.

11. Taşınmazın hissedarlarından biri olan H.Y. tarafından 27/6/2011 tarihinde, kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan dava sonucunda Ankara 19. Asliye Hukuk Mahkemesinin 27/4/2012 tarihli kararıyla Belediye tarafından taşınmaza kamulaştırmasız el atıldığı tespit edilerek davacı lehine tazminata hükmedilmiş, ayrıca taşınmaz hissesinin (7021/228280) Belediye adına tescil edilmesine karar verilmiştir. Karar, Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 19/11/2012 tarihli kararıyla onanmıştır. Onama kararında; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15/12/2010 tarihli kararına atıfta bulunularak imar planında park, yol ve okul alanı gibi kamu hizmetine ayrılmış yerlere fiilen el atılmamış olsa dahi 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 10. maddesinin amir hükmü uyarınca 1/1.000 ölçekli uygulama imar planının kesinleştiği tarihten itibaren 5 yıl içinde sorumlu davalı idarece kamulaştırma görevinin yerine getirilmemesi ve malikinin süresi belirsiz şekilde mülkiyet hakkının kısıtlanması nedeniyle taşınmaz bedelinin ödenmesi gerektiği ifade edilmiştir. Karar düzeltme istemi 2/5/2013 tarihinde reddedilerek kararın kesinleşmesi üzerine taşınmazın 7021/228280 oranındaki hissesi 1/8/2013 tarihinde Belediye adına tapuda tescil edilmiştir.

12. Söz konusu taşınmaz 11/12/2013 tarihli ve 1/1.000 ölçekli uygulama imar planında ticari rekreasyon alanına dönüştürülmüştür.

13. Başvurucular anılan taşınmazın bir kısım hissesini M.A.dan 31/7/2013 tarihli tapu senediyle toplam 112.000 TL bedelle satın almıştır. Birinci başvurucunun taşınmazdaki hissesi 75/5707 (600 m²), ikinci başvurucunun ise 73/11414 (292 m²) şeklindedir.

B. Başvuruya Konu Dava Süreci

14. Belediye 17/4/2015 tarihinde Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) 31/7/2013 tarihli satıştan doğan ön alım hakkı nedeniyle tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde, Belediyenin taşınmazın hissedarı olması nedeniyle 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 734. maddesi uyarınca ön alım hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir. Dilekçede, satış işleminin Belediyenin bilgisi ve rızası dışında gerçekleştiği vurgulanarak taşınmazın Belediye adına tesciline karar verilmesi talep edilmiştir.

15. Başvurucular 20/5/2015 tarihli cevap dilekçesinde, davanın dürüstlük kuralına aykırı olarak açıldığını ileri sürmüştür. Başvuruculara göre 31/7/2013 tarihinde gerçekleşen satış işlemine yönelik olarak 17/4/2015 tarihinde dava açılması kötü niyetin göstergesidir. Taşınmaz son bir yıl içinde oldukça değerlenmiştir. İdare, yüksek kamulaştırma bedeli ödememek için ön alım hakkını kullanmıştır. İdarenin kamulaştırma bedeli yerine tapudaki satış bedelini ödemesi hakkaniyetle bağdaşmaz. Doktrine atıfta bulunan başvurucular ön alım davasında tapudaki satış bedeli yerine taşınmazın rayiç bedelinin esas alınması gerektiğini savunmuştur. Başvurucular cevap dilekçesinde ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Hentrich/Fransa (B. No: 13616/88, 22/9/1994) kararına atıfta bulunarak kamu makamlarının kamulaştırma yerine ön alım hakkını kullanmalarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (Sözleşme) ve Anayasa'ya aykırı olduğunu belirtmiştir.

16. Başvurucular ikinci cevap dilekçesinde önceki iddialarına ek olarak taşınmazın satın alındığı tarihte Belediyenin tapu sicilinde hissedar gözükmediğini, tapu siciline güvenerek hareket ettiklerini, bu nedenle satıştan sonra gerçekleşen tescilin aleyhlerine sonuç doğuramayacağını ileri sürmüştür. Başvuruculara göre kendileri Belediyenin ön alım davası açacağını öngörebilecek durumda değildir.

17. Belediye, Mahkemenin verdiği süre içinde resmî satış senedinde gösterilen 112.000 TL satış bedeli ile başvurucuların ödediği harç ve diğer masrafları bankaya depo ettirmiştir.

18. Mahkeme 29/12/2016 tarihli kararla davayı kabul etmiştir. Mahkeme öncelikle davanın iki yıllık hak düşürücü süre içinde açıldığını tespit etmiştir. Mahkemeye göre 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesinde ön alım hakkı taşınmazın maliklerine tanınmıştır. Yargıtay içtihatları gözetildiğinde ön alım hakkı mülkiyet hakkının kazanılmasından itibaren sahip olunan bir hak olup bu hakkın kullanımı tapuya tescil şartına bağlı değildir. Dolayısıyla Belediye 2/5/2013 tarihinde mülkiyet hakkını kazandığından 31/7/2013 tarihinde yapılan satış işleminde ön alım hakkına sahiptir. Mahkeme, başvurucunun ibraz ettiği AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarının somut olaya uygun düşmediğini belirtmiştir. Netice olarak Mahkeme başvurucular tarafından satın alınan hisselere ilişkin tapu kaydının iptal edilerek anılan hisselerin Belediye adına tesciline, bankaya depo ettirilen tutarların başvuruculara ödenmesine hükmetmiştir.

19. Başvurucular bu karara karşı istinaf yoluna başvurmuştur. İstinaf dilekçesinde, ilk derece mahkemesine sunulan dilekçelerdeki iddiaları tekrarlamıştır. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 5/4/2017 tarihli kararıyla istinaf istemini esastan reddetmiştir. Kararda, ön alım hakkının mülkiyet ilişkisinin kurulmasıyla doğacağı ve payın üçüncü kişiye satılmasıyla kullanılabilir hâle geleceği belirtilmiştir. Ön alım hakkının kullanılmasıyla hak sahibi paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile alıcı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulacağının ifade edildiği kararda, ön alım bedelinin tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibaret olduğu vurgulanmıştır. Kararda ayrıca ön alım hakkının satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmesiyle düşeceğine dikkat çekilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi sonuç olarak ilk derece mahkemesinin kararında usule ve hukuka aykırılık bulunmadığını değerlendirmiştir.

20. Başvurucular, benzer iddialarla kararı temyiz etmiştir. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 14/3/2018 tarihinde Bölge Adliye Mahkemesi kararını onamıştır. Nihai karar başvuruculara 19/4/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir.

21. Başvurucular 17/5/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

C. Başvurucular Tarafından Açılan Tazminat Davası

22. Başvurucular 24/11/2015 tarihinde Belediyeye karşı kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davası açmıştır. Dava dilekçesinde, taşınmazın Belediye tarafından hafriyat yeri olarak kullanılması suretiyle taşınmaza fiilî olarak el atıldığını belirtmiş ve fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak üzere her bir davacı için 500 TL tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

23. Davaya bakan Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesi 14/4/2016 tarihinde taşınmaz mahallinde bilirkişilerle birlikte keşif yapmıştır. Bilirkişi kurulu tarafından hazırlanan 6/5/2016 tarihli raporda; başvurucuların hisselerinin dava tarihi itibarıyla değeri birinci başvurucu için 441.600 TL, ikinci başvurucu için 214.912 TL olmak üzere toplam 656.512 TL olarak tespit edilmiştir.

24. Başvurucular bilirkişi raporunu dikkate alarak 20/5/2016 tarihinde tazminat taleplerini ıslah etmiştir. Talep edilen tazminat tutarı birinci başvurucu için 441.600 TL, ikinci başvurucu için 214.912 TL şeklinde revize edilmiştir. Ankara 17. Asliye Hukuk Mahkemesi, Belediye tarafından açılan ön alım davasının bekletici mesele yapılmasına karar vermiştir. Söz konusu davanın sonraki aşamalarıyla ilgili olarak başvurucular herhangi bir bilgi vermemiştir.

D. Başka Hissedarlar Tarafından Açılan Tazminat Davası

25. Aynı taşınmaza hissedar olan M.İ., Y.U.K., A.H. ve K.B.A. tarafından 15/5/2013 tarihinde Belediye aleyhine kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davası açılmıştır. Ankara 21. Asliye Hukuk Mahkemesi 8/5/2014 tarihli kararıyla davayı kabul etmiş, davacılar lehine tazminata hükmetmiş, buna karşılık taşınmaz hissesinin Belediye lehine tescil edilmesine karar vermiştir. Söz konusu karar Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 1/10/2015 tarihli kararıyla harç yönünden düzeltilerek onanmıştır.

IV. İLGİLİ HUKUK

A. Ulusal Hukuk

26. 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesi şöyledir:

"Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler."

27. 4721 sayılı Kanun'un 733. maddesi şöyledir:

"Önalım hakkından feragatin resmî şekilde yapılması ve tapu kütüğüne şerh verilmesi gerekir.

Belirli bir satışta önalım hakkını kullanmaktan vazgeçme, yazılı şekle tâbidir ve satıştan önce veya sonra yapılabilir.

Yapılan satış, alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirilir.

Önalım hakkı, satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmekle düşer. "

28. 4721 sayılı Kanun'un 734. maddesi şöyledir:

"Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır.

Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hâkim tarafından belirlenen süre içinde hâkimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür."

B. Uluslararası Hukuk

29. Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

30. AİHM kamu makamlarınca ön alım hakkının kullanılmasının mülkiyet hakkına müdahale niteliğinde olduğunu kabul etmiştir (Beyeler/İtalya [BD], B. No: 33202/96, 5/1/2000, § 107; Hentrich/Fransa, § 35).

