‘Eğer bir aslan konuşabilseydi, biz onu anlayamazdık’ Ludwig WITTGENSTEIN
Felsefesinin merkezine aklı koyan, görünen varlıkların ciddi eksikliklerle dolu olduğunu, o nedenle fikirlerin gerçek varlıklarla olan ilişkisini tam olarak yansıtmadığını savunan Platon’un felsefesi, bizi iki ayrı dünyanın var olduğu görüşüne götürür. Bu dünyalardan biri, yaşadığımız sürece hemen her gün gördüğümüz sanal dünya, diğeri ise tam olarak görmediğimiz, algılayamadığımız gerçek dünyadır.
Kusurlu ve eksik yaratıklar olan biz sıradan insanlar, gördüğümüz dünyanın esiri oluruz. Platon’a göre, sadece filozoflar, gördükleri dünyanın esiri olmazlar. Zira onlar, bu dünyada gördüklerini yorumlayabilirler, dünyayı ve evreni kavrayabilirler ve dolayısıyla düşünceyi çok daha yüksek yerlere taşıyabilirler.
İnsan aklını sıradan akıl ve daha üstün akıl şeklinde ikiye ayıran Platon, bu seçkinci görüşünü ‘mağara alegorisi’ denilen bir benzetme ile açıklar. Bu benzetmeye göre bir mağarada oturmuş insanlar vardır. Mağaradaki ateş hareket eden insanları ve onların ellerinde taşıdıkları nesnelerin gölgelerini duvara yansıtmaktadır. Mağaranın duvarlarını seyreden insanların gördükleri şey sadece bu gölgelerden ibarettir.
Platon ‘Devlet’ isimli eserinde bu durumu şöyle anlatır; ‘Yer altında bir mağara, mağaranın önünde ışığa açılan bir giriş var. Mağarada insanlar yaşıyor. Tıpkı bizler gibi…Ateşin mağaranın duvarına düşürdüğü kendi gölgelerini ve diğer insanların gölgelerini görebiliyorlar