“Hukuk Devleti” Güvencesi

Abone Ol

Anayasa Mahkemesi; 11.01.2018 tarihinde, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını kısıtlayan tutuklama tedbirinin hukuki olmadığı, buna bağlı olarak basın ve ifade hürriyetlerinin ihlal edildiği iddiası ile Yüksek Mahkemeye sunulan 2016/16092 başvuru numaralı Şahin Alpay, 2017/23672 başvuru numaralı Mehmet Hasan Altan ve 2016/50972 başvuru numaralı Turhan Günay başvurularını karara bağlamış, daha önce tahliye olan Turhan Günay’ın başvurusunu tutuklamanın hukuki olmadığı (basın ve ifade hürriyetlerini ihlal eden bir durum görmediğinden bahisle bu hususu incelemeksizin) ve diğer iki başvurucunun başvurularını da tutuklamanın hukuki olmadığı ve buna bağlı olarak da basın ve ifade hürriyetlerinin ihlal edildiği gerekçeleri ile kabul etmiştir. Yüksek Mahkeme; Şahin Alpay ve Mehmet Hasan Altan yönünden tespit edilen hak ihlalinin ve sonuçlarının kaldırılması için önce kısa kararı ilgili yerel mahkemelere göndermiş ve hemen ardından da gerekçeli kararı yayınlayarak, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulü Hakkında Kanun’un 50. maddesinin 2. fıkrası gereğince ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasının yolunu açmıştır.

Turhan Günay, ihlal kararından önce tahliye olduğu için tutuklulukla ilgili yargılamanın yenilenmesi yapılamamış ve Anayasa Mahkemesi kararı bu açıdan sonuca etki etmemiştir. Ancak tutuklulukları devam eden başvurucular yönünden verilen diğer ihlal kararlarını değerlendiren Yerel Mahkemeler; ihlal kararlarının görevlerine müdahale olduğunu gerekçe göstererek, sanıkları tahliye etmedikleri gibi, değişen duruma göre tutuklulukların devamına da karar vermemişler, tutuklama tedbirinin kaldırılmasına dayanak teşkil edebilecek değişen bir durum olmadığı gerekçesi ile tahliye taleplerini reddetmişlerdir.

Daha önce “Bireysel Başvuru Kararlarının Bağlayıcılığı” başlıklı yazımızda; Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurularda görev ve yetkilerini, ne kararlar verebileceğini ve bu kararların muhtemel etkilerini açıklamıştık. Esas itibariyle Yüksek Mahkemeye kesinleşmiş kararlar yönünden bireysel başvuru yetkisinin tanındığı, ancak istisnai olarak tutuklama tedbiri bakımından devam eden yargılamalarda bireysel başvuruların sonuçlandırabildiği, tutuklamanın hukuki olmadığından, değişen durum olduğundan veya tutukluluk süresinin uzunluğundan bahisle ihlal kararları verildiği, tüm bunların her somut başvurunun özelliklerine göre Yüksek Mahkeme tarafından değerlendirildiği, tutuklama bir tedbir olsa da uygulamada görünümü ve sonuçları itibariyle cezaya benzediğinden, Anayasa m.19’da, İnsan Haklar Avrupa Sözleşmesi m.5’de, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100 ve 101. maddelerinde soyut hukuki nedenlerle somut olayın karşılaştırıldığı, hukuki ve fiili sebeplerin araştırıldığı, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını kısıtlayan bu tedbir ile ilgili yargılama süreci bitmeden de ihlalle sonuçlanan kararlar verilebildiği, ihlal kararının verilmediği durumlarda yargı makamları arasında görev ve yetki krizi yaşanmazken, ihlal kararının verildiği hallerde Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetki hudutlarını aşıp yargılamanın esası ile ilgili değerlendirme yaptığı, delilleri değerlendirdiğinden bahisle, bir anlamda yargılamanın esası ile ilgili karar verdiğinin ileri sürülebildiği, buna karşılık Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvuruları incelemekle görevli ve yetkili kılınmasının amacının İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi kapsamına giren hak ve hürriyetlerin ihlali iddialarını incelemekten ibaret olduğu, bunu da bazı istisnai hallerde uyuşmazlık konusunun esasını çözen yargı mercilerinin kararları kesinleşmeden yapabildiği, bir tedbir olan tutukluluğun da bu kapsama girdiği, Yüksek Mahkemenin ister istemez İHAS m.5/1-c ile Anayasa m.19/3 ve CMK m.100/1’de şekil ve şartları gösterilen tutukluluğun hukukiliği konusunda denetim yapıp, başvuru tarihi itibariyle ihlal kararı verebileceğinin savunulduğu, Yüksek Mahkemenin tutuklulukla ilgili başvurularda delillerin takdir ve değerlendirmesini yapamayacağı sabit olmakla birlikte, tutuklamanın “suçluluğu gösteren kuvvetli belirti” veya “kuvvetli suç şüphesini ortaya koyan somut deliller” önşartının gerçekleşip gerçekleşmediğini inceleyebileceğinin, bu konuda verilecek ihlal kararlarının işin esasına müdahale olarak kabul edilemeyeceğinin belirtildiği görülmektedir.