V. İNCELEME VE GEREKÇE

31. Anayasa Mahkemesinin 15/12/2021 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

32. Başvurucular;

i. Taşınmazın kamulaştırılması yerine ön alım hakkı hükümlerine göre ve gerçek satış bedeli olmayan tapudaki satış bedeli üzerinden Belediye adına tesciline hükmedilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini belirtmiştir.

ii. Taşınmazı satın aldıkları 31/7/2013 tarihinde Belediyenin tapu sicilinde malik gözükmediğini ifade etmiştir.

iii. Belediyenin taşınmaza hafriyat dökmek suretiyle kamulaştırmasız olarak el attığını vurgulamıştır. Belediyenin satın alma veya bağışlama yoluyla değil kamulaştırmasız el atma davası sonucunda mahkemece kurulan bir tescil hükmü sebebiyle taşınmaza hissedar olduğuna dikkat çekmiştir. Belediyenin kamulaştırmasız el attığı yer için bu yerin rayiç bedelini ödemesi gerekirken mahkeme kararıyla edindiği hisseye bağlı ön alım hakkından yararlanarak daha düşük bir bedel ödediğini savunmuştur. Başka bir hissedar tarafından açılan dava sonucu paydaş olan Belediyenin ön alım hakkı sahibi olduğunun kabul edilmesinin Anayasa'ya ve iyi niyet kurallarına aykırı olduğunu belirtmiştir.

iv. Ön alım hakkının amacının istenmeyen kişilerle hissedar olunmasının önlenmesi olduğunu ileri sürmüştür. Somut olaydaki taşınmaz, imar planında kamu hizmetine ayrıldığı ve idarece de fiilen -kamulaştırılmaksızın- kamu hizmetinde kullanıldığı için ön alım hakkının hukuk sisteminde yer almasına sebep olan istenmeyen kişilerle paydaş olunması riskinin bulunmadığını ifade etmiştir.

v. Ön alım hakkına ilişkin olarak 4721 sayılı Kanun'da yer alan hükümlerin amacının özel kişiler arasındaki mülkiyet ilişkisini düzenlemek olduğunu vurgulamış, ön alım hakkının kamulaştırmanın alternatifi olarak kullanılamayacağını iddia etmiştir. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararında da kamu otoritelerinin ön alım hakkının olamayacağının kabul edildiğini savunmuştur. AİHM'in Hentrich/Fransa kararına atıfta bulunarak Belediyenin kanuna karşı hile yaptığını, kamulaştırma mevzuatından doğan yükümlülüklerinden kaçınmak amacıyla ön alım hakkını kullandığını belirtmiş, bu durumun Anayasa'nın 35. maddesi ile Sözleşme'ye ek (1) No.lu Protokol'ün 1. maddesine aykırı olduğunu ifade etmiştir.

vi. Derece mahkemelerindeki yargılamanın her aşamasında Belediyenin 4721 sayılı Kanun hükümleri uyarınca ön alım davası açamayacağını, kamu kurumlarının mülk edinmesinin tek yolunun kamulaştırma olduğunu, Belediyenin ön alım davası açmasının gerçek sebebinin kamulaştırma mevzuatından kaynaklanan yükümlülüklerinden kaçınmak olduğunu ve taşınmazı edindikleri tarihte tapu sicilinde Belediye adına bir kaydın bulunmadığını ileri sürdüğü hâlde bu iddialarının ilgili ve yeterli gerekçe ile karşılanmadığını iddia etmiştir.

B. Değerlendirme

1. İncelemenin Kapsamı ve Yöntemi

33. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

34. Anayasa'nın ''Kamulaştırma'' kenar başlıklı 46. maddesi şöyledir:

"Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.

Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.

Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.

İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır."

35. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucular, mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasının yanında adil yargılanma hakkının da ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucuların adil yargılanma hakkı kapsamında ileri sürdüğü tüm iddiaların mülkiyet hakkının usul güvenceleri kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

36. Olayda Belediyenin tek taraflı bir idari işlemle başvurucuların mülkiyet hakkına müdahalesi söz konusu değildir. Başvurucuların mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden işlem, taşınmazın Belediye adına tesciline hükmeden mahkeme kararıdır. Mahkeme hükmünün kamu otoritesi işlemi sayılacağı açıktır. Ancak müdahalenin mahkeme kararıyla gerçekleştiği her şikâyetin -idari işlemlerden farklı olarak- otomatik olarak negatif yükümlülük kapsamında incelenmesi gerektiği kabul edilemez. Mahkeme kararının özel hukuk kişileri arasındaki ihtilafların çözümlenmesi kapsamında verilmiş olması hâlinde müdahale teşkil eden işlem kamu gücü işlemi olsa da ilgili şikâyetin pozitif yükümlülük kapsamında incelenmesi söz konusu olur. Zira bu gibi hâllerde mahkeme kamu gücünün bireyler arasındaki uyuşmazlıkları çözüme kavuşturma pozitif yükümlülüğünün gereği olarak bir karar vermiştir. Dolayısıyla özel hukuk kişileri arasındaki ihtilafın çözümüne yönelik olarak verilen mahkeme kararına dayanan müdahalelerle ilgili şikâyetler kural olarak pozitif yükümlülükler kapsamında incelenir.

37. Somut olayda 4721 sayılı Kanun uyarınca açılmış bir dava söz konusudur. 4721 sayılı Kanun kişiler hukukunu, aile hukukunu, miras hukukunu ve eşya hukukunu düzenleyen bir kanundur. Diğer bir ifadeyle 4721 sayılı Kanun'da esas itibarıyla bireylerin toplumda barış ortamı içinde birlikte yaşamalarının şartları ve hangi koşullarda ve ne tür araçlarla devletin bu ilişkilere müdahale edeceği, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinde ihtilaf çıkması hâlinde bu ihtilafların nasıl çözümleneceği düzenlenmektedir. Somut olayda Belediye 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerinde düzenlenen ön alım hakkı kapsamında dava açmış ve bu dava neticesinde taşınmazın başvuruculara ait hisselerinin Belediye adına tesciline hükmedilmiştir.

38. Bireysel başvuruya konu davanın kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir kanunun uygulanmasından kaynaklı uyuşmazlığın çözümüne yönelik olduğunun altı çizilmelidir. Buna karşılık davanın taraflarından biri medeni hukuk kişisi değil bir kamu tüzel kişisi olan ve kamu gücü yetkisiyle donatılan Belediyedir. Bununla birlikte 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerinde düzenlenen ön alım hakkından yararlanan Belediyenin kamu gücü kullanması söz konusu değildir. Derece mahkemelerinin kabulüne göre Belediye sıradan bir özel hukuk kişisi gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan yetkisini kullanmıştır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında Belediyenin mülkiyet hakkından doğan yetkilerini kullanması tek başına ihlalin kamu gücüne atfedilebilmesine imkân vermemektedir (benzer bir değerlendirme için bkz. Tülay Arslan ve diğerleri, B. No: 2014/7051, 2/2/2017, §§ 72-75).

39. Bununla birlikte olayın somut koşullarının da değerlendirilmesi gerekmektedir. Olayda Belediyenin taşınmazın bir kısım hissesine malik olması özel hukuk ilişkisi çerçevesinde gerçekleşmemiş, Belediyenin malik statüsü taşınmaza hukuki olarak el attığını tespit eden bir mahkeme kararına dayalı olarak vücut bulmuştur. Diğer bir ifadeyle Belediyenin hisselerinin bir kısmına malik olduğu taşınmaza hukuki olarak el attığı (taşınmazı beş yıllık kanuni süresi içinde kamulaştırmadığı) mahkeme kararıyla tespit edilmiştir. Belediyenin mülkiyeti kazanması da taşınmazı beş yıllık kanuni süresi içinde kamulaştırmamış olmasının doğurduğu mağduriyetlerin giderilmesi için verilen hükmün sonucunda söz konusu olmuştur. Kamu hizmetine ayrılması nedeniyle hukuki kısıtlamalara tabi tutulan taşınmazın uzun süre kamulaştırılmadan bırakılmasının idari bir fiil olduğu, dolayısıyla bu suretle gerçekleşen müdahalenin kamu gücüne atfedilebilirliği tartışmasızdır. Sonuç olarak olayın koşulları bir bütün olarak gözetildiğinde -her ne kadar derece mahkemelerinin kabulüne göre Belediye mülkiyet hakkından doğan yetkilerini kullanması neticesinde başvurucuların hisselerini edinmiş ise de- Belediyenin medeni hukuk yetkilerinin (ön alım hakkının) sahibi olması, hukuki el atma fiilinin doğurduğu mağduriyetin giderilmesi sonucunda meydana geldiğinden başvurucuların mülkiyet hakkına ilişkin şikâyetinin negatif yükümlülükler kapsamında incelenmesi gerektiği kanaatine varılmıştır.

2. Kabul Edilebilirlik Yönünden

40. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

3. Esas Yönünden

a. Mülkün Varlığı

41. Başvurucular ihtilaf konusu taşınmazın bir kısım hissesini (birinci başvurucu 75/5707, ikinci başvurucu ise 73/11414) M.A.dan 31/7/2013 tarihli tapu senediyle satın almıştır. Dolayısıyla başvurucuların mülkünün bulunduğu açıktır.

b. Müdahalenin Varlığı ve Türü

42. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, üzerinde tasarruf etme ve ürünlerinden yararlanma imkânı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlandırılması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53). Belediyenin ön alım hakkını kullanması nedeniyle başvurucuların taşınmaz hisselerinin mahkeme kararıyla Belediye adına tesciline hükmedilmesi mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmektedir (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. § 30).

43. Anayasa'nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

44. Somut olayda mülkiyet hakkı yönünden şikâyet edilen temel husus başvurucuların hisselerinin iptal edilerek Belediye adına tesciline karar verilmesidir. Başvuruculara ait tapu kaydının iptali mülkün kaybı sonucunu doğurmuştur. Dolayısıyla somut olaydaki müdahale mülkten yoksun bırakma mahiyetindedir.

c. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

45. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

46. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

i. Kanunilik

47. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak benimsemiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

48. Derece mahkemelerinin kararlarında başvurucuların hisselerinin Belediye adına tesciline karar verilmesinin dayanağı olarak 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddeleri gösterilmiştir. Anılan Kanun'un 732. maddesinin birinci fıkrasında, paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde diğer paydaşların ön alım hakkını kullanabileceği belirtilmiştir.

49. Belediyenin mahkeme kararına istinaden taşınmazın paydaşlığını kazandığı hususunda ihtilaf bulunmamaktadır. Mahkeme, Ankara 19. Asliye Hukuk Mahkemesi kararının kesinleştiği 2/5/2013 tarihinde Belediyenin mülkiyet hakkını kazandığını ve 31/7/2013 tarihinde yapılan satış işlemine ilişkin olarak ön alım hakkına sahip olduğunu kabul etmiştir. Başvurucular ise öncelikle, bir kamu kurumu olan Belediyenin ön alım hakkına sahip olamayacağını öne sürmüştür. Başvurucular ayrıca payı satın aldığı tarihte Belediyenin tapu sicilinde paydaş gözükmediğini, Belediyenin payının alış işleminden bir gün sonra -1/8/2013 tarihinde- tapuya işlendiğini, bu sebeple Belediyenin ön alım hakkını kullanamayacağını belirtmiştir.

50. 4721 sayılı Kanun medeni hukuk kişileri arasındaki ilişkileri düzenlemektedir. Bu bakımdan kamu gücüyle donatılan ve kamulaştırma gibi üstün yetkilere sahip olan kamu otoritelerinin 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerindeki ön alım hakkından yararlanmasının mümkün olup olmadığı konusunda tereddüt oluşabilir. Ne var ki uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarını yorumlama yetkisi öncelikle derece mahkemelerine ait olduğundan derece mahkemelerinin Belediyenin 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesi uyarınca ön alım hakkının süjesi olduğu yolunda ulaştıkları sonuçla ilgili olarak daha öte bir değerlendirme yapılması gerekli görülmemiştir.

51. Tapuda satış işleminin gerçekleştiği tarihte Belediyenin tapu sicilinde malik gözükmediği iddiasının müdahalenin ölçülülüğü kapsamında incelenmesinin daha uygun olacağı değerlendirilmiştir.

52. Sonuç olarak taşınmazın Belediye adına tescil edilmesinin yeterli bir kanuni temelinin bulunduğu kanaatine varılmıştır.

ii. Meşru Amaç

53. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29).

