Formül Karar ve Yargısal Aktivizm
Sırf iki dereceli yargı sisteminin uygulanacağından bahisle, Türkiye Cumhuriyeti’nin dört bir yanından gelen yargı kararlarının denetimini Ankara merkeze yönlendirmek de isabetli değildir. Bu yolla, bugüne kadar içtihatlarda tutarlılığın ve bir içtihat mahkemesi olan Yargıtay’ın tüm kararlarında formül kararlar yerine, somut gerekçelerin bulunduğunu söylemek de isabetli değildir. Nitelik ve tecrübeleri ne olursa olsun, yaklaşık dörtyüz yargıcın yüzbinler ve hatta milyonlarla ifade edilen dosya yükünün altından kalkması imkansızdır. Dairelerde bulunan tetkik hakimi sayısı ve niteliği ne derece fazla olursa olsun, asıl incelemenin daire yargıçları tarafından yapılması gerektiği dikkate alındığında, bu gerekliliğin yerine getirilmesinin bir mantığının olması gerekir. Dolayısıyla burada, hukukçuların kalitesini ve yeterliliğini tartışmak yerine, sistemin yanlışlığına işaret etmek isabetli olacaktır.
Anayasa ve usul kanunlarının açık hükümlerine rağmen, bu hükümlere aykırı karar verilmesi, esas itibariyle yargısal aktivizmin ta kendisidir. Anayasa ve usul hükümleri olmasa idi ne yapılacaksa, olduğunda da aynısının yapılıp, bu kararların denetlenememesi veya denetimden sonuç alınamaması hallerinde, tipik bir yargısal aktivizm gerçeği vardır. Yargıtay’ın somut gerekçeden uzak kararları, maalesef bu tipe bir örnek olarak dikkate alınmalıdır. Yargıtay, iş yükü sebebiyle veya Anayasa ve usul hükümlerine rağmen benimsediği yaklaşımla, ne kadar itiraza konu edilirse edilsin, bir içtihat mahkemesi özelliğinden uzak kararlar verebilmekte ve kararlarda çelişkilerin oluşmasına neden olabilmektedir.
Yargıtay’ın soyut, genel geçer ve basmakalıp sözlerden oluşan formül kararlarında, bireylerin ileri sürdükleri hukuki sebeplerin hangi somut gerekçelerle reddedildiğine dair ibareye yer verilmediği görülmektedir. Hukukilik denetimi yapan temyiz merciinin, Anayasa ve kanunların açık hükmüne rağmen hiçbir gerekçe göstermeksizin, özelde bireyin hak ve hürriyetlerine, genelde de kamu düzenine dair kararlar verirken kullandığı yöntem “formül karar” olmamalıdır. Hiçbir gerekçe, hukuki zeminde “formül kararı” anlayışını haklı konuma taşıyamaz.
Bir hukukilik denetimi mekanizması olan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararları incelendiğinde, esasına girilen her olayda tarafların tüm iddia ve savunmalarının gerekçeli olarak irdelenip açıklandığı görülecektir. 1 Temmuz 2003 tarihli Suominen-Finlandiya kararında İHAM, adaletin işleyişinin kamuoyu tarafından denetiminin ancak gerekçeli karar verilmesi halinde mümkün olabileceğini açıkça ifade etmiştir.
Anayasa hükümleri; yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarından ibarettir. Anayasa m.11, “hukuk devleti” ilkesinin bir gereği olarak “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” başlığı ile bu prensibi ortaya koymuştur. Yargı kararlarının gerekçeli olma zorunluluğu konusunda, Anayasa m.141/3, 138/1 ve CMK m.34 hükümleri tartışmasız netliğe sahiptir. O halde sorun nedir? Gerek bu hükümler ve gerekse Anayasa ve yasalarda mevcut diğer hükümler neden gereği gibi veya neden eşit ve istikrarlı bir şekilde uygulanamamaktadır?
“Hukuk devleti” ilkesinin özünün benimsendiği, dolayısıyla hukuk kurallarına gereken saygının gösterildiği ülkelerde, bir an için yargısal aktivizme yönelme olsa bile bu yöneliş, hukukun evrensel ilke ve esasları ile yürürlükte olan pozitif hukuk kurallarının sınırlarını aşmaz. Ülkemizde ise, Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun açık hükümlerine rağmen, özellikle iletişimin denetlenmesi, bu yolla elde edilen deliller ve hukuka aykırı delillerin akıbeti ile ilgili net hukuki düzenlemelere riayet edilmediği görülmektedir. Bu sebeple, en azından hukuka aykırı delillerin elde edilmesi ve yargılamada kullanılmasına ilişkin durumun, yargısal aktivizmden ziyade hukuki, yani “de jure” temeli olmayan, “de facto” bir uygulamaya dönüştüğünü görmek mümkündür. Bu uygulamanın esas sebebi, yargı kararlarını ve içtihadi tutarlılığı denetleyen bir mekanizmanın olmayışı veya etkisiz kalışıdır.
Hukukilik denetimini gerçekleştiren Yargıtay’ın verdiği kararların, en azından hukukçuların denetimine olanak sağlayacak şekilde herkese açık olmaması da, şeffaflık anlayışına uygun olmayan bu yapının korunmasına yönelik bir başka fiili uygulamadır.
Bu uygulama neticesinde; Anayasa ve kanunlara bakarak, gerçekleştireceği fiil neticesini, yani fiilin hukuki sonuçlarını öngörebilmesi gereken bireyin, bu öngörüsü imkansız hale gelebilmektedir ki, bu vaziyette hukukun evrensel ilke ve esaslarının zedelenme ihtimali kuvvetlidir.
Mevcut durumda, bölge adliye mahkemeleri kurulmadığı ve hukuk anlayışı değiştirilmediği sürece, devam eden itirazlarda ve itiraz konularında bir değişiklik olabilme ihtimali de pek mümkün gözükmemektedir. Belirtmeliyiz ki, 75 milyon nüfusa ve oldukça dinamik bir topluma sahip Ülkemizde; hukukilik denetimine, uyuşmazlığın esasına ve içtihat birliğinin sağlanmasına dair görevlerin, “yüksek mahkeme” sıfatı ile sadece Yargıtay tarafından icra edilebileceğini kabul etmek gerçekçi olmayacağı gibi, bu görevin ifasını sadece Yargıtay’dan beklemek de hakkaniyete uygun düşmeyecektir. Bu kadar dosya yoğunluğunun olduğu, ana işlevi maddi vakıa incelemek yerine, hukukilik denetimi yapmak suretiyle Ülkenin adli yargı sistemi üzerinde “yargı birliği” ilkesine uygun bir şekilde yıllara yaygın içtihat birliği temin etmek olan Yargıtay’ın, bu şartlarda ne kadar özveri gösterirse göstersin kendisinden beklenen görevi ifa etmesi mümkün gözükmemektedir.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)