Kamuoyunun ilgisini çeken ve sonuçları itibariyle medyatiklik taşıyan dosyalarda değişik tartışmaların, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını zedeleyebilecek sübjektif değerlendirmelerin de yapılabildiği söylenebilir. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin “Genel Kurul” olarak verdiği yine yakın tarihli iki kararı mevcut olup, her iki başvurunun tutukluluğun hukuki olmadığı iddiası ile Yüksek Mahkemeye sunulduğu, başvurulardan birisinin reddedildiği, diğerinin ise kabul edildiği, ancak başvurucu daha önce tahliye edildiğinden ihlal kararının etki göstermediği, her iki kararın 21.12.2017 tarihinde verildiği anlaşılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 21.12.2017 tarihli ve 2016/25189 başvuru numaralı kararında; İHAS m.5/1-c’ye ve Anayasa m.19/3’e aykırı uygulandığından bahisle hukuki olmadığını belirten, bu nedenle de kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğini iddia eden başvuruyu, somut olayın özelliklerine ve tutuklama tedbirinin şartlarının varlığından bahisle reddetmiştir. Bu kararda özetle;

Yasal dayanağının bulunduğu anlaşılan tutuklama tedbirinin meşru bir amacının bulunup bulunmadığı ve ölçülülüğü incelenmeden önce tutuklamanın önşartı olan suçun işlendiğine ilişkin kuvvetli belirtinin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi gerektiği, yapılan değerlendirmede başvurucu yönünden suç şüphesini doğrulayan kuvvetli belirtilerin olmadığının kabulünün mümkün olamayacağını, başvurucu hakkında uygulanan ve kuvvetli suç şüphesinin bulunması önkoşulunun yerine geldiği tutuklama tedbirinin meşru bir amaç taşıdığının, olgusal temellere dayandığının ve ölçülü olduğunun kabulünün gerektiği, somut olayın özelliklerini ve başvuruya göre tutukluluğun hukuki olmadığının söylenemeyeceği, bu nedenle de başvurunun bu yönü ile açıkça dayanaktan yoksun olduğu için kabul edilemez olduğu sonucuna varılmıştır.

Yüksek Mahkeme 21.12.2017 tarihli ve 2017/5974 sayılı başvuruda ise;

Esasında tutukluluğun hukukiliğini İHAS ve Anayasada yer alan şartlar çerçevesinde incelemiş, soyut kriterler ile somut kriterleri karşılaştırmış, bu defa tutuklama tedbirinin yasal dayanağının bulunduğunu, ancak mevcut belgelere göre somut olayda “suç işlendiğine dair kuvvetli belirti” önşartının yeterince ortaya koyulamadığını, siyasi saikle tutuklandığı iddiasının ise yeterli temele sahip olmadığını belirtmiş, sonuçta Anayasa m.19/3 kapsamında kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Bu karar, başvurucu tahliye edildiğinden yargılamanın yenilenmesine konu edilememiş ve sadece hak ihlali ile ilgili manevi tazminata hükmedilmiştir.

