HUKUK, ADALET, VİCDAN...

Abone Ol
Türk halkını derinden yaralayan ‘13 yaşındaki N.Ç.’ye rızasıyla 26 kişi tecavüz etti’ kararını onayan Yargıtay 14. Ceza Dairesi Başkanı Elmas, “Kararımız doğru” dedi.Artı kamuoyunda sürekli tekrarlanan boşanma  davası ve sonrasında gerçekleşen ceza eylemleri ve kadına yönelik şiddet,ceza mahkemelerinin sayısının fazlalığı her geçen gün nezaket ve hukuksuzluğun artması konusunda yazmamı gerektirdi,yazıya çok zaman önce başladım,ancak konu uzadı da uzadı işin içine sosyolojik,psikolojik,tarihsel hukuk dışı bir sürü konu girdi.
   
Kamuoyunda büyük infial uyandıran 26 erkeğin tecavüz ettiği 13 yaşındaki N.Ç’nin “rızasıyla” ilişki kurduğu yönündeki kararı onayan Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin Başkanı Fevzi Elmas, verdikleri kararın Yargıtay içtihatları ile uyumlu olduğunu savundu.Benzeri pek çok vaka ve olay yaşandı ancak bazıları daha ses getirdi,münevverin öldürülmesi davası sonunda kararı beğenmeyende vardı beğenende;
Bu ne rezilliktir!!!!!! Şeklinde haberler yapıldı,toplum vicdanı sızladı,yalan veya doğru bir sürü haberler yapıldı.13 yaşında bir kız ÇOCUĞU nasıl kendi rızasıyla böyle birşeyi kabul ederdi.!!!! Aralarında Jandarma, Bankacı, Devlet memuru ve Öğretmeninde olduğu 26 kişiye asgari ceza uygulayan zihniyete yazıklar olsun dendi.!!!! Şimdi kime nasıl güveneceğiz??dendi.Evet kime neye hangi sisteme nasıl güvenecekler,bu haberleri işin tam doğrusunu öğrenmeden yazan adalete olan güveni sarsan gazeteciler bu vebali taşıyabilecekler mi,yada evet doğru yaptılar yargıtay yani adaletin en üst mercii de böyle yaparsa biz neden eleştirmeyelim,hukuk mu önce gelir toplumun değer yargılarımı yada toplumun değer yargıları o ülkede uygulanan hukuk sistemine uygun olmaz mıydı.hukuk neydi,vicdan neydi.Bakın benim her zaman yaptığım gibi sözlükten iki tanım,neden bunu yapıyorum kavram kargaşasını önlemek adına zira kavramları doğru bilmez iseniz doğru teşhislerde koyamazsınız ve toplum anlaşamaz.

Vicdan:Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç:
"Tüm insanlar dünyaya, kafa ve yüreklerinde bir iç mahkeme ile gelirler. Bunun adına vicdan denir."

Adalet:
1 . Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe.
2 . Hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme.
3 . Bu işi uygulayan, yerine getiren devlet kuruluşları.
4 . Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk. 
-Hukukun ilk ortaya çıktığı günden bugüne kadar, belki de en önemli sorunu, bir uyuşmazlığın içinde yer alan, tarafı olan ve uyuşmazlığı çözenlerin, bu uyuşmazlık süreci içerisinde ortaya koydukları davranışların ahlakiliği sorunudur. Bir hukuk kuralını koyarken ve bu kuralı uygularken bunun toplum vicdanında da kabul görebilir olması, sorunun çözümünde, kuralların içerisinde kalınıyor görünse dahi ahlaka aykırı davranılmaması gerekir. Bu sebepledir ki, hukuk felsefesi ve genel kamu hukuku anlayışı ve anayasa hukuku ile insan hakları bakımından, kanunî olma, hukukî olma ve meşru olma arasında ayrımı yapılmıştır. Hukukun temel meslek alanlarında çalışanlar, vicdan ve ahlâk ilkelerine uygun davranmakla yükümlüdürler. 
Hakim, savcı, avukat, noter gibi mesleklerin ilkelerinin özünde meslek ahlakını korumak, hukuk etiğini yerleştirmek yatar. Hukukun temel meslek alanlarında çalışanlar, hukuka bağlılıkları için yemin ederler. Yemin, ahlaki bağlılık ve vicdani yükümlülüktür. 

Ahlâk, toplumsal vicdanın toplumun kendisi ile hesaplaştığı noktadır. 
Hukuk kurallarının temelinde, topluma mal olmuş ahlâki anlayışlar yatar. 
Hukuk ve ahlâkın kesiştiği nokta, vicdandır. 
Hukuk ve kanun, vicdani kanaat oluşturulurken dikkate alınan ölçü ve sınırdır. 