54. Özellikle mülkiyetten yoksun bırakmayı düzenleyen kanunlar gibi sosyal ve ekonomik politikaların uygulanmasını belirleyen düzenlemeler konusunda yasama organının geniş bir takdir yetkisinin olması doğaldır. Kural olarak kamu makamları ekonomik veya toplumsal bir politikayı hayata geçirmek amacıyla mülkiyet hakkına müdahale etmişlerse burada meşru bir kamu yararı amacının bulunduğunu varsaymak gerekir. Bu nedenle müdahalenin kamu yararına uygun olmadığını ispat yükümlülüğü bunu iddia edene aittir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 35). Makul bir temelden açıkça yoksun olan düzenlemelerin ve uygulamaların ise kamu yararının tespitine ilişkin takdir yetkisi kapsamında değerlendirilmesi mümkün değildir (Yunis Ağlar, § 29).

55. Mevcut başvurunun konusunu, taşınmazın beş yıllık kanuni süresi içinde Belediye tarafından kamulaştırılmayarak taşınmaza hukuki olarak el atılması değil başvurucuların hissesinin ön alım hakkı hükümleri çerçevesinde Belediye adına tescil edilmesi oluşturmaktadır. Ön alım hakkı; malikin malını bir üçüncü kişiye satması hâlinde hak sahibine, tek taraflı bir beyanla malın alıcısı olma yetkisini veren, yenilik doğuran bir haktır. 4721 sayılı Kanun hükümlerine göre müşterek mülkiyette, paydaşlardan birinin hissesini diğer paydaşlar dışındaki üçüncü bir kişiye satması durumunda diğer paydaşların kanunda öngörülen sürede dava açmak ve hâkimin belirlediği süre içinde satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderini ödemek suretiyle satılan hisseyi devralma hakkı bulunmaktadır. Müşterek maliklere ön alım hakkı tanınmasının amacı, paylı mülkiyet beraberliğine yabancıların girmesini engellemek, arzu etmedikleri kişilerle paydaş olmaktan kaçınma fırsatını paydaşlara vermek ve paydaşlar arasında işletme bakımından devamlı anlaşmazlık yaratması nedeniyle kullanışlı olmayan paylı mülkiyet ilişkisinin belirli bir müddet sonra ortadan kalkmasını sağlamaktır (bazı farklarla birlikte bkz. AYM, E.2014/133, K.2014/165, 30/10/2014).

56. Paydaş olmaya bağlanan birçok hak ve sorumluluk bulunmaktadır. Bu hak ve sorumlulukların birçoğu diğer paydaşlara yöneliktir. Dolayısıyla paydaşın kim olduğu müşterek mülkiyet ilişkisinin sağlıklı bir biçimde yürütülmesi için önem taşımaktadır. Paydaşlar arasındaki ihtilaflar sadece paydaşlara zarar vermekle kalmaz, toplumsal barışı da zedeleyebilir. Bu sebeple paydaşın kimliği önemli hâle gelmektedir. Kanun koyucunun tüm bu hususları gözeterek paydaşa ön alım hakkı tanımasının kamu yararına yönelik olduğu ve anayasal açıdan meşru bir amaç taşıdığı sonucuna ulaşılmıştır.

iii. Ölçülülük

 (1) Genel İlkeler

57. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki ancak durumun gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir. Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

58. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

59. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasının yanında gerekli olması da gerekir. Gereklilik yukarıda da belirtildiği üzere hakka müdahale teşkil eden birden fazla araç arasından hakkı en az zedeleyen aracın seçilmesini ifade etmektedir. Hak ve özgürlüğü sınırlayan tedbirlerden hangisi diğerlerine nazaran hakkın norm alanına daha az müdahale edilmesi sonucunu doğuruyorsa o tedbirin tercih edilmesi gerekir. Bununla birlikte hakka müdahale oluşturacak aracın seçiminde kamu otoritelerinin belli ölçüde takdir payının bulunduğu da kabul edilmelidir. Zira yetkili kamu makamları, öngörülen amaca ulaşılması bakımından hangi aracın etkili ve verimli sonuçlar doğuracağına ilişkin olarak isabetli karar verme noktasında daha iyi bir konumdadır. Özellikle alternatif aracın bulunmadığı veya mevcut alternatiflerin öngörülen meşru amaca ulaşılması bakımından etkili olmadığı ya da daha az etkili olduğu durumlarda kamu makamlarının araç seçimi hususundaki tercih yetkisinin gereklilik kriterini sağlamadığının söylenebilmesi için çok güçlü nedenlerin bulunması gerekir (D.C., B. No: 2018/13863, 16/6/2021, § 48).

60. Öte yandan mülkiyet hakkına yönelik müdahaleler orantılı olmalıdır. Orantılılık sınırlamayla ulaşılmak istenen amaç ile başvurulan sınırlama tedbiri arasında aşırı bir dengesizlik bulunmamasına işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle orantılılık, amaç ile araç arasında adil bir denge kurulmasını gerektirmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına getirilen sınırlamayla ulaşılmak istenen meşru amaç ve başvurucunun mülkiyet hakkından yararlanmasındaki bireysel yarar arasında makul bir orantı kurulmalıdır. Hedeflenen amaca ulaşıldığında elde edilecek kamusal yararla kıyaslandığında sınırlama ile kişiye yüklenen külfetin aşırı ve orantısız olmaması gerekir (D.C., § 49).

61. Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin orantılı olup olmadığı değerlendirilirken başvurucunun ve idarenin kusurlarının bulunup bulunmadığı da gözönünde bulundurulur. Bu bağlamda tarafların yasal yükümlülüklerinin neler olduğu, bunların yerine getirilmesinde ihmalkârlık gösterilip gösterilmediği ve ihmalin varlığının tespiti hâlinde bunun hukuka aykırı sonucun doğmasında bir etkisinin bulunup bulunmadığı da dikkate alınır (D.C., § 51).

 (2) İlkelerin Olaya Uygulanması

62. Olayda başvurucuların satın aldığı taşınmaz hisselerinin Belediyenin ön alım hakkını kullanması sonucu Belediye adına tesciline karar verilmiştir. Müşterek maliklere ön alım hakkı tanınmasının amacı, paylı mülkiyet beraberliğine yabancıların girmesini engelleme ve arzu etmedikleri kişilerle paydaş olmaktan kaçınma fırsatını paydaşlara sunmak, ayrıca kullanışlı olmayan paylı mülkiyet ilişkisinin zamanla tasfiyesini sağlamaktır. Gelgelelim somut olayda Belediyenin ön alım hakkının doğduğu 31/7/2013 tarihinde taşınmazın imar planında henüz kamu hizmetine ayrılan yerlerden olduğu anlaşılmıştır. Belediye tarafından kamu hizmetine ayrılan bir taşınmazın medeni hukuk hükümlerine tabi olarak özel mülkiyette bırakılması düşünülemeyeceğinden, diğer bir ifadeyle taşınmazın özel mülkiyette bulunan diğer hisselerinin de kamulaştırılması gerekeceğinden müşterek mülkiyet birlikteliğine yabancıların girmesinin önlenmesi ve müşterek mülkiyet ortaklığının zamanla tasfiyesinin sağlanması amacının ön alım hakkının doğduğu tarihte geçerli olduğu söylenemez.

63. Ancak Belediyenin ön alım hakkını kullandığı tarihte taşınmazın imar planındaki kullanım amacının ticari rekreasyon alanı şeklinde değiştiğini gözetmek gerekir. Taşınmazın kamu hizmetine ayrılma durumunun ortadan kalktığı dikkate alındığında ön alım hakkının yeni paydaşların birlikteliğe girmesine engel olma ve paydaş sayısını azaltma amacının tartışılabilir hâle geldiği anlaşılmaktadır. Bu durumda ön alım hakkının taşınmazın ticari rekreasyon alanına dönüştürüldüğü tarihten sonrası için yukarıda belirtilen amaçlara erişilmesi bakımından elverişli bir araç hâline geldiği söylenebilir.

64. İkinci olarak başvurucuların hisselerinin Belediye adına tescil edilmesinin gerekli olup olmadığı incelenmelidir. Gereklilik, hedeflenen amaca ulaşılması için hakka en az müdahale teşkil eden aracın seçilmesini ifade etmektedir. Başvurucuların hisselerinin iptal edilerek Belediye adına tescil edilmesinin oldukça ağır bir müdahale olduğu kabul edilmelidir. Ancak ön alım hakkının kullanılması biçimindeki müdahalenin gerekli olmadığının ifade edilebilmesi için aynı amaca ulaştırmaya elverişli alternatif bir aracın bulunması gerekir. Müşterek mülkiyet birlikteliğine yeni paydaşların girmesine engel olmaya ve paydaş sayını azaltmaya elverişli başka bir aracın varlığı başvurucu tarafından ileri sürülmediğinden ön alım hakkının kullanılması suretiyle başvurucuların tapusunun iptal edilmesi şeklinde aracın tercih edilmesinin kamu makamlarının takdir yetkisi kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.

65. Son olarak başvurucunun tapusunun iptal edilmesinin orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir. Müdahalenin orantılılığı değerlendirilirken olayın tüm koşulları gözönünde bulundurulmalıdır. Bu bağlamda öncelikle başvurucuların tapusunun Belediyenin ön alım hakkını kullanması sebebiyle iptal edilebileceğinin somut olayın koşulları özelinde öngörülebilir olup olmadığına bakılmalıdır.

66. 4721 sayılı Kanun hükümleri gözetildiğinde bir taşınmaz hissesini satın alan kişinin diğer paydaşlardan birinin ön alım hakkını kullanabileceğini bilebilecek durumda olduğu tereddütsüzdür. Ancak somut olayda başvurucular taşınmaz hissesini satın alırken tapuda Belediye adına herhangi bir kayıt mevcut olmadığından Belediye tarafından ön alım hakkının kullanılabileceğini öngörebilecek durumda değildir. Belediyenin hissedarlığının tapuya işlenmesi satış işleminden bir gün sonra söz konusu olmuştur. Başvurucuların taşınmazın hisselerinin bir kısmının Belediye adına tesciline hükmedildiğine dair mahkeme kararından haberdar olduklarına ilişkin bir bilgi de başvuru dosyasında mevcut değildir. Tapu siciline kayıtlı paydaşlar ile sicile kayıtlı olmayan paydaşların ön alım hakkını kullanmasının öngörülebilirliği yönünden aynı kefede olamayacağı açıktır.

67. Öte yandan Belediyenin Anayasa'nın 46. maddesini açıkça ihlal eden bir uygulamasının yaptırımı olarak taşınmaza hissedar olduğunun altı bir kere daha çizilmelidir. Diğer bir ifadeyle Belediye satın alma, bağış kabul etme veya benzeri usullerle değil kamu hizmetine ayrılan bir taşınmazı uzun süre kamulaştırmayarak Anayasa'yı ve kamulaştırmaya ilişkin kanuni düzenlemeleri ihlal ettiğini tespit eden mahkeme kararına dayalı olarak taşınmazın hisselerinin bir kısmının maliki olmuştur. Kamu hizmetine ayrılan bir taşınmazın uzun süre kamulaştırılmamasının mülkiyet hakkına yönelik ağır bir müdahale oluşturduğu ve kamu yararı ile malikin mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi malik aleyhine bozduğu Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında belirtilmiştir (detaylı açıklama için bkz. AYM, E.2016/196, K.2018/34, 28/3/2018, §§ 15-24). Dolayısıyla Belediyenin diğer paydaşlarla aynı kefeye konulması somut olayın koşullarında hakkaniyete uygun olmayacaktır.

