Okuyanlar hatırlamışlardır, bu yazının başlığı ve konusu, Stefan Zweig’in yıllar sonra yeniden okuduğum çok bilinen kitabının adıdır. Zweig, bu kitabı ile insanlık tarihinde iz bırakan, geçmişin karanlığına ışık tutan değişik zamanlara, değişik yerlere, değişik insanlara ait önemli an’lara tanıklık etmekte, insanlık tarihine yön veren on dört ayrı tarihsel olayı, insanı ve an’ı, tarihsel gerçekliği içinde okurları ile paylaşmaktadır.
Nitekim yazdığı bu kitapla ilgili açıklamasında ve kitabını takdiminde Zweig şöyle diyor: “Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları ‘İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar’ diye adlandırdım; çünkü o an’lar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar. İşte bu kitabımla, değişik zamanlara, değişik bölgelere ait kimi önemli an’ları, İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı An’ları anımsatmaya çalıştım. Kitapta yer alan tarihsel olayları anlatırken, gerçekleri hiçbir biçimde değiştirmedim, onları sadece katkılarımla renklendirip zenginleştirmedim. Çünkü tarih, kusursuzluğa ulaştığı böylesine eşsiz an’larda, kendisine yardım için uzanan ellere gereksinim duymaz.”
“Fouche, Bir Politikacının Portresi”, “Balzac”, “Bir Yaşam Öyküsü, Magellan, Amerigo: Tarihsel Bir Yanlışlığın Hikayesi”, “Marie Antoinette”, “Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin’e” gibi eserleri ile tarihi ve tarihi kahramanları, hem düşsel hem de tarihsel karakterleriyle anlattığını bildiğimiz ve okuduğumuz Stefan Zweig, olağanüstü güzellikteki bu eserinde de, insanlık tarihine yön vermiş olan belirleyici an’lara, bu bağlamda Fatih Sultan Mehmed’den Händel’e, Dostoyevski’den Tolstoy’a, Lenin’e, Napoléon’a, Goethe’ye, Scott’a kadar olan on dört an’a, o an’ların ve koşulların dayattığı sınırların aşılmasına, insanlığın yazgısı etkileyen ve değiştiren fetihlere, keşiflere, yıkımlara, büyük yaratıcılıklara ışık tutmaktadır.
O an’ları yaşayan ve Zweig’in deyimiyle “çalışarak ebediyete katılan” o insanlar, çalıştıklarından, yaptıklarından dolayı “hiç yorgun olmadıklarını, insanı sadece kararsızlığın yorgun düşürdüğünü, her türlü çabanın ve çalışmanın insanı özgürleştirdiğini” söylerler.
Mesela Tolstoy’un en büyük öğretmeni, insanlar, insanlık için yaptığı mücadeleler, bu mücadelelerde insanlar yüzünden çektiği acılardır. Zira çekilen acıların, yaşanan hayal kırıklıklarının, insanı daha çok çalışmaya ve üretmeye iten motive edici bir gücü vardır.
Nitekim Zweig, Johann Wolfgang Von Goethe’nin “ruhsal durumumun anı defteri” olarak tanımladığı Marienbad Ağıtı’nı 74 yaşında iken 19 yaşındaki Ulrike von Levetzow’a olan karşılıksız aşkından beslenerek yaptığını, yaşadığı bu hayal kırıklığının Goethe’yi daha çok çalışmaya, daha çok üretmeye sevk ettiğini, bu sayede Goethe’nin en büyük eseri olan Faust’u yazdığını ifade eder.
Yine özel hayatı çalkantılarla, inişlerle çıkışlarla geçen Georg Friedrich Händel’in, ünlü oratoryosu Messiah’ı, hayatının bu iniş çıkış an’larında ölmeyen ruhunun verdiği esinle bestelemesi, Zweig’in eserinde yer verdiği insanın yıldızının parlayan an’larından birisidir.
V. G. Belinski’nin, çarlık düzenini aklamaya çalışan Gogol’a yanıt olarak yazdığı mektubu okuyan, bu nedenle tutuklanan ve kurşuna dizilerek idamına karar verilen, ama Çar I. Nikolay tarafından affedildiğini kurşuna dizilmiş bir şekilde öldürülmeyi beklerken öğrenen Dostoyevski’nin, yaşadığı bu travmayı Zweig eserinde, “Bir Yiğitlik Anı” adlı şiirle anlatır. Bu travma Dostoyevski’nin hayatında bir dönüşümün başladığı, yeni bir sayfanın açıldığı an’dır. Nitekim Dostoyevski ünlü romanı “Suç ve Ceza”yı bu olay sonrasında yazar.