Hakim karar verirken kendi vicdanı ile baş başa kalacak, soyut ve genel hukuk kuralları ve objektif ölçüler içerisinde, ve fakat sübjektif bir husus olan vicdani kanaatin doğrultusunda hüküm bildirecektir.
Anayasa ve Türk Medeni Kanunu vicdan ve ahlakın hukuk kurallarının gereği ve emri olduğunu belirtir. Vicdan, hukukun temel metni olan Anayasa’ya göre de son noktadır. 
Anayasa’nın 138. maddenin 1. fıkrası, kanun ve hukuka değil, vicdani kanaate vurgu yapar: 
"Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak, vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler." 
Vicdani kanaate göre karar vermek, keyfi karar vermek değildir; mahkeme kararlarının gerekçeli, hukuki ve mantıki örgünün özenli, neden-sonuç ilişkilerinin eksiksiz olmaları gerekir.
Hukuk bugün ülkemizde vicdan ve ahlâk açığı vermektedir. Bu saptama çok ağır ve incitici gelebilir. Ancak, ne yazık ki, siyaset, bürokrat, yargı erki üçlüsü içinde dönen bozuk çark, ülke gündemini her gün değer kaybı ile işgal eder hale gelmiştir. 
Sağlam durmayan adalet, siyaseti hizmet değil itibar, kazanç ve menfaat kapısı gören siyasetçiyi ne mahkûm ederken, ne de aklarken inanılır olmakta, hükümler toplumun vicdanı ile örtüşememektedir. Bu olgunun yarattığı ağır tahribat sonucu, Halkın devlete ve yargıya güveni azalırken,
Hukuksuzluklar nasıl olsa başkaları da yapıyor şeklinde meşruluk kazanmakta,
Kural ihlal etmek ve kural dışı davranmak ülkemizde her alanda alışkanlık haline gelmekte,
Hukuk kargaşası, demokrasimizden, ekonomimize kadar yaşamın her alanında etkilemekte, geleceğimizi karartmaktadır.
Acı da olsa, şunu kabul etmek gerekir ki, ülkemizdeki hukukçuların önemli bir kısmının bilgisizlik ve ilgisizlik sorunu vardır. 
Teknolojik yeniliklere, dünyadaki hızlı gelişmelere, ülkemizde arka arkaya yapılan kanun değişikliklerine intibak edecek nitelikte hukukçu yetiştirilememiş, bilgi eksikliği giderilemediği gibi, bunlara neredeyse ilgisiz kalan önemli bir hukukçu kitlesi de oluşmuştur. 
Bu niteliksiz kitlenin "uygulama başka teori başka" şeklindeki hukuki safsatayı ihdas etmiş, arkasına sığınmış oldukları görülmektedir. 
Vicdan ve ahlâk açığını görmemezlikten gelmek ve ertelemek mümkündür; ancak sorun, bir gün altından kalkılamayacak bir çığa dönüşerek, onu harekete geçirecek ilk küçük titreşimle, hem o sorunu yaratanları hem de onlarla birlikte masumları da içine alarak yutacaktır.
 
Hakimin devlet adına değil, millet adına karar verdiğini unutmayalım. 
Frederick Nietsche’nin bir sözü ile bağlayalım: “Yaptığınız işin felsefesini yapmazsanız yalnızca teknisyen olarak kalırsınız.”

Bir Giriş Yaptık, uzundu ancak gerekliydi;
Hukuk kurallarıyla ahlak kuralları arasındaki temel fark, hukuk kurallarının ahlak kurallarına göre yaptırım gücünün yüksekliği, hukuk kurallarına aykırı davranıldığında devletin zor kullanma yoluyla bu aykırılığı gidermesi veya hakkı yerine getirmesidir. Bunun dışında, hukuk da ahlak da toplumsal düzen kurallarıdır; her ikisi de toplumun birlikte yaşamasını sağlamaya, toplum düzenini ayakta tutmaya yarar.
Her ne kadar hukuk ve ahlak arasında farklılıklar bulunsa da, bu iki kural türü birbirini yok sayamaz. Her şeyden önce ahlak, meşru oldukları sürece hukuk kurallarına uygun davranmayı emretmekte, bir çok hukuk kuralının temelinde de tüm insanlığa veya o topluma malolmuş ahlaki anlayışlar yatmaktadır.
Hukuk ve ahlakın kesiştiği diğer bir nokta ise vicdandır. Zira, ahlak kişinin vicdanı ile hesaplaşmasını; hatta toplumsal vicdan toplumun kendisi ile hesaplaşmasını gerekli kılar. Hukuk ise, bir mahkeme kararına ihtiyaç duyulduğunda, kurallar ve objektif ölçüler içerisinde de olsa hâkimin vicdanının hakem kılınmasıdır.

I. GENEL OLARAK VİCDAN VE AHLAKIN HUKUK İÇERİSİNDE DOĞAL VE POZİTİF TEMELİ
Hukukun ilk zamanlardan beri, belki de en önemli sorunu, bir uyuşmazlığın içinde yer alan, tarafı olan ve uyuşmazlığı çözenlerin, süreç içerisinde ortaya koydukları davranışların ahlakiliği sorunudur. Hukuk kuralını koyarken veya uygularken bunun toplum vicdanında da kabul görebilir olması, sorunun çözümünde, kuralların içerisinde kalınıyor görünse dahi ahlaka aykırı davranılmaması gerekir. 
Bu konuda, gerek iç hukuk gerekse özellikle insan hakları çerçevesinde uluslararası düzenlemelerde bir çok pozitif temel bulmak mümkündür. 
Anayasanın 138. maddesinin 1. fıkrasında "Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler." denilmektedir. Hâkimin hüküm verirken kendi vicdanı ile başbaşa kalacağı ve değerlendirme yapacağı açıktır.Yani, vicdani kanaate göre karar vermek, keyfi karar vermek değildir. Hukukun kabul ettiği vicdani kanaat, objektifleştirilmiştir,görüldüğü üzere, sınırları ve ölçüsü belirtilse de, hukukun son noktası, temel hukuk metni olan Anayasa'ya göre dahi vicdandır.
 