68. Aksi bir yaklaşım, kamu kurumlarının kamulaştırmayla ilgili anayasal yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınmalarına imkân sağlayabilecek; Anayasa'nın 46. maddesini açıkça bertaraf eden uygulamaların daha çok avantaj sağlayacağını gören kamu idarelerini anayasal yükümlülüklere uymada daha isteksiz davranmaya teşvik edebilecektir. Kamulaştırmasız el atma Anayasa'nın 46. maddesine açıkça aykırı olan bir uygulama olup bu suretle mülkiyet hakkına müdahalede bulunulan hâllerde kamu idarelerinin haksız fiillerinden lehlerine haklar çıkaracak veya bu uygulamaları meşru görülmesi sonucunu doğuracak değerlendirme ve yorumların hukuk devleti ilkesiyle bağdaştırılması mümkün değildir.

69. Bunun yanında Belediyenin ön alım hakkının doğduğu 31/7/2013 tarihinde taşınmazın imar planındaki kullanım amacının kentsel rekreasyon alanı olduğunu da dikkate almak gerekir. Kamulaştırılması zorunlu olan bir taşınmazın kamulaştırma yükümlüsü idare tarafından ön alım hakkına konu edilmesinin 4721 sayılı Kanun'un 732. maddesindeki ön alım hakkının amacıyla bağdaşmayacağı açıktır. Dolayısıyla somut olayda taşınmazın imar planında kentsel rekreasyon alanı olarak ayrıldığı dönemde Belediye tarafından ön alım hakkının kullanımına konu edilmesi mümkün değildir.

70. Ne var ki Belediye, taşınmaza hissedar olmasından sonra -11/12/2013 tarihinde- yaptığı uygulama imar planı değişikliğiyle taşınmazı ticari rekreasyon alanına dönüştürmüştür. Taşınmazın kamu hizmetine ayrılması durumu ve kamu hizmetine ayrılmasından kaynaklı olarak ortaya çıkan kısıtlamalar 11/12/2013 tarihli imar planı değişikliğinin yürürlüğe girmesiyle sona ermiştir. Dolayısıyla taşınmazın Belediye tarafından ön alım hakkına konu edilmesi ancak bu değişiklikten sonra mümkün hâle gelmiştir. Bu itibarla Belediyenin ön alım hakkını kullanabilmesinin üstün bir kamusal yetki olan imar planı değiştirme gücünün kullanılması neticesinde olanaklı duruma geldiği anlaşılmaktadır. Öte yandan başvurucuların hisseleri satın aldığı tarihte imar planı değişikliğini öngörebilmesi de mümkün değildir.

71. Belediyenin imar planı değiştirme yetkisini kullanarak 4721 sayılı Kanun'da düzenlenen ve bir özel hukuk kurumu olan ön alım hakkını kullanılabilir hâle getirmesi Belediyeye ciddi bir avantaj sağlamıştır. Doğduğu tarihte kullanılması hukuken mümkün olmayan ön alım hakkının özel hukuk kişilerinde bulunmayan kamusal bir yetkinin icrasıyla mahkemelerde öne sürülebilir hâle getirilmesi başvurucu aleyhine önemli bir dengesizliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kamusal bir yetkinin tarafların eşitliği prensibine dayanan özel hukuk ilişkilerinde avantajlı bir pozisyon elde etmek amacıyla kullanılması hakkaniyet ilkesiyle bağdaştırılamamıştır.

72. Ayrıca Belediyenin ön alım hakkını kullanmasının temelinde vergi kaçırılması amacıyla satış bedelinin düşük gösterilmesi fiili olmadığı gibi muvazaalı fiilin yaptırıma bağlanarak önlenmesi gibi bir amacın da bulunmadığı vurgulanmalıdır. Türk hukuk sisteminde vergi kaçırılmasını önlemek amacıyla belediyelere ön alım hakkı tanınması şeklinde bir müessese mevcut değildir. 4721 sayılı Kanun'un 732. ve devamı maddelerinde düzenlenen ön alım hakkının amacı vergi kaçırılmasını değil müşterek mülkiyet birlikteliğine yabancıların girmesini önlemek ve ortak sayısının zamanla azalmasını sağlamaktır.

73. Sonuç olarak Belediyenin Anayasa'yı ihlal ettiğini tespit eden mahkeme kararına dayalı olarak taşınmaza hissedar olduğu, başvurucuların taşınmazı satın aldığı tarihte Belediyenin tapu sicilinde hissedar olarak kayıtlı olmadığı ve ön alım hakkının imar planı değişikliğiyle kullanılabilir hâle geldiği hususları gözetildiğinde somut olayda Belediyenin ön alım hakkını kullanması suretiyle başvurucuların tapularının iptal edilmesinin orantılı olmadığı değerlendirilmiştir. Bu koşularda, başvurucuların tapusunun iptal edilmesinin kamu yararı ile bireysel yarar arasındaki dengeyi başvurucular aleyhine bozduğu ve mülkiyet hakkının ihlal edilmesine yol açtığı kanaatine varılmıştır.

74. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

4. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden

75. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …

 (2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."

76. Başvurucular ihlalin tespit edilmesi, yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesi ve her biri için ayrı ayrı 30.000 TL manevi tazminata karar verilmesi talebinde bulunmuştur.

77. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).

78. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).

79. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile İçtüzük'ün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir kararın kendisine ulaştığı mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).

80. İncelenen başvuruda, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülü olmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

81. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.

82. İhlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

83. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 294,70 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.794,70 TL yargılama giderinin başvuruculara müştereken ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere Ankara 9. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/182, K.2016/565) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuların tazminat talebinin REDDİNE,

E. 294,70 TL harç ve 4.500 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 4.794,70 TL yargılama giderinin başvuruculara MÜŞTEREKEN ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 15/12/2021 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

AFFAN AKİF TEZEROĞLU BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/32003)

 

Karar Tarihi: 23/11/2022

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

 

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

Engin YILDIRIM

 

 

M. Emin KUZ

 

 

Basri BAĞCI

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Affan Akif TEZEROĞLU

Vekili

:

Av. Ayşegül BÖLÜK

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; binanın belediye tarafından yıktırılması nedeniyle mülkiyet hakkının, davanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 9/8/2019 tarihinde yapılmıştır.

3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.

4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

5. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

6. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

7. Başvurucu 1947 doğumlu olup Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Aachen şehrinde ikamet etmektedir. Başvurucu 2008 yılından önce Almanya'ya taşındığını ve Almanya'da yaşadığını belirtmektedir.

8. Başvurucu, İstanbul ili Avcılar ilçesi Ambarlı Mahallesi'nde kâin 41 pafta 16953 parsel numaralı taşınmazda bulunan sitedeki bir adet bağımsız bölümün malikidir. Başvurucunun evi 1999 yılında meydana gelen depremden dolayı hasar görmüş ve hasar durumu "orta" olarak tespit edilmiştir. Güçlendirme işlemlerinden sonra 12/2/2001 tarihinde taşınmaz için tekrar yapı kullanma izni düzenlenmiştir.

9. Ancak daha sonraki tarihlerde -meydana gelen heyelanların da etkisiyle- binada çatlaklar oluşması üzerine Bayındırlık ve İskan İl Müdürlüğü tarafından binanın durumu incelenerek 2008 yılında rapor tanzim edilmiştir. Avcılar Kaymakamlığının binanın heyelan bölgesinde olduğu ve can güvenliği için hemen tahliye edilmesi gerektiği yönündeki yazısından sonra Avcılar Belediyesi Encümeninin 1/8/2008 tarihli kararıyla binanın yıkımına karar verilmiştir.

10. Yıkım kararı, yıkıma konu evde tebligata çıkarılmış; başvurucunun adreste bulunamaması üzerine 11/2/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu'nun 10. maddesi uyarınca ihbarnamenin bir suretinin 9/7/2008 tarihinde evin kapısına asılması ve tebliğ evrakının muhtara teslimi suretiyle tebliğ edilmiştir. Bina 17/8/2008 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ekiplerince yıktırılmıştır.

11. Başvurucu, yıkım işlemini 2/6/2011 tarihinde öğrendiğini belirterek 6/12/2011 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığına ve Avcılar Belediyesine başvurmuş, hukuka aykırı yıkım kararı sebebiyle 44.000 TL tazminat ödenmesini talep etmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığına yapılan başvuru 16/1/2012 tarihli yazıyla reddedilmiştir.

12. Başvurucu 2/2/2012 tarihinde İstanbul 6. İdare Mahkemesinde (İdare Mahkemesi) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aleyhine tam yargı davası açmıştır. Dava dilekçesinde başvurucu, emsal bazı kararlardan söz ederek binanın yıkımında idarenin hizmet kusuru bulunduğunu savunmuş ve 44.000 TL maddi tazminatın ödenmesine hükmedilmesini istemiştir.

13. İdare Mahkemesi 15/1/2014 tarihli ara kararıyla Avcılar Belediyesini de hasım mevkiine dâhil etmiştir. Avcılar Belediyesi aynı konuda İstanbul 3. İdare Mahkemesinde de dava açıldığını belirterek derdestlik itirazında bulunmuştur.

14. İdare Mahkemesi 26/12/2014 tarihli kararıyla konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir. Kararın gerekçesinde, başvurucunun aynı taleple Avcılar Belediyesine karşı İstanbul 3. İdare Mahkemesinde dava açtığı, anılan Mahkemece bu davada 23/11/2012 tarihinde başvurucu lehine tazminata hükmedildiği ve tazminatın başvurucunun avukatına ödendiği vurgulanmıştır. Kararda, eldeki davanın farklı hasımla mükerreren açıldığı belirtilmiş ve maddi tazminatın da ödendiğine işaret edilerek davanın konusuz kaldığı açıklanmıştır.

15. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde, yıkım işleminden Çevre ve Şehircilik Bakanlığının da kusurunun bulunduğunu ve onun aleyhine de tazminata hükmedilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

16. Danıştay Ondördüncü Dairesi (Daire) 9/3/2017 tarihinde kararı bozmuştur. Bozma kararında, başvurucu yıkım kararından 6/12/2011 tarihinde haberdar olduğunu iddia etmiş ise de 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu'nun 39. maddesi uyarınca gerekli işlemlerin tesis edilerek ilgili mevzuat uyarınca kararın tebliğ edildiği ve başvurucunun en geç yıkım işleminin gerçekleştiği 27/8/2008 tarihinde yıkım kararını öğrendiğinin kabulü gerektiği ifade edilmiştir. Bozma kararında, davanın süre aşımından reddi gerektiği belirtilmiştir. Karar düzeltme istemi Dairenin 8/11/2017 tarihli kararıyla reddedilmiştir.

17. Bozma kararına uyan İdare Mahkemesi 28/2/2018 tarihinde Daire kararındaki gerekçeye atıfla davayı süre aşımından reddetmiştir.

18. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Başvurucu; kendisine tebligat yapılmadığını, Almanya'da ikamet etmesi sebebiyle yıkım kararından haberdar olamadığını belirtmiştir. Başvurucu, zabıta memurlarının 2008 yılında yeterli araştırma yapması hâlinde adresinin Almanya'da olduğunu öğrenmelerinin mümkün olduğunu vurgulamış; 2004 yılında Ambarlı Mahallesi Muhtarlığına adresinin Almanya'da bulunduğuna dair bildirimde bulunduğunu ifade etmiştir. Avcılar Belediyesinin tebligat görevlisinin tapu idaresinden araştırması durumunda adresinin Almanya'da olduğunu tespit edebileceğini belirten başvurucu, tebligatın 27/8/2008 tarihinde yapılmış sayılmasının mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.