Kararsızlık ve inisiyatifsizlik, bir insan için, özellikle bir siyasetçi için, bir asker için son derece önemli bir eksiklik ve zaaftır. Bu noktadan hareketle Zweig, Waterloo Savaşı’nın Fransızların aleyhine sonuçlanmasını, Napoléon Bonaparte’in Mareşali Emmanuel de Grouchy’nin, savaşın değişen dengelerine karşı inisiyatif kullanarak karar alamamasına bağlar.
Zweig, bu eserinin satır aralarında başkaca mesajlar da verir. Mesela, “uşak olmaktan bir türlü kurtulamayan zayıf karakterli insanların, sadece kendilerine verilen emirleri yerine getirdiklerini, kaderin çağrısına kulak asmadıklarını” yazar. Kimilerini “insan onuruna layık hiçbir düzen zor kullanılarak kurulamaz. Silaha başvurur vurmaz, başka bir dikta rejimi kurmuş olursunuz ve böylece yok etmek istediğiniz insanları yüceltirsiniz” diyerek uyarır. İktidar hırsıyla hareket eden insanları ve özellikle siyasileri, “İktidar hırslıları için düşünce ve fikir ve hatta onur değil, sadece güç ve ele geçirecekleri ganimet önemlidir.” sözleri ile teşhis ve teşhir eder.
Zweig’ın bu ve yukarıda sözünü ettiğim eserlerinde yazdıklarını okuyunca, resmi tarihte bize anlatılanlarla gerçek tarih arasında olanları ve yaşananları ve bunun ikisinin arasındaki farkı çok daha iyi anlıyor insan.
Ve Zweig, bu ikisi arasındaki farkı anlatmak için şunları yazıyor bu kitabında; “İnsan hayatında çok nadiren alçakgönüllülük gösteren o büyük an, kendisinden yararlanmasını bilmeyenlerden son derece korkunç intikam alır. O büyük an, ürkekleri aşağılamayla geriye iter ve yeryüzünün bir başka tanrısı olan yılmayan yaradılışları ise, ateşli kolları arasına alıp kahramanların gökyüzüne yükseltir. O bir tek saniyeyi, layık olmadığı halde kendisini kadere söz geçirecek yere yükseltmiş ise, o saniyeyi hiçbir şey bir daha geri getiremez. Şans, çok sevdiklerine karşı bile her zaman cömert değildir ve ilahların, ölümsüzlere unutulmaz işler başarma imkânını bir defadan fazla verdikleri az görülmüştür.”
Zweig’ın “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar” isimli kitabında mercek altına aldığı an’ları yaşayan ve yaşatan o insanların her biri, tam da “Kolera Günlerinde Aşk” isimli romanında, ‘İnsanlar annelerinin onları doğurmasıyla dünyaya gelmezler sadece, bu hayat onları doğmaya mecbur da eder’ diye yazan Gabriel Garcia Marquez’in “hayatın onları doğmaya mecbur ettiği insanlardır.”
Dünya için, insanlık için, insanlığın yararı veya zararı için olmasa da, diğer bir deyişle dünyanın veya insanlığın tarihini değiştirmiş bir yıldızın parladığın bir an olmasa da, bizim kendi kişisel hayatımızda ve tarihimizde etkili olan böyle an’lar vardır, aslında biz o an’larda yaptıklarımızla, yapmadıklarımızla, söylediklerimizle, söylemediklerimizle, verdiğimiz kararlarla, kendi hayatımızı veya başkalarının hayatını etkilemiş ve değiştirmişizdir ya da etkilemiş ve değiştirmiş olabiliriz. Ya da tam aksine “beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın” diyerek eyyamcılık yapmış ve sadece olanları ve hayatı seyretmişizdir.
Oysa ahlak, oysa vicdan, oysa hukuk, oysa insanlık bu gibi durumlarda bize seyretmeyi değil, bu olaylara, bu ahlaksızlıklara, bu vicdansızlıklara, bu hukuksuzluklara, insanlık dışı bu olaylara tanıklık etmemizi ve müdahil olmamızı emreder. Peki böyle davranmaz, böyle yapmaz isek ne olur? İnsanlığımızı eksiltiriz ve o olayların, o durumların, o an’ların sadece seyircisi değil, ortağı oluruz. Sıra bize geldiğinde, yani haksızlık bize yapıldığında, yanımızda kimseyi bulamayız.
Büyük şairimiz Nazım Hikmet “Ben yanmasam, Sen yanmasan, Biz yanmasak, Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..?” diye boşuna yazmamış; Önce Hitler’in destekçisi, sonra ise muhalifi olan Alman ilahiyatçı Martin Niemöller “Naziler önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım. Çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım. Çünkü ben sendikacı değildim. Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım. Çünkü ben Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler. Geldiklerinde ise artık benim için sesini çıkartacak kimse kalmamıştı.” diyerek pişmanlığını boşuna ifade dile getirmemiştir.
O halde, haksızlık bize yapıldığında, yanımızda ve arkamızda birilerini bulmak için susmayalım ve unutmayalım “bir gün sıra bize de gelebilir!”