Benzer şekilde, hukukun vazgeçilmez temel ilkelerinden birisi dürüstlük kuralıdır. Dürüstlük kuralı 
TMK'nın 2. Madde 1. fıkrasında, "Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kuralına uymak zorundadır." denilerek bu konuda bir zorunluluk getirilmekte, ardında da 2. fıkrada "Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz." denilerek yaptırımı da ortaya konulmaktadır. Dürüstlük, aslında bir ahlaki ölçüdür ve bu ölçünün hukuka doğrudan yansımasıdır.
Çok basit bir şekilde Anayasa ve Türk Medeni Kanunu hükümleri dikkate alındığında vicdan ve ahlakın bizatihi hukuk kurallarının gereği, hatta emri olduğu ortaya çıkmaktadır. Vicdan ve ahlakın hukuk içerisindeki önemi sebebiyledir ki, hukukun temel meslek alanlarının kendine özgü meslek ilkeleri vardır. 
Hukukun karar merciinde olan hâkimlerin sahip olmaları gereken vasıfları eski hukukumuzda Mecelle'de (m. 1792) "Hâkim, hakim, fehim, müstakim ve emin, mekin, metin olmalıdır." denilerek bugün de geçerli olan ölçülerde özel olarak sayılma ihtiyacı duyulmuştur. 

Çözülmesi gereken sorun şudur:
Biz bugün, hukuk kurallarını koyarken, hukuku öğrenip öğretirken ve uygularken bu kadar önemli olan vicdan ve ahlak ölçüsünün neresindeyiz? Aşağıda önce bu soruyu ve sorunu kısa ancak mümkün olduğunca net bir şekilde ortaya koymaya çalışacağız, daha sonra çözümü aramaya çalışacağız.

II. ÜLKEMİZDE BUGÜN HUKUKUN HER YÖNÜ İLE VİCDAN VE AHLAK SORUNU VARDIR
Belki yukarıdaki başlık çok ağır ve incitici gelebilir. Ancak sorunla acı bir şekilde yüzleşmeden ve gerçeği kavramadan, sorun çözülemez. Sorunu görmemezlikten gelmek ve ertelemek mümkündür; ancak sorun, bir gün altından kalkılamayacak bir çığa dönüşerek, onu harekete geçirecek ilk küçük titreşimle, hem o sorunu yaratanları hem de onlarla birlikte masumları da içine alarak yutacaktır. 
 
Şüphesiz hukuk kuralları belirli ihtiyaçlarla konulur, gerekirse yeniden düzenlenir. Ancak bugün ülkemizde, hukuk kuralları konulurken, toplumun gerçek ihtiyaçları dikkate alınmakta mıdır? Her zaman çok da makul ve meşru olmayan etkilerden uzak kurallar koyabilmekte miyiz? Toplumun tümünü etkileyen kurallar, gereği gibi tartışılabilmekte, menfaat dengesi tam olarak kurulabilmekte midir? Bir bütünü ve sistemi içinde barındırması gereken kuralların, bazen bütünlüğü ve sistematiği neden bozulmaktadır? İstisnalar, kimler ve ne için getirilmekte veya neden bazen istisnalar kurallara dönüştürülmektedir? Kurallar konulurken menfaat ve hak dengesi yeterince gözetilip korunabilmekte midir? Bazı kurallar ihtiyaç olmadığı halde neden çok sık değişmektedir; bazı kuralların değişmesi gerekirken neden değişmemektedir? Neden kanunların sistematiği, kavramları ve bütünlüğü, hukuk doktrinine aykırı popüler sebeplerle bozulmaktadır? Tüm bu sorulara vereceğimiz cevaplar, kurallar konulurken vicdan ve ahlakın neresinde olduğumuzu da belirleyecektir.
Hukuk eğitimini, hukuk fakültelerinden başlayıp mesleğin staj ve meslek içi eğitimi olarak bir bütün olarak düşündüğümüzde, hukuk eğitimimiz içinde vicdan ve ahlak boyutunun tam sağlandığı söylenebilir mi? Eğer tamsa şu sorular anlamsız sorular mıdır? Hukuk fakültelerini açarken, öğretim üyesi yetiştirirken hangi amaca hizmet ettiğimizin gerçekten farkında mıyız? Eğer farkındaysak neden öğretim üyesi olmayan, kütüphanesi bulunmayan ve öğretim üyesi yetiştirmek yerine hazır öğretim üyelerini kullanan fakülteler açmaktayız? Genç insanların önüne model olarak koyabilecek öğretim üyesi, avukat, hâkim ve savcılarımızın oranı nedir? Kaç öğretim üyesi, kuru hukuk kurallarını aktarmanın ötesinde, öğrencilerine hukuk bilincini aşılamanın telaşı ve çabasını göstermekte, kaç öğretim üyesi duruşu, söylemi ve davranışıyla bu konuda inandırıcı bir örnek olabilmektedir?