19. Daire 26/12/2018 tarihinde kararı onamıştır. Karar düzeltme istemi Dairenin 14/6/2019 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Nihai karar 15/7/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir. Başvurucu 9/8/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.

IV. İLGİLİ HUKUK

20. 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun 2. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"1. İdari dava türleri şunlardır:

...

b) İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları,

..."

21. 2577 sayılı Kanun'un 7. maddesinin (1) numaralı fıkrasının ilgili kısmı şöyledir:

"Dava açma süresi, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde Danıştayda ve idare mahkemelerinde altmış ... gündür."

22. 2577 sayılı Kanun'un 12. maddesi şöyledir:

"İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştaya ve idare ve vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 11 nci madde uyarınca idareye başvurma hakları saklıdır."

23. 7201 sayılı Kanun'un 10. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır."

24. 7201 sayılı Kanun'un 21. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:

"Kendisine tebligat yapılacak kimse veya yukarıdaki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimselerden hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebellüğden imtina ederse, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir veya memurlarına imza mukabilinde teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır."

25. 7201 sayılı Kanun'un 25. maddesi şöyledir:

"Yabancı memlekette tebliğ o memleketin salahiyetli makamı vasıtasiyle yapılır. Bunun için anlaşma veya o memleket kanunları müsait ise, o yerdeki Türkiye siyasi memuru veya konsolosu tebligat yapılmasını salahiyetli makamdan ister.

 (Mülga: 19/3/2003-4829/18 md.)

Yabancı memleketlerde bulunan kimselere tebliğ olunacak evrak, tebligatı çıkaran merciin bağlı bulunduğu vekalet vasıtasiyle Dışişleri Bakanlığıne, oradan damemuriyet havzası nazarı itibara alınarak ilgili Türkiye Elçiliğine veya Konsolosluğuna gönderilir.

 (Ek : 6/6/1985 - 3220/8 md.) Şu kadar ki, Dışişleri Bakanlığının aracılığına lüzum görülmeyen hallerde tebligat evrakı, ilgili Bakanlıkça doğrudan doğruya o yerdeki Türkiye Büyükelçiliğine veya Başkonsolosluğuna gönderilebilir."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

26. Anayasa Mahkemesinin 23/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

27. Başvurucu; yıkım kararından haberdar olduğu kabulünün varsayıma dayandığını, bu nedenle gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Başvurucu, uzun yıllar yurt dışında olduğu hâlde yıkım kararından haberdar olduğu varsayımına dayanılarak hüküm kurulmasının hakkaniyete aykırı olduğunu ve bu durum nedeniyle mülkiyet hakkının, adil yargılanma hakkının, ifade özgürlüğünün, etkili başvuru hakkı ile ayrımcılık yasağının ihlal edildiğini belirtmiştir.

2. Değerlendirme

28. Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

29. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, evinin tazminatsız olarak yıkılmasına yöneliktir. Dolayısıyla başvurucunun bütün şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesinin uygun olacağı değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

30. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

Basri BAĞCI bu görüşe katılmamıştır.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

31. Olayda yıkılan evin mülkiyetinin başvurucuya ait olduğuyla ilgili olarak bir ihtilaf bulunmamaktadır.

Basri BAĞCI bu görüşe katılmamıştır.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

32. Somut olayda başvurucunun dairesinin bulunduğu bina, oturulabilir durumda olmadığı ve insan yaşamı için tehlike oluşturduğu gerekçesiyle yıktırılmıştır. Yıkım kararının mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiği açıktır. Yıkım kararının temel amacı insan yaşamı yönünden risk oluşturan yapıları ortadan kaldırmaktır. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin mülkiyetin kamu yararına kullanımının kontrolüne veya düzenlenmesine ilişkin üçüncü kural çerçevesinde incelenmesi gerekir.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

33. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

34. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Kanunilik

35. Somut olaydaki taşınmaz 3194 sayılı Kanun'un 39. maddesi uyarınca yıktırılmıştır. Dolayısıyla yıkımın kanuni dayanağının bulunduğu değerlendirilmiştir.

 (2) Meşru Amaç

36. Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrasında herkesin yaşam hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anılan madde uyarınca devletin, yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların gerek diğer bireylerin gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü bulunmaktadır (Serpil Kerimoğlu ve diğerleri, B. No: 2012/752, 17/9/2013, §§ 50, 51). İnsan yaşamı yönünden risk teşkil eden binanın yıktırılmasının Anayasa'nın 17. maddesiyle devlete yüklenen yaşamı koruma pozitif yükümlülüğünün ifası amacıyla gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yıkım kararının kamu yararına dönük meşru bir amacın bulunduğu değerlendirilmektedir.

 (3) Ölçülülük

37. Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2016/16, K.2016/37, 5/5/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, § 38).

38. Usule ilişkin güvencelerin varlığı orantılılık değerlendirmesinde önemli bir rol oynayabilir. Bu bağlamda müdahalenin hukuka aykırılığının ileri sürülebileceği veya müdahale nedeniyle oluşan maddi ve manevi zararların tazmin edilmesinin istenebileceği hukuk yollarının olmaması da bazı durumlarda kişiye yüklenen külfeti ağırlaştıran bir unsur olarak görülebilir. Bu bakımdan kişinin hukuka aykırılık iddialarının bir mahkeme tarafından etkili bir biçimde incelenmesi müdahalenin orantılılığı bakımından ehemmiyet arz etmektedir (D.C., B. No: 2018/13863, 16/6/2021, § 52).

39. Başvurucu, yıkım kararının ve işleminin hukuka aykırı olduğunu ileri sürerek yıkım dolayısıyla uğradığını ileri sürdüğü zararın tazmin edilmesi istemiyle 2/2/2012 tarihinde tam yargı davası açmıştır. Ancak Daire yıkımla ilgili işlemlerin ilgili mevzuat uyarınca tebliğ edildiğini belirterek başvurucunun en geç yıkım işleminin gerçekleştiği 27/8/2008 tarihinde yıkım işlemini öğrendiğinin kabulü gerektiğini ifade etmiştir. Dairenin bozma kararına uyan İdare Mahkemesi davayı süre aşımından reddetmiştir.

40. Tebligat, yetkili makamlarca birtakım hukuki işlemlerin bu işlemin hukuki sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kişilere kanuna uygun şekilde bildirimi ve bu bildirimin usulüne uygun olarak yapıldığının belgelendirilmesi işlemidir. Usulüne uygun işlemlerin kendilerine bağlanan hukuki sonuçları doğurabilmesi için muhatabına bildirilmesi gerekir. Usulüne uygun olarak yapılan tebligat, Anayasa'da güvence altına alınmış olan iddia ve savunma hakkının tam olarak kullanılabilmesinin ve bireylere tanınan hak arama hürriyetinin önemli güvencelerinden biridir (AYM, E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014).

41. Can güvenliği yönünden ciddi risk teşkil eden taşınmazların gecikmeksizin yıktırılması devletin Anayasa'nın 17. maddesinde güvence altına alınan yaşamı koruma yükümlülüğü yönünden önem taşımaktadır. Ne var ki hatalı olduğu değerlendirilen yıkım işleminin iptali veya yıkım işleminden kaynaklanan zararların tazmini amacıyla yargı yollarına başvuru imkânının sağlanması mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin anayasal yükümlülüklerin bir gereğidir. Dolayısıyla yıkım kararını yargısal denetimden geçirecek mekanizmaları işletme fırsatının sağlanması için söz konusu kararın ilgilisine usulüne uygun olarak tebliğ edilmesi gerekmektedir.

42. Somut olayda tebligat işlemi, başvurucunun yıkılan adresinde yapılmaya çalışılmış ancak başvurucunun adresinde bulunmaması üzerine ihbarnamenin bir örneği kapıya yapıştırılmış ve tebliğ evrakı Ambarlı Mahallesi Muhtarlığına bırakılmak suretiyle tebligat işlemi gerçekleştirilmiştir. Derece mahkemelerinde ileri sürdüğü iddialara göre başvurucu 1999 depreminden sonra söz konusu adreste hiç oturmamış, Almanya'ya taşındığını 2004 yılında Ambarlı Mahallesi Muhtarlığına bildirmiştir. Başvurucu ayrıca Avcılar Belediyesinin tebligat memurunun tapu idaresinde araştırma yapması hâlinde ikamet adresinin Almanya'da olduğunu anlayabileceğini iddia etmiştir. İdare Mahkemesi ve Danıştay kararları incelendiğinde başvurucunun bu iddialarına yönelik herhangi bir değerlendirme yapıldığı görülememektedir.

43. Başvurucunun ileri sürdüğü iddiaların ciddi olduğunun altı çizilmelidir. Başvurucunun tebligatın yapıldığı adreste yaşamadığının ve Almanya'da yaşamaya başladığının resmî makamların bilgisinde olduğunun anlaşılması hâlinde söz konusu adresin başvurucunun bilinen adresi olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Başvurucunun belirtilen iddialarının araştırılmaması evinin yıkılmasına ilişkin işlemin hukuka aykırılığını denetlettirme ve gerekirse tazminat elde etme fırsatından başvurucuyu mahrum bırakmıştır.

44. Sonuç olarak başvurucunun 2008 yılında Almanya'da yaşadığı ve bunun kamu makamlarının bilgisinde bulunduğu iddiaları araştırılmadan, yıkılan evde yapılan tebligatın geçerli kabul edilmesi başvurucunun mülkiyet hakkıyla ilgili iddiaları mahkeme önünde tartıştırma imkânından mahrum kalmasına yol açmış, can güvenliğinin korunmasındaki kamusal yarar ile başvurucunun mülkiyet hakkının korunmasındaki bireysel yarar arasındaki dengeyi başvurucu aleyhine bozmuştur. Bu durum başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyi orantısız kılmıştır.

45. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

Basri BAĞCI bu görüşe katılmamıştır.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

46. Başvurucu, yargılamanın makul süre içinde tamamlanmaması nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

47. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

48. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, §§ 45-47).

49. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Selahattin Akyıl, § 41).

50. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında yaklaşık 7 yıl 6 ay 8 gün devam eden yargılamanın süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

51. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

52. Başvurucu; ihlalin tespiti ile 300.000 TL maddi, 100.000 TL manevi tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

53. Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 50. maddesinde yer almaktadır.

54. Başvuruda tespit edilen mülkiyet hakkı ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

55. Varılan ihlal sonucu, davanın otomatik olarak kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. İhlal kararı davanın süre aşımından reddi yönündeki gerekçeye ilişkin olup ihlal kararının gereği yerine getirildikten sonra ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.

56. Öte yandan mülkiyet hakkına ilişkin ihlalin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun maddi tazminat taleplerinin reddine karar verilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

57. Makul sürede yargılanma hakkı yönünden ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında 31.500 TL manevi tazminatın başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA Basri BAĞCI'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA OYBİRLİĞİYLE,

B. 1. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE Basri BAĞCI'nın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,

2. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE OYBİRLİĞİYLE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 6. İdare Mahkemesine (E.2018/47, K.2018/290) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuya net 31.500 TL manevi tazminatın ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE,

E. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 23/11/2022 tarihinde karar verildi.