Görüleceği üzere; esas itibariyle tutukluluk tedbirinin tatbikinde ortada bitip kesinleşmiş bir yargılama süreci yoktur, konu devam eden yargılamalarla ilgili olduğundan ve tutuklama tedbirinin şartları arasında da “suçluluğu gösteren kuvvetli belirti” veya “kuvvetli suç şüphesini gösteren somut deliller” kriteri olduğundan, ilk tutukluluğun hukukiliği veya devam eden tutuklulukta değişen şartların olup olmadığı yönünden yapılan değerlendirmede, hak ihlali iddiasına ilişkin başvuruyu inceleyen Anayasa Mahkemesi ister istemez tutuklamanın dayanağı gösterilen delillerin bu tedbirin tatbiki bakımından yeterli olup olmadığını incelemek durumunda kalmaktadır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin bir benzeri olarak iç hukukta öngörülen bireysel başvuru yetkisi, İHAS kapsamında güvence altına alınan kişi hak ve hürriyetleri ile ilgili ihlal iddialarının incelenmesini zorunlu kılmaktadır. Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı da, İHAS m.5 ve Anayasa m.19’da düzenlenip güvence altına alınan temel hak ve hürriyetler arasında yer almaktadır. Adı üstünde “tedbir” olan tutuklamanın tatbik zamanı kesinleşmiş yargı kararlarından sonra olmaz, çünkü yargı makamının mahkumiyet kararı kesinleşmişse, ona mahkumiyetin veya hapis cezasının infazı ve cezası infaz edilene de “mahkum” veya “hükümlü” denir.

Sonuç olarak; “hukuk devleti” ilkesi çerçevesinde herkes, yani yasama, yürütme ve idare ile yargı makamları, hukukun evrensel ilke ve esasları, Anayasa ve kanunlarla bağlıdır. Görevden kaynaklanan yetkinin mevzuata uygun kullanıldığı durumda, icra edilen tasarrufun veya verilen kararın beğenilmemesi veya uygun görülmemesi, o tasarruf ve kararın hukuki olmadığını göstermez. Ancak her tasarruf ve kararın hukukilik denetiminin olması gerektiği, bu kapsamda görevin dışına çıkılması veya kanun dışı yetkinin kullanılması iddialarına ilişkin de bir incelemenin ve düzeltmenin yapılabilmesi gerekir. Bazı durumlarda ise, tasarruf ve kararlara karşı kanun yollarının tükendiği söylenebilir. Bu iddia kabul edilemez, çünkü tasarruf ve kararlarla ilgili hatalardan dönüşün veya değişen duruma göre tasarrufun ve kararın gözden geçirilmesi veya değişen şartlara göre tekrar değerlendirilmesi gerekebilir. Esasında bu tatbikat şekli, kararın veya tasarrufun tanınmaması anlamına gelmez. Tanınmama veya yok sayılma; hiçbir görevi ve yetkisi olmayan kişinin veya görevi ve yetkisi olup da bunlarla ilgisi olmayan karar ve tasarruflar hakkında gündeme gelebilir ki, esasen bu durum bir hukuk devletinde tercih edilmemesi gereken, hatta hiç istenmeyendir. Çünkü “hukuk devleti” ilkesi; her durumda ve mümkün olduğu kadar hak sahibinin hakkını elde etmesini, borçlunun borcunu ödemesini, yasağı ihlal edenin cezasını çekmesini, varsa tasarruf ve kararlarda hataların düzeltilmesini, ancak kamu otoritesi arasında bir çatışmanın ve müdahalenin yaşanmamasını öngörür.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)