Kaç avukat, hâkim ve savcı, kendi cahilliğini, "uygulama başka teori başka" yalanının arkasında gizleyerek, genç hukukçuları baştan yanlış bir kabulle mesleğe hazırlamakta? Kaç avukat stajyeri, ilk mesleğe başladığında biri isterse ben nasıl rüşvet veririm endişesini taşımakta? Kaç stajyer, "bu işler senin bildiğin ve fakültede öğretildiği gibi yürümez" sözünü duymakta? Kaç baro, erdemli olmanın gerçek kavgasını vermekte? Kaç meslek kuruluşu ideolojik ve politik saplantılar ve bir yerleri tutma telaşı dışında, gerçek hukukçular, avukatlar yetiştirmeyi, önce meslek ilkelerini ayakta tutmanın çabasını göstermekte? Adalet Bakanlığı, daha bilgili, daha insan, daha ahlaklı hâkim, savcı, icra memuru, yazı işleri personeli yetiştirmek için hangi plan ve projeleri hazırlamakta, hazırlıyorsa bunları nasıl uygulamakta? Bu soruları zihnimizde rahatlıkla çoğaltabiliriz.
Şüphesiz bu soruları ülkemizdeki hukuk uygulamasına taşıdığımızda adeta sonsuz soru ve sorun yumağı ortaya çıkacaktır. Biz sadece, başlığa dönerek önce tespiti yapıyoruz: Ülkemizde hukukun vicdan ve ahlak sorunu vardır. Bu tespit bir yalansa, o zaman, neden yargının en üstündeki insanlar dahi, vicdanları ile cüzdanları arasında sıkıştıklarını söylerken bunun etkisini düşünmemekte? Bu tespit yalansa, neden bir mahkeme kaleminden, bir icra dairesinden başlayarak yukarılara kadar her yeni günle, hukukun meşru sınırlarını zorlayarak bir şeyler yapma çabası sürdürülmekte? 

Neden hâkimler, makul gerekçelerle kendine açıklama yapıldığında, yanlış bir karar verdiğini zihninde tartışmak yerine, "kararı beğenmiyorsan temyiz et!" kolaycılığına kaçmakta? Neden, bir avukat, yine aynı sıralardan geçerek geldiği hâkimin çabasını küçümsemekte? Neden, bir avukat kendisinin iş seçme şansı varken, hâkimin önüne gelen her sorunu çözmek mecburiyetinde olması gibi, insanı aşan bir mesleği icra ettiğini düşünerek ona yardımcı olmamakta? Neden, hâkim, avukatın yargılama içinde yer almakla birlikte, müvekkiline karşı da meram anlatmak zorunda olduğunu; neden avukatlar hâkimlerin kendileri için değil, doğru bir karar vermek için çalıştığını unutmakta? Neden hâkimler, savcılar, avukatların; avukatlar, hâkimler ve savcıların, hatta birbirlerinin işini kolaylaştırmamakta? Neden en iyi avukat, sadece en iyi parayı kazanan avukat sayılmakta? Ve neden, vatandaş, kararın gerekçesinden davayı hangi sebeple kazanıp ve kaybettiğini anlamamakta? Neden, dünyanın hiçbir yerinde yokken "dosya münderecatına ve toplanan delillere göre" sihirli kalıbı, yerel mahkemelerden başlayıp en üst yargı organlarına kadar bir kararın gerekçesi ve formülü sayılmakta? 

Neden "tapuya yazılan yazının gelmediği anlaşıldığından..." sözünü duymak için duruşma kapısının önünde avukatlar saatlerce beklemekte ve beklemediğinde de her ne kadar tapudan yazı gelmemiş olsa dahi "dosya müracaata bırakılmakta"? Ve neden avukat, hâkim, savcı, kalem personeli, icra memuru, infaz memuru, kendileri için günlük mutad sayılan işlerin, aslında yargı organları önüne gelen insanlar için, hayatlarının en önemli işi olduğunu ve belki de doğrudan hayatları olduğunu düşünmemekte?

Ve neden kimse bu soruların arkasına gereği gibi düşmemekte? Neden bu soruları soran insanlar, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerin peşindeymiş gibi, biraz da hafife alınarak dinlenmekte, hatta dinlenmemekte ve belki de cezalandırılmakta?

III. HUKUKUN VİCDAN VE AHLAK SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ

1. Gerçekten Bu Sorunu Çözmek İstiyor muyuz?
Yukarıda ortaya konulan sorunlar, çözümsüz sorunlar mıdır? Çok açık ve kısa cevap verilecekse hayır; her sorun gibi, eğer çözülmek istenirse yukarıdaki sorunların da çözümü vardır, hem de çok kısa sürede çözümlenebilir. Burada mesele şudur: Biz bu sorunu gerçekten çözmek istiyor muyuz istemiyor muyuz? Ülkemizdeki hukuk, daha doğrusu hukukun etik sorunu neden çözülmemektedir veya çözülememektedir? Kanaatimizce bunun çok basit bir cevabı vardır: Mevcut sistem neredeyse herkesin işine gelmektedir. Bir ülkede eğer yargıya bütçeden ayrılan pay, yüzdelerle değil binlerle ifade ediliyorsa, o ülkenin siyasetçileri ve ülkeye yön veren yöneticileri adalet sorunu çözmek istemiyor demektir. Çünkü, sağlam bir adalet, keyfi davranan bürokratın, hesap vermek istemeyen siyasetçinin işine gelmemektedir. Sağlam bir yerde durmayan adalet, ne vatandaşına karşı hoyrat, amirine karşı kurnaz, kendi menfaatini ve konumunu her şeyin önünde tutan bürokratı ne de siyaseti hizmet değil itibar, kazanç ve menfaat kapısı gören siyasetçiyi sorgulayıp yargılayabilir. Maalesef, bugün artık siyaset, bürokrat, yargı üçlüsü içinde dönen bozuk çark her gün ülke gündemini işgal eder hale gelmiştir. Bu o kadar ağır tahribat yaratmaktadır ki, bir yandan halkın devlete ve yargıya güveni azalmakta, diğer yandan hukuksuzluklar nasıl olsa başkaları da yapıyor şeklinde meşruluk kazanmakta, ayrıca kural ihlal etmek ve kural dışı davranmak hayatın her alanında alışkanlık haline gelmekte, bu hukuk kargaşası, ülkemize yapılacak yatırımları dahi etkilemektedir.
 