 

 

 

KARŞIOY

Mülkiyeti başvurucuya ait olan taşınmaz, 1999 yılında yaşanan depremde hasar gördüğünden ve tehlike arz ettiğinden bahisle belediye tarafından yıkılmıştır. Başvurucu yıkım öncesi kendisine usulüne uygun tebligat yapılmadığını belirterek Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aleyhine tam yargı davası açmıştır.

Yargılamayı görmekte olan İstanbul 6. İdare Mahkemesi aynı konuda belediyenin davalı olduğu bir yargılama sürecinin İstanbul 3. İdare Mahkemesinde görüldüğünü ve davacı lehine tazminata hükmedildiğini öğrenmekle, bakmakta olduğu dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına hükmetmiştir.

Başvurucu, lehine neticelenen davada almış olduğu tazminat miktarının ne kadar olduğu ve buna mukabil ne kadarlık bir tazmin edilmemiş bir mal varlığı değerinin bulunduğundan bahisle mülkiyet hakkının varlığına dair bir veri sunmamıştır.

Cemal Günsel Kararı ([GK], B. No: 2016/12900) doğrultusunda başvurunun temellendirilmediğini ve kabul edilemez olduğunu değerlendirdiğimizden çoğunluğun aksi yöndeki kararına iştirak edilmemiştir.

Üye

Basri BAĞCI

---

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

 

BAHİRE GÜL GÖKTEPE BAŞVURUSU

(Başvuru Numarası: 2019/9545)

 

Karar Tarihi: 7/12/2022

R.G. Tarih ve Sayı: 17/3/2023 - 32135

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

KARAR

Başkan

:

Kadir ÖZKAYA

Üyeler

:

M. Emin KUZ

 

 

Rıdvan GÜLEÇ

 

 

Yıldız SEFERİNOĞLU

 

 

Kenan YAŞAR

Raportör

:

Ayhan KILIÇ

Başvurucu

:

Bahire Gül GÖKTEPE

Vekili

:

Av. Şevket Can ÖZBAY

 

I. BAŞVURUNUN KONUSU

1. Başvuru; memuriyet unvanının ve ek göstergenin değiştirilmesi nedeniyle mülkiyet hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.

II. BAŞVURU SÜRECİ

2. Başvuru 27/3/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.

3. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.

III. OLAY VE OLGULAR

4. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:

5. Başvurucu 1949 doğumlu olup İstanbul'da ikamet etmektedir.

6. Başvurucu -olay tarihindeki adıyla- Türkiye Atom Enerjisi Komisyonu (İdare) hesabına devlet burslusu olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde Sussex Üniversitesi applied physics lisans programından 1973 yılında mezun olmuş, Birleşik Krallık'ta Londra Üniversitesi nükleer reaktör mühendisliği dalında yüksek lisans programını 1975 yılında tamamlamıştır.

7. Yurt dışındaki lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamlamasının ardından başvurucu 22/1/1976 tarihinde Türkiye Atom Enerjisi Komisyonuna bağlı Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde mühendis unvanıyla göreve başlamıştır. Başvurucu 1/12/1979 tarihinden itibaren de kadro karşılığı sözleşmeli mühendis olarak görevine devam etmiştir.

8. İdare tarafından yapılan inceleme sonucunda başvurucunun mezun olduğu lisans programının fizik olduğu belirtilerek 8/2/2008 tarihli işlemle, mühendis olan unvanı fizikçi, 3.600 olan ek göstergesi de 3.000 olarak değiştirilmiştir.

9. Başvurucu, bu işlemin iptali istemiyle 31/3/2008 tarihinde İstanbul 4. İdare Mahkemesinde (İdare Mahkemesi) dava açmıştır. Dava dilekçesinde; atandığı dönemde denklik işlemlerinin Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yapıldığını, tasdik edilen belgelerde yurt dışındaki eğitiminin nükleer fizik yüksek mühendisliği eğitimi olduğunun açıkça ifade edildiğini belirtmiştir. Lisans diplomasının fizik değil İngilizce ifadesiyle applied physics olduğunu ve Türk yükseköğretim sisteminde bunun fizik mühendisliğine karşılık geldiğini savunmuştur.

10. İdare, savunma yazısında başvurucunun 22/1/1976 tarihinde ataması yapılırken lisans diplomasının fizik bölümüne ilişkin olduğu dikkate alınmadan doğrudan yüksek lisans diploması gözönünde tutularak yüksek mühendis kadrosuna atandığını ve bunun hatalı olduğunu belirtmiştir. İdare, diploma denklik işlemlerinin usul ve esaslarının Yükseköğretim Diplomaları Denklik Yönetmeliği'nde düzenlendiğini ifade etmiş; başvurucunun Sussex Üniversitesinden aldığı diplomanın Türkiye'de fizik mühendisliği diplomasına denk olduğu yönünde Yükseköğretim Kurulundan alınmış bir karar bulunmadığını vurgulamıştır. İdare, başvurucunun belirlenen niteliklere sahip olmadan ilişkilendirildiği mühendislik unvanının geçersiz sayılarak fizikçi olarak değiştirilmesine yönelik işlemde hukuka aykırılık bulunmadığını ileri sürmüştür.

11. İdare Mahkemesi 24/3/2009 tarihinde idari işlemin iptaline karar vermiştir. Kararın gerekçesinde özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Başvurucunun göreve başladığı tarih itibarıyla Yükseköğretim Kurumu, Türk idare teşkilatı içinde yer almamakta; bu konuyla ilgili iş ve işlemler Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde yer alan Yükseköğretim Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilmektedir. Başvurucunun göreve başlatılmadan evvel yurt dışındaki üniversitelerden aldığı diplomaların ülkemizdeki hangi programa denk olduğu hususunun o tarihte Türk idare teşkilatı içinde yer alan Yükseköğretim Genel Müdürlüğü nezdinde araştırılarak durumuna uygun düşen kadroya atanması gerekir. Olayda da başvurucunun ataması bu usule uygun olarak yapılmıştır. Aradan otuz iki yıl geçtikten sonra başvurucunun mezun olduğu yüksek öğrenim programının ülkemizdeki hangi programa denk olduğu hususunun sonradan kurulan Yükseköğretim Kuruluna sorulması ve alınacak cevaba göre yeniden işlem yapılması hukuken mümkün değildir. Kaldı ki olayda idarece konuyla ilgili olarak Yükseköğretim Kurulundan görüş sorulmasına karşın bu yazının nihai cevabı da beklenmeksizin işlem tesis edilmiştir.

ii. İdare, ülkemizde bir meslek ve bu mesleğin unvanını alabilmenin ancak o meslekle ilgili lisans eğitimini tamamlayarak mümkün olacağını, kanunla belirlenen niteliklere sahip olmayan başvurucunun mühendislik unvanına atanmasının açık hata teşkil ettiğini ileri sürmekteyse de başvurucunun lisans diploması atandığı kadro unvanıyla ilgisiz olmadığından açık hatanın varlığından söz edilemez. Başvurucunun lisans diploması fizik değil İngilizce ifadesiyle applied physics olup bunun Türkiye’deki karşılığı fizik mühendisliğidir. Millî Eğitim Bakanlığının tasdik ettiği belgelerde de başvurucunun aldığı eğitimin nükleer fizik yüksek mühendisliği eğitimi olduğu açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun ilk ataması sırasında İdarece hata yapıldığından da söz edilemeyecektir.

iii. Başvurucunun atandığı kadro unvanı lisans ve yüksek lisans derecesi ile tam bir uyum içindedir. Ülkemizde bir meslek ve bu mesleğin unvanını alabilmenin ancak o meslekle ilgili lisans eğitimini tamamlayarak mümkün olacağı tabiidir. Ne var ki bu durum lisans ve yüksek lisans diplomalarının uyumlu olduğu durumlarda yüksek lisans diplomasının dikkate alınmayacağı anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla idarece tesis edilen işlem kazanılmış hak ilkesine açıkça aykırıdır.

12. İdarenin temyizini inceleyen Danıştay Beşinci Dairesi (Daire) 27/12/2011 tarihinde İdare Mahkemesi kararını bozmuştur. Bozma kararında özetle şunlar ifade edilmiştir:

i. Ara kararıyla sorulması üzerine Yükseköğretim Kurulu tarafından cevaben gönderilen yazıda başvurucunun lisans düzeyinde almış olduğu eğitimin fen fakültesi uygulamalı fizik alanında olduğu, bu nedenle fizik mühendisliği yeterliliğini karşılamadığı belirtilmiştir. Ayrıca başvurucunun müracaatı üzerine Sussex Üniversitesi tarafından 19/5/2011 tarihli belgede "uygulamalı Fizik diplomasının Ekim 1979 tarihinden geçerli olmak üzere yeni girenler için Fizik Mühendisliği adını aldığı" yönünde açıklama yer almaktadır.

ii. 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 3. ve 43. maddeleri ile 17/6/1938 tarihli ve 3458 sayılı Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun'un 1. maddesi dikkate alındığında bir meslek veya bu mesleğin unvanını alabilmek ancak o meslekle ilgili lisans eğitimi yapılması şartıyla mümkün olabilmektedir. Diğer bir deyişle bir meslek ya da meslek unvanını ancak lisans eğitimi sağlayabilmektedir. Buna göre bir mühendislik alanında lisans diplomasına sahip olanların yüksek lisans öğrenimi görmesi hâlinde yüksek mühendis unvanını alabileceği anlaşılmıştır.

iii. Başvurucunun mezun olduğu tarih itibarıyla diplomasının mühendisliğe yönelik olmadığı görülmüştür. Mühendislik alanında lisans eğitimi görmeyen başvurucunun yüksek lisans eğitiminin mühendislik alanına ilişkin olması ona mühendis unvanı kazandırmaz. Bu sebeple başvurucunun unvanının ve ek göstergesinin değiştirilmesi hukuka uygundur.

iv. Ancak başvurucunun fiilen mühendis olarak görev yaptığı döneme ilişkin olarak bu unvan dikkate alındığında kendisine yapılan ödemelerin iadesinin istenemeyeceği de tabiidir.

13. İdare Mahkemesi 28/11/2013 tarihinde bozma kararına uymayarak ısrar kararı vermiş ve idari işlemi bir kez daha iptal etmiştir. Kararın gerekçesinde önceki karardaki argümanlar tekrarlanmakla birlikte ek olarak başvurucunun lisans diplomasını aldığı Sussex Üniversitesince verilen beyanda başvurucunun 1973 yılında mezun olduğu uygulamalı fizik bölümünden fizik mühendisliği derecesi olduğu, uygulamalı fizik diplomasının da Ekim 1979 tarihinden itibaren olmak üzere yeni girenler için fizik mühendisliği adını aldığının belirtildiği vurgulanmıştır.

14. Israr kararını temyizen inceleyen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu (İDDK) 17/2/2016 tarihinde ısrar kararını Daire kararındaki gerekçelerle bozmuştur.