Acaba sorunun çözülmemesinin tek suçlusu, siyasetçi ve bürokratlar mıdır? Şüphesiz hayır. Maalesef bizzat yargının sav, savunma ve karar üçgeninde ciddi sorunlar bulunmaktadır. Şunu kabul etmek gerekir ki, ülkemizdeki hukukçuların önemli bir kısmının bilgisizlik ve ilgisizlik sorunu vardır. Özellikle son on on beş yılda gerek teknolojik yeniliklerin gerek dünyadaki gelişmelerin hızlanması gerekse ülkemizde arka arkaya yapılan -bazen gereğinden fazla hızlı- kanun değişiklikleri karşısında buna intibak edecek kalitede hukukçu yetiştirilememiş, bilgi eksikliği giderilemediği gibi, bunlara neredeyse ilgisiz kalan önemli bir hukukçu kitlesi de oluşmuştur. Eğer bir alanda kanun tekse, teori başka uygulama başka olamaz. Şayet bir farklılık varsa ya teori yanlıştır ya uygulama yanlıştır.          

Şüphesiz bugün gelinen noktada, Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar, ülkemizde ciddi bir doktrin ve içtihat zenginliği oluşmuştur. Özellikle son yıllarda bir kısmı bilineni tekrar etse, bilimsel yeterliliği bulunmasa, hatta yanlışlarla dolu olsa da, gerek doktinde gerekse uygulamada bir çok kitap, makale yayınlanmaktadır. Bunun anlamı, her hukukçunun bir şey söylerken, yazarken ve bir sorunu çözerken ciddi bir araştırma yapması zorunluluğunun bulunduğudur. Bu ise şüphesiz zahmetli bir iştir. İşte bu zahmetli işle uğraşmak istemeyen kişiler alıştıkları sistemi sürdürme çabası içindedirler. Çünkü, bir kitap karıştırmadan, kanuna bakmadan hikayeler anlatılan dilekçeler, gerçek bir hukuki dayanağı olmayıp "karakuşi yargı" ürünü kararlar yazmak kolaydır ve caziptir; hukuki çabanın ve bilginin ise değeri kalmamıştır. Böylece, günlük rutini bozmak istemeyen hâkim, alıştığı yöntemleri sürdürmekte, yeni bir şey var mı diye araştırmamakta; icra memuru veya mahkeme kalemiyle olan ilişkileriyle bazı günlük işleri rahatlıkla yürüten avukat, yeni bir şey araştırma ihtiyacı duymamakta; eski köye yeni adet getirmek istemeyen kalem ve icra görevlileri "biz yıllardır bunu uyguluyoruz, yeni mi çıktı" kolaycılığına kaçarak, değişen bir kanun hükmünü veya yeni çıkan içtihadı bile görmemezlikten gelebilmektedir.
 
Değişim zordur ve sancılıdır. Ancak değişip gelişmiyorsanız, çürüyüp ölmekle karşı karşıyasınız demektir. Yukarıda açıklanan kolaycılık, bilgisizlik ve ilgisizlikten kurtulmadıkça sorunları da çözmek mümkün değildir. Tekrar başa dönecek olursak, sorunu çözmek istiyorsak çözeriz; çözmek istemiyorsak çözmeyiz.
   
Burada iş çokluğu, imkân kıtlığı vs. şeyler bahane değildir. Gerçekten insanlar yüreğinde hissediyor, gerekli çabayı gösteriyorsa iki şey ağaç gölgesinde dahi yapılabilir: Adalet ve bilim. Tarih bunun nice örneği ile doludur. Ayrıca bugün söylendiği kadar kötü durumda olduğumuzda gerçek değildir. Örneğin, duruşmalar ve dosyalar çok denilmektedir. Bir durumu gözden geçirelim. Bu dosya bolluğunun önemli bir kısmı da devletle vatandaşlar arasındaki uyuşmazlıklardır. Örneğin, bir memur hakkında verilen standart yanlış karar yargıda bozulduktan sonra ilgili idari birimin veya bakanlığın artık o konudaki uygulamasını değiştirmesi gerekirken, aynı durumda olan yüzlerce memur için idare, hukuka aykırı uygulamasını sürdürdüğünden o durumda olan her kamu görevlisi dava açmak zorunda kalmaktadır. Gerçekten dosya çokluğu, duruşma fazlalığı olan yerler büyük şehirlerdir. Bunun dışında yargı çevrelerinin büyük bir kısmında, iş çokluğu değil, bilakis iş azlığı vardır. Hatta hâkimler çıkardıkları dosya sayısını artırıp terfi edebilmek için özel çaba göstermektedirler. Büyük şehirlerde ise, özellikle duruşmaların büyük çoğunluğu hâkimlerin ve avukatların özellikle kanun ve usûl hükümlerini uygulamamalarından, davaları uzatıcı işlemlerinden kaynaklanmaktadır. Adliyelerdeki duruşmalar iyi izlenirse, günde 60-70 duruşması olan bir mahkemenin, dosyalarının neredeyse üçte ikisi bir yerden evrak gelmemesi, belge ve bilgi gelmemesi sebebiyle yapılan şekli göstermelik duruşmalardır ve çoğunlukla "davacı vekili geldi davalı vekili geldi, açık duruşmaya başlandı, nüfusa yazılan yazının gelmediği görüldüğünden duruşmanın .... tarihine ertelenmesine" şeklinde geçmektedir. Avukatlar ne söylerse söylesin, hâkimler "dilekçemi tekrar ediyorum dedi" şeklinde zabıt tutmakta, çoğunlukla da avukatlar da işi çözecek etkili bir söz ve konuşma yerine dilekçelerini tekrar etmektedirler. Bunun sebebi, hâkimin de avukatın da duruşmalara yeterli hazırlıkla çıkmaması, etkili ve doğru konuşma ile etkin dinleme alışkanlığının oluşmamasıdır. Oysa adil yargılanma hakkının temel unsurlarının başında hukuki dinlenilme hakkı gelmektedir. Eğer duruşmada dilekçeler tekrar edilecekse neden duruşma yapılmaktadır? Bu söylenenler dikkatle incelenir, gereği yapılırsa sorun çözülecek 60-70 duruşma sayısı 10-20'ye düşecektir. Ancak bunun için usul kanunlarını bilen, anlayan, uygulayan avukat ve hakimler, bunun arkasında duracak bir Yargıtay, denetimlerde buna dikkat eden adliye müfettişleri gereklidir. Yani, çözüm bilgili ve ilgili hukukçuda yatmaktadır. 

2. Sorunu Çözmek İçin Öneriler
Ülkemizdeki hukukla ilgili sorunların çözümü için, önce hukuk bilincini taşımak, sonra da hukukun ve hukukçu olmanın önemini ve değerini kavramak gerekir. Bunlardan önce insan olmanın bilinci içerisinde olunmalıdır. Zira, mahkemelere gelip gidenler dosyalar, tutanaklar ve kağıtlar değildir; yargılamanın tarafı insanlar, onları savunan ve onlar hakkında karar verenler de yine insanlardır. Bu sürekli hatırlanırsa sorunlar daha kolay çözümlenecektir.
Hukuk fakültesinden başlayarak hukuk bilinci içerisinde olan hukukçular yetiştirilmelidir.
Ülkemizde hukuk fakültelerinin kuruluşundan başlayarak, bir etik sorunu vardır. Bugün hukuk fakültelerinin sayısı neredeyse kırka yaklaşmasına rağmen, istenen standartta öğrenci alıp mezun eden fakülte sayısı dördü beşi geçmemektedir.Bilgi yönünden eksik, ilgi yönünden zayıf, etik değerler yönünden hiç irdelenmeyen hukukçular yetişmeye başlamıştır. 
Avukat ve hâkim olmak, basit hukuki bilgilerin ve eğitimin ötesinde daha ciddi bir alt yapıyı gerektirir; bazı insanlara iş bulmak, toplumun geleceği ve kaderinden daha önemli hale getirilmemelidir. Klişe kalıplarla, form dilekçeler, matbu kararlar yazabilen, yaratıcılığı ve araştırmacılığı olmayan, yazılı ve sözel olarak kendisini eksik ifade eden hukukçular yetiştiriyoruz. Öğretim üyesi ile kanunla, hukukla, diğer hukukçularla iletişim içinde olmayan bir öğrencinin vicdan, ahlak, etik değerleri tam olarak kazandığı söylenebilir mi?
 
Bugün bir çok alanda olduğu gibi hukuk alanında da yüksek lisans ve doktora programlarının bir kısmı hatır için unvan dağıtılan yerler haline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda yarı gerçek yarı rivayet, hafife alarak ifade ettiğimiz "beşik ulemasından" sonra, yetersiz şekilde, alt yapısı olmadan kurulan yüksek lisans ve doktora programları ve bazen de özenli öğrenci seçilmeyen ya da bilimsel yetersizliklere göz yumularak yürütülen bu programlardan "hatır uleması" yetiştirilmekte, hatta bu kişiler bazen yardımcı doçent daha sonra doçent ve profesör olarak öğrencilerin ve diğer hukukçuların kaderine yön vermektedir. 
Hukuk fakültelerinde birinci sınıftan başlayarak, öğrencinin vicdani kanaat oluşumunu olumlu etkileyecek dersler konulmalı ve uygulamalar yapılmalıdır. Örneğin, kaç hukuk fakültesinde tarihin ve ülkemizin büyük ve önemli davaları öğretilmekte ve tartışılmaktadır; kaç hukuk fakültesinde öğretim üyeleri bunlardan gereği gibi söz etmektedir, kaç hukuk fakültesinde öğrenciler bir uyuşmazlığı kendi sorumluluklarında araştırıp inceleyerek çözmekte ve bunun sonucuna katlanabilmeyi öğrenmektedir? Hukuk, bilgi ve vicdanla olgunlaşır, söz ve yazıyla kendini ifade eder. Ülkemizde, genel olarak bu dört unsurdan, sadece hukuki bilgi yüklemesi yapılmaktadır. Ayrıca, öğrencilerin özellikle ilk dört yarıyıldan sonra, adliyede zaman zaman staj yapmaları sağlanarak öğrenciyken bu ortamı ve sorunlarını yerinde anlamalarına çaba gösterilmelidir.
   