15. Başvurucu, bu karara karşı karar düzeltme yoluna başvurmuştur. Karar düzeltme dilekçesinde; Sussex Üniversitesinin 1979 yılında yaptığı değişikliğin sadece bölümün adına ilişkin olduğunu, müfredatın ise değişmediğini belirtmiştir. Ayrıca Yükseköğretim Kurulunun görüşünün bağlayıcı olmadığı gibi hatalı olduğunu ileri sürmüştür. Başvurucu applied physics sözcüğünün bire bir çevrilmesinin doğru olmayacağını, kavramın anlamsal çevirisinin fizik mühendisliği olduğunu ifade etmiştir. İDDK 24/12/2018 tarihinde karar düzeltme talebini reddetmiştir. Nihai karar 25/2/2019 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.

IV. İLGİLİ HUKUK

16. 2547 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Bu Kanunda geçen kavram ve terimlerin tanımları aşağıda belirtilmiştir.

...

k) Bölüm: Amaç, kapsam ve nitelik yönünden bir bütün teşkil eden, birbirini tamamlayan veya birbirine yakın anabilim ve anasanat dallarından oluşan; fakültelerin ve yüksekokulların eğitim - öğretim, bilimsel araştırma ve uygulama birimidir. Anabilim dalı ve anasanat dalları bilim ve sanat dallarından oluşur. Yükseköğretimdeki çeşitli birimlerin ortak derslerini vermek üzere rektörlüğe bağlı bölümler de kurulabilir.

...

s) Lisans: Ortaöğretime dayalı, en az sekiz yarı yıllık bir programı kapsayan bir yükseköğretimdir.

t) (Değişik birinci cümle: 19/11/2014-6569/25 md.) Lisans Üstü: Yüksek lisans ve doktora ile tıpta, diş hekimliğinde, eczacılıkta ve veteriner hekimlikte uzmanlık ve sanatta yeterlik eğitimini kapsar ve aşağıdaki kademelere ayrılır.

 (1) Yüksek Lisans: (Bilim uzmanlığı, yüksek mühendislik, yüksek mimarlık, master): Bir lisans öğretimine dayalı, eğitim - öğretim ve araştırmanın sonuçlarını ortaya koymayı amaçlayan bir yükseköğretimdir.

..."

17. 2547 sayılı Kanun'un 43. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:

"Yükseköğretim, harca tabi olup bu kanunda belirlenen amaç ve anailkelere göre aşağıdaki şekilde düzenlenir.

...

b. (Değişik: 17/8/1983 - 2880/24 md.) Aynı meslek ve bilim dallarında, eğitim - öğretim yapan üniversitelerde, eğitim - öğretim, metod, kapsam, öğretim süresi ve yıl içindeki değerlendirme esasları bakımından eşdeğer olması ve öğrenimden sonra kazanılan unvanların aynı ve elde edilen hakların eşdeğer sayılması hususu Üniversitelerarası Kurulun önerisi üzerine; öğretmen yetiştiren birimler için belirtilen esasların tespiti Milli Eğitim Bakanlığı ile de işbirliği yapılarak, Yükseköğretim Kurulunca düzenlenir.

..."

18. 3458 sayılı Kanun'un 1. maddesi şöyledir:

"Türkiye Cumhuriyeti hududları dahilinde mühendislik ve mimarlık unvan ve salahiyeti ile sanat icra etmek isteyenlerin aşağıda yazılı vesikalardan birini haiz olmaları şarttır:

a) Mühendislik veya mimarlık tahsilini gösteren Türk yüksek mekteblerinden verilen diplomalar;

b) Programlarının yüksek mühendis veya mimar mektebleri programlarına muadil olduğu kabul edilen bir ecnebi yüksek mühendis veya yüksek mimar mektebinden diploma almış olanlara usulüne tevfikan verilecek ruhsatnameler;

c) Türk Teknik Okulu mühendis kısmı ile programlarının buna muadil olduğu kabul edilen memleket dahilindeki diğer mühendis veya mimar mekteblerinden verilen diplomalar;

d) Programlarının Türk Teknik Okulu Mühendis kısmı programlarına muadil olduğu kabul olunan bir ecnebi mühendis veya mimar mektebinden diploma almış olanlara usulüne tevfikan verilecek ruhsatnameler."

V. İNCELEME VE GEREKÇE

19. Anayasa Mahkemesinin 7/12/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:

A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

20. Başvurucu, mühendis unvanıyla göreve başlamasının üzerinden otuz iki yıl geçtikten sonra unvanının fizikçi olarak değiştirilmesi ve ek gösterge rakamının 3.600'den 3.000'e düşürülmesi nedeniyle temel haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Mezun olduğu applied physics bölümünün Türkiye'deki karşılığının fizik değil fizik mühendisliği olduğunu öne süren başvurucu, bölümün ismi Sussex Üniversitesince 1979 yılında fizik mühendisliği olarak değiştirilmiş ise de müfredatının aynen bırakıldığını belirtmiştir. Başvurucu, atandığı 1976 yılındaki yetkili otorite olan Millî Eğitim Bakanlığı Yüksek Öğretim Genel Müdürlüğünün applied physics bölümünün karşılığının fizik mühendisliği olarak belirlediğini savunmuştur. Başvurucu ayrıca hukuka aykırı unvan değişikliği işlemi sebebiyle aylık ve emeklilik işlemlerinde büyük mali kayıplara uğradığını ileri sürmüş, bunun mülkiyet hakkını ihlal ettiğini iddia etmiştir.

2. Değerlendirme

21. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

22. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü, unvan ve ek gösterge değişikliği sebebiyle mali haklarında oluşan kayıplara yöneliktir. Başvurucunun tüm şikâyetlerinin mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir.

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

23. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

i. Mülkün Varlığı

24. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır (Mustafa Ateşoğlu ve diğerleri, B. No: 2013/1178, 5/11/2015, § 54). Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).

25. Somut olayda başvurucu 22/1/1976 tarihinde mühendis olarak göreve başlamış, en son bireysel başvuru konusu işlemin tesis edildiği tarihe kadar 3.600 ek gösterge rakamına ulaşmıştır. Başvurucunun aylık ve diğer mali hakları -bireysel başvuruya konu işlemden önce- mühendis unvanı ve 3.600 ek gösterge rakamı esas alınarak hesaplanmıştır. Dolayısıyla mali haklarının mühendis unvanı ve 3.600 gösterge rakamı esas alınarak hesaplanmasının başvurucu yönünden mülk teşkil ettiği değerlendirilmiştir.

ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü

26. Anayasa'nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).

27. Anayasa'nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).

28. Somut olayda 22/1/1976 tarihinde mühendis olarak göreve başlayan ve en son 3.600 ek gösterge rakamına ulaşan başvurucunun mezun olduğu lisans programının fizik olduğu belirterek 8/2/2008 tarihli işlemle, mühendis olan unvanı fizikçi, 3.600 olan ek göstergesi de 3.000 olarak değiştirilmiştir. Başvurucunun unvanının ve ek göstergesinin değiştirilmesine bağlı olarak mali haklarında kayıplar meydana gelmiştir. Somut olayın koşulları gözetildiğinde başvurucunun unvan ve ek gösterge rakamının değiştirilmesinin aynı zamanda mülkiyet hakkına da müdahale teşkil ettiği değerlendirilmiştir. Mülke erişimin engellenmesi biçiminde tezahür eden müdahalenin mülkiyetten barışçıl yararlanma hakkına ilişkin genel kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.

iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı

29. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

30. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Anılan madde uyarınca temel hak ve özgürlükler, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62).

 (1) Kanunilik

31. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).

32. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).

33. Somut olayda başvurucunun unvanı ve ek göstergesi değiştirilmiş, buna bağlı olarak aylığı ve diğer mali haklarında azalma meydana gelmiştir.

34. Yürürlükte olan, hukuka uygun olarak tesis edilen ve kişiler lehine hak doğuran bir idari işlemin geri alınabilmesi, kaldırılabilmesi, değiştirilebilmesi veya düzeltilebilmesi buna imkân veren açık bir kanun hükmünün bulunmasına bağlıdır. Zira idari işlem, tesis edilmekle yararlanıcısı olan kişi lehine hukuki bir durumun teessüs etmesini sağlar. Yürürlükteki hukuka uygun olarak oluşan müesses durumun ortadan kaldırılması hukuk güvenliğini zedeleme ihtimalinin yanında Anayasa'da güvence altına alınan temel hak ve özgürlüklere de müdahale oluşturacağından Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca açık bir kanun hükmünün varlığını gerektirir (Hakan Özdöl, B. No: 2019/41251, 27/7/2022, § 53).

35. Buna karşılık hatalı olarak tesis edilen idari işlemlerin herhangi bir kanun hükmüne ihtiyaç bulunmadan geri alınabileceği, kaldırılabileceği, değiştirilebileceği veya düzeltilebileceği kabul edilmektedir. Hata, idari işlemin kanuni koşullarından biri veya birkaçı sağlanmadığı hâlde tesis edilmesi hâlidir. Kanuni koşulları oluşmadan tesis edilen idari işlem hukuka aykırı olur. Bu nedenle tesis edildiği tarihte cari olan, hukuka aykırı olarak tesis edilen idari işlemin geri alınması, kaldırılması, değiştirilmesi veya düzeltilmesi işin mahiyetinden doğan bir yetki olarak kabul edilmelidir (Hakan Özdöl, § 54).

36. Başvurucunun unvanının ve ek göstergesinin değiştirilmesi 22/1/1976 tarihinde yapılan intibak işleminin hatalı olmasına dayandırılmıştır. İdarenin hatalı olarak tesis ettiği işlemi değiştirme yetkisini, işin mahiyeti gereği haiz olduğu kabul edilse de hatanın gerçek olması ve sonradan yürürlüğe giren bir mevzuata değil tesis edildiği tarihteki mevzuata aykırılığa dayandırması gerekir. Tesis edildiği tarihten sonra yürürlüğe giren mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle işlemin hatalı olduğu sonucuna ulaşılamaz. İşlemin yeni yürürlüğe giren mevzuata aykırı olduğu gerekçesiyle değiştirilmesi hukuka uygun olarak oluşmuş müesses durumun değiştirilmesi anlamına geleceğinden açık bir kanuni dayanağa ihtiyaç duyar.

37. Bu noktada öncelikle incelenmesi gereken mesele hatanın gerçek olup olmadığıdır. Bu çerçevede başvurucunun 22/1/1976 tarihinde yapılan intibak işleminin hatalı olmasının tesis tarihinde yürürlükte olan mevzuat dikkate alınarak yapılan bir değerlendirmeye dayanıp dayanmadığına bakılmalıdır. İdarenin bireysel başvuruya konu yargılamaya yansıyan savunmalarından başvurucunun lisans eğitimi fen fakültesinin fizik bölümüne denk olduğu hâlde yüksek lisans eğitiminin nükleer reaktör mühendisliği alanında olması gözetilerek mühendis unvanıyla göreve başlatılmasının hataya dayandığının değerlendirildiği anlaşılmıştır. Dairenin 27/12/2011 tarihli bozma kararında da memuriyet unvanının belirlenmesinde yüksek lisans değil lisans eğitiminin esas alınması gerektiği ifade edilmiştir. Hukuk kurallarının yorumlanmasında Anayasa Mahkemesinin yetkisi ikincil nitelikte olup Dairenin memuriyet unvanının belirlenmesinde lisans eğitiminin esas alınması gerektiği biçimindeki yorumundan ayrılmayı gerektiren bir durum bulunmamaktadır.