Hukuk fakültesi öğretim üyelerinin kısmen sistemden kısmen kendilerinden kaynaklanan bir eksiliğini de burada vurgulamak gerekir. Maalesef bazı öğretim üyeleri neredeyse dışarıdaki gerçeklerden habersiz, olmayan sorunlar için çözüm üreten insanlar konumundadır. Bu çerçevede özellikle hukuk fakültesi öğretim üyelerinin fil dişi kulelerde oturup sürekli uygulamayı eleştiren insanlar olmaktan çıkarılıp uygulamanın içerisine girerek hem uygulamada yoğunlaşan sorunlara çözüm üretmelerinin sağlanması hem de onların bilgileriyle uygulamaya doğru yön verilmesine yardımcı olunmasının yolu açılmalıdır. Öğrencilere bilgi ve tecrübelerini aktarmaları, hem öğrencilerin önlerine model koymak hem de bu yönde etik değerlerin olgunlaşmasına katkıda bulunacak örnekler sunmak bakımından yararlı olacaktır.
Şüphesiz bu çaba sadece hukuk fakültelerinde değil, mesleğin staj eğitiminde çok ciddi şekilde de sürdürülmeli; hâkimlikte ve avukatlıkta, meslek içi eğitimde bu çaba süreklilik kazanmalıdır.
 
Eğer bugün hukukumuzda bir etik sorun varsa, sorunlu insanlar da var demektir. Ancak, kaç hukuk fakültesi öğretim üyesinin, kaç avukatın kaç hâkimin işini gereği gibi yapmadığından veya bu etik değerlere önem vermediğinden bir yaptırımla karşılaştığını soracak olursak neredeyse hiç denemek gerekecektir. Yani, burada sorun büyük, ancak onu yaratan sorunlu insanlar yokmuş gibi davranılmaktadır. Üniversitelerin, Baroların, Adalet Bakanlığının, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun bu konuda daha hassas davranması, hatta önceliği bu konuya vermesi gerekir.
 
Hukukun ilk çıkış noktası savunmadır. Çünkü, hukuk uygulaması, önce bir insanın başkasına haksızlık yapmasıyla ve haksızlığa uğrayanın da kendini savunmasıyla başlar, kendini savunmayan kendisi yerine daha iyi savunacak birini aradığında da avukatlık mesleği ortaya çıkmıştır. Bu sebeple avukatlık gerçekten çok önemli bir meslektir; haksızlığın karşısında duruşu sergiler. Ciddi ve kararlı bir tutumla, her şeyi bir kenara bırakarak el birliği ile bu kirlenmişlik çarkından ne pahasına olursa olsun çıkma kararı alsa ve bunu ciddi bir şekilde uygulasa, buna aykırı davranan meslektaşlarına gerekli cezaları verebilse, bu konuda işbirliği yapmayan adliye personelinin gerekli yaptırımlarla karşılaşması için tüm çabasını gösterse bu sorun çözülmez mi? 

Avukatlık stajı daha ciddi yapılmalı, hem hukuki bilgiyi uygulama hem de meslek etiğini kazanma aşaması olarak düşünülmelidir. 
Kanaatimizce hâkimlik ve savcılık mesleği de birbirinden ayrılmalıdır. Çünkü, hâkimlik hukukun vicdani kanaat bakımından zirve noktasıdır. Yukarıda açıklanan hukuk uygulaması içinde, uyuşmazlığa düşen iki taraf, uyuşmazlığı çözmek için sonunda bir üçüncü kişinin vicdanını hakem kılma ihtiyacını duyar, o kişi de adeta insanüstü bir iş yapan hâkimdir. Bu sebepledir ki, bir düşünürün ifadesi ile "hâkimler hukukun hem kölesi hem de efendisidir". Hâkimler hukukun kölesidir; çünkü, onların ağır bir manevi yük altında bulundukları açıktır. Hâkimler hukukun efendisidir; çünkü, onlar sözünü söyledikten sonra, bu söz ne kadar yanlış olursa olsun, artık söylenecek başka bir söz yoktur. Bu ağırlık, onların sadece yeterli hukuk bilgisini değil, gerekli insani donanımı taşımalarını da zorunlu kılmaktadır. 

Bugün ülkemizde, 22 yaşında hukuk fakültesi bitiren, iki yıl staj yaptıktan sonra 24 yaşında hâkim olan genç insanlardan, diğer insanların kaderleri hakkında karar vermesini bekliyoruz. Belki insanoğlu 24 yaşında, ülkeler fethedebilir, etmiştir de; ancak bu yaşta insanların kaderi hakkında karar verecek olgunlukta mıdır? Zira, ülkeleri fethedenler hakkında da, karar verecek olanlar yine hâkimlerdir. Bu sebepledir ki, hâkim olacak kişilerin mutlaka belirli bir olgunluğa da erişmiş olmaları gerekir. 30 yaşından önce bu olgunluğa ulaşmanın ne kadar güç olduğu da açıktır. Bu sebeple özellikle hâkimlerin, belirli bir süre, kanaatimizce en az beş yıl avukatlık yaptıktan ve bir süre de hâkim yardımcısı olarak çalıştıktan sonra, bağımsız bir şekilde karar verecek olgunluğa ulaşacaklarını düşünüyoruz.Ayrıca, avukatlık yaparken yaşadığı olaylar, hâkimde ciddi bir hukuk ve hayat olgunluğu ve tecrübesi doğuracaktır.

Hâkimlerin daha bağımsız ve yaratıcı karar verebilmeleri bakımında önmli bir engel de kanaatimizce hâkimlerin yükselme ve ilerlemelerinde uygulanan sistemdir. Bu sistemin mutlaka gözden geçirilmesi gereklidir. Bu sebepledir ki, bazen üst mahkemelerin yanlış kararlarına karşı dahi, hâkimler direnme cesaretini göstermemektedirler.

Hâkimlikle savcılık da birbirinden ayrılmalıdır. Çünkü, hâkimin taşıması gereken vasıflar farklıdır. Hâkim bağımsız ve tarafsız bir noktada dururken, savcı aslında taraftır; kamu adına hareket eder, gereğinde devleti temsil eder. Bu sebeple uzun süre savcılık yapan bir hukukçunun, daha sonra hâkimlik yapmaya başlaması, kişilikte rol kayması veya sapmasına yol açabilecektir. Kaldı ki, uzun süre savcılık yapan birinin de hâkimliğin düşünce tarzını kabullenmesi kolay olmayacaktır. 

Bu kısa sayılabilecek değerlendirmeden varılması gereken en önemli sonuç, hukukçular yetiştirilirken ve mesleklerini uygularken, öncelikle hukukçu bilincini taşımalarının öğretilmesi zorunluluğudur. Eğer adalet mülkün temeliyse, temelin su almamasına, sarsıntıya karşı sağlam durmasına dikkat edilmelidir. Bazı şeyler vardır ki, üzerinde en küçük tereddütü dahi taşıyamaz; adalet o şeylerdendir.
Hukuk bilincini sağlamak için eğitim önemlidir, ancak bu yan faktörlerle de mutlaka desteklenmeli, korunmalıdır. Örneğin, bir masa ve sandalyeden oluşan bir hukuk fakültesinde eğitim alan öğrenci mi, yoksa binasından girerken hukuku algılayabileceği bir mimariye sahip hukuk fakültesinde okuyan bir öğrenci mi bu duyguya daha çok sahip olur? Keza, boş ve soğuk duvarları olan hukuk fakültelerinde okuyan öğrenciler mi, yoksa her bir duvarında bir temel hukuk metnini görerek geçeceği ve dört yıl içinde bunlara aşinalık kazanacak öğrenciler mi daha çok hukuka sahip çıkar? Hâkim, depodan bozma bir yerde duruşma yapınca mı, yoksa adalet sarayı ismine yakışan, o şehrin en görkemli binasında yargılama yapınca mı daha sağlıklı karar verir? Şüphesiz bir hâkime milyarlarca lira verseniz de, trilyonlarca liralık davalara bakacaktır; ancak en azından gelecek endişesi taşımayan bir hâkim mi, yoksa yarın ne giyeceği konusunda tereddütü olan bir hâkim mi daha doğru karar verir? Davasının akibeti konusunda tereddütü olmayan bir avukat mı, yoksa acaba dilekçem okunur mu, duruşmada söylediklerim ciddiye alınır mı diyen bir avukat mı mesleğini daha iyi yapar?

Sonuç olarak;Özetlersek: Hukukun, vicdan ve ahlak, daha güncel ifade ile etik temeli bir kenara bırakıldığında aslında işlevini yerine getirmesi mümkün değildir. Maalesef bugün ülkemizde, hukukun çok ciddi bir şekilde etik sorunu vardır. Bu sorunun çözülmemesinin en önemli sebebi, herkesin, özellikle de hukukçuların bu sorunu gerçekten çözmek istememeleridir. Şayet bu sorun çözülmek isteniyorsa, önce hukukun her aşamasında bulunanların, öğrencisinden öğretim üyesine, avukatından hâkimine kadar kendisini gözden geçirmesi gerekir. Kendimize ve birbirimize bu konuda yalancı değil, samimi sorular sormalı ve acı cevaplarından da korkmamalıyız. Önce hukukçu gibi hukukçu yetiştirmeli, sonra bu bilinci korumak için çaba göstermeli, bu çabayı göstermeyenlerin hukukçu kimliğini taşımasına izin verilmemelidir. Almanların "güven iyidir, ancak kontrol daha da iyidir" sözünü burada hatırlamak yararlı olacaktır.
                                                                                     
(Bu köşe yazısı, sayın Av. Cihangir CAYRANCI tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)