38. Esasen başvurucunun da buna yönelik bir itirazı yoktur. Başvurucunun şikâyeti lisans eğitiminin fen fakültesinin fizik bölümüne tekabül ettiği kabulüne yöneliktir. Bu bağlamda başvurucu, mezun olduğu applied physics lisans programının Türkiye'deki karşılığının fizik mühendisliği olduğunu yargılamanın tüm safhalarında ileri sürmüştür. Başvurucuya göre Sussex Üniversitesindeki applied physics programının Türkçeye uygulamalı fizik olarak çevrilmesi hatalı olup kavramın fizik mühendisliği biçiminde çevrilmesi gerekmektedir.

39. Dairenin 27/12/2011 tarihli bozma kararında esas itibarıyla Yükseköğretim Kurulunca yapılan açıklama ve gönderilen belgelere dayanıldığı anlaşılmıştır. Yükseköğretim Kurulu tarafından ara kararına cevaben gönderilen yazıda başvurucunun lisans düzeyinde aldığı eğitimin fen fakültesi uygulamalı fizik alanına ilişkin olduğu, bu nedenle fizik mühendisliği yeterliliğini karşılamadığı belirtilmiştir. Daire ayrıca başvurucunun müracaatı üzerine Sussex Üniversitesi tarafından düzenlenen 19/5/2011 tarihli belgede uygulamalı fizik diplomasının Ekim 1979 tarihinden geçerli olmak üzere yeni girenler için fizik mühendisliği adını aldığı yönünde açıklamaya atıf yapmıştır.

40. Başvurucu ise müfredata bakılarak değerlendirme yapılması gerektiğini ileri sürmektedir. Başvurucunun bu iddiasının intibakının hatalı olup olmadığı meselesinin çözüme kavuşturulmasından esaslı bir nitelik taşıdığı vurgulanmalıdır. Yabancı bir üniversitede görülen eğitimin Türk yükseköğretim sistemindeki karşılığı tespit edilirken dikkate alınacak ilk unsurun müfredat olduğu tereddütsüzdür. Yükseköğretim Kurulunun Daireye gönderdiği cevabın başvurucunun 1973 yılında tamamladığı eğitiminin müfredatı üzerinde yapılan bir incelemeye dayanıp dayanmadığı anlaşılamamıştır. Dairenin gerekçesinde de müfredata ilişkin herhangi bir değerlendirmeye yer verilmemiştir. Başvurucunun mezun olduğu applied physics programının Türk yükseköğretim sistemindeki karşılığının fizik mühendisliği olduğu hususunun dönemin yetkili otoritelerince tespit edildiği gözetildiğinde bu tespitin hatalı olduğunun kabulü için lisans programının İngilizce adının Türkçe çevirisinden öte müfredatının fizik mühendisliğinden farklı olduğunun belirlenmiş olması gerekir. İşlemden otuz iki yıl sonraki tarihte yürürlükte bulunan mevzuata göre yapılacak bir değerlendirmenin yeterli olmayacağı izahtan varestedir.

41. Öte yandan başvurucunun mezun olduğu applied physics programının Türk yükseköğretim sistemindeki karşılığının tespitinde bireysel başvuruya konu davanın görüldüğü dönemde yürürlükte olan ilke ve kurallara göre değil idari işlemin tesis edildiği 1976 yılında meri olan ilke ve kurallara göre belirlenmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle başvurucunun fizik mühendisliği unvanıyla yapılan intibak işleminin hatalı olduğunun kabulü için mezun olduğu applied physics programının müfredatının 1976 yılında dönemin kamu otoritelerince belirlenen ilke ve kurallar gözetildiğinde fizik mühendisliği alanına tekabül etmediğinin saptanmış olması gerekir.

42. Bu yönüyle başvurucunun, Sussex Üniversitesinin 1979 yılında yaptığı değişikliğin sadece bölümün adına ilişkin olduğu, müfredatın ise değişmediği iddiasının önemli bulunduğunun altı çizilmelidir. Nitekim İdare Mahkemesinin ısrar kararında Sussex Üniversitesince başvurucunun talebi üzerine verilen beyanda, başvurucunun 1973 yılında mezun olduğu uygulamalı fizik bölümünün fizik mühendisliği derecesi olduğunun belirtildiğine dikkat çekildiği görülmektedir. Tüm bu hususlar hesaba katıldığında başvurucunun Sussex Üniversitesinde gördüğü applied physics eğitiminin müfredat itibarıyla fizik mühendisliğine karşılık gelmediğinin ilgili ve yeterli bir gerekçeyle ortaya konulamadığı kanaatine varılmıştır. Bu durumda 1976 yılındaki intibak işleminin hatalı olduğu kabul edilerek değiştirilmesinin yeterli bir kanuni temelinin bulunduğu sonucuna ulaşılamamıştır.

43. Bununla birlikte somut olayın özellikleri gözetildiğinde ölçülülük ilkesi yönünden de ayrıca değerlendirme yapılması gerektiği kanaatine varılmıştır.

 (2) Meşru Amaç

44. Anayasa'nın 13. ve 35. maddeleri uyarınca mülkiyet hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilmektedir. Kamu yararı kavramı, mülkiyet hakkının kamu yararının gerektirdiği durumlarda sınırlandırılması imkânı vermekle bir sınırlandırma amacı olmasının yanı sıra mülkiyet hakkının kamu yararı amacı dışında sınırlanamayacağını öngörerek ve bu anlamda bir sınırlama sınırı oluşturarak mülkiyet hakkını etkin bir şekilde korumaktadır. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir (Nusrat Külah, B. No: 2013/6151, 21/4/2016, §§ 53, 56; Yunis Ağlar, B. No: 2013/1239, 20/3/2014, §§ 28, 29). Hatalı olarak yapılan intibak işleminin düzeltilmesinde kamu yararı amacının bulunduğu hususunda bir tereddüt yoktur.

 (3) Ölçülülük

45. Ölçülülük ilkesi elverişlilikgereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından müdahalenin zorunlu olmasını yani aynı amaca daha hafif bir müdahale ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2012/102, K.2012/207, 27/12/2012; E.2012/149, K.2013/63, 22/5/2013; E.2014/176, K.2015/53, 27/5/2015; E.2015/43, K.2016/37, 5/5/2016; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016; Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 38).

46. Hatalı intibak işlemlerinin düzeltilmesi suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçülülüğünün değerlendirilmesinde kamu makamlarının ve başvurucunun hatalı işlemin tesisine katkı derecelerine de bakılması gerekmektedir. Bu bağlamda başvurucunun kusurunun veya hilesinin bulunup bulunmadığı büyük önem taşımaktadır.

47. Öte yandan idarenin iyi yönetişim ilkesine uygun hareket etme yükümlülüğü bulunmaktadır. İyi yönetişim ilkesi, kamu yararı kapsamında bir husus söz konusu olduğunda kamu otoritelerinin uygun zamanda, uygun yöntemle ve her şeyden önce tutarlı olarak hareket etmelerini gerektirir (Kenan Yıldırım ve Turan Yıldırım, B. No: 2013/711, 3/4/2014, § 68). İdarenin hatalı işleminden kaynaklanan mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin ölçülü olup olmadığının tespitinde idarenin hatalı işlem karşısındaki tutumunun yanında işlemin fark edilmesinde geçen süre de gözönünde bulundurulur (hatalı sosyal güvenlik ödemeleri yönünden benzer değerlendirme için bkz. Tevfik Baltacı, B. No: 2013/8074, 9/3/2016, § 71).

48. Somut olayda başvurucunun İdareyi yanıltması veya İdarenin yanılmasına sebebiyet verecek davranışlarda bulunması söz konusu değildir. Başvurucunun mezun olduğu lisans programına ilişkin olarak İdareye sunduğu belgelerin sahteliği veya yanıltıcı bilgi içerdiği iddia edilmemiştir. İdare, başvurucunun sunduğu belgeleri inceleyip değerlendirip başvurucuyu fizik mühendisi olarak göreve başlatmış ve tüm intibak işlemlerini bu unvanı esas alarak gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla başvurucunun intibakının fizik mühendisi olarak yapılmasının hatalı olduğu kabul edilse bile bunda başvurucunun hiçbir kusuru bulunmamaktadır.

49. Öte yandan başvurucunun intibak işleminde var olduğu ileri sürülen hatanın tespit edilmesinde geçen yaklaşık otuz iki yıllık süre oldukça uzundur. Bu süre boyunca başvurucunun intibak işleminin düzeltilmesi hususunda İdarece herhangi bir girişimde bulunulmadığı gözlemlenmiştir. Ayrıca başvurucunun durumunu tespit etmek için derin bir araştırmaya ihtiyaç duyulmayacağı da açıktır.

50. Sonuç olarak başvurucunun intibakının hatalı olduğu kabul edilse bile hatanın yapılmasında başvurucunun hiçbir kusurunun mevcut olmadığı ve aradan geçen otuz iki yıl boyunca İdarenin bunu düzeltmek için hiçbir girişimde bulunmadığı gözetildiğinde başvurucunun intibakının düzeltilmesindeki kamu yararı ile mülkiyet hakkının korunmasındaki bireysel yarar arasındaki adil dengenin bozulduğu ve mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin ölçüsüz olduğu sonucuna ulaşılmıştır.

51. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

B. Makul Sürede Yargılanma Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia

1. Başvurucunun İddiaları

52. Başvurucu, yargılamaların makul süre içinde tamamlanmaması nedeniyle makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.

2. Değerlendirme

a. Kabul Edilebilirlik Yönünden

53. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.

b. Esas Yönünden

54. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılamanın süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak davanın ikame edildiği tarih; sürenin sona erdiği tarih olarak -çoğu zaman icra aşamasını da kapsayacak şekilde- yargılamanın sona erdiği, yargılaması devam eden davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesinin makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin şikâyetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınır (Selahattin Akyıl, B. No: 2012/1198, 7/11/2013, §§ 45-47).

55. Medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlıklara ilişkin idari yargılama süresinin makul olup olmadığı değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususlar dikkate alınır (Selahattin Akyıl, § 41).

56. Anılan ilkeler ve Anayasa Mahkemesinin benzer başvurularda verdiği kararlar dikkate alındığında yaklaşık 10 yıl 8 ay 23 günlük yargılama süresinin makul olmadığı sonucuna varmak gerekir.

57. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.

C. Giderim Yönünden

58. Başvurucu; ihlalin tespit edilmesini, yargılamanın yenilenmesini ve tazminata hükmedilmesini talep etmiştir.

59. Başvuruda tespit edilen mülkiyet hakkı ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100).

60. Öte yandan makul sürede yargılanma hakkı yönünden ihlal tespitiyle giderilemeyecek olan manevi zararları karşılığında 54.000 TL manevi tazminatın başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.

VI. HÜKÜM

Açıklanan gerekçelerle;

A. 1. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

2. Makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,

B. 1. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

2. Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki makul sürede yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,

C. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 4. İdare Mahkemesine (E.2013/1753, K.2013/2060) GÖNDERİLMESİNE,

D. Başvurucuya net 54.000 TL manevi tazminatın ÖDENMESİNE,

E. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,

F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına; ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal faiz UYGULANMASINA,

G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 7/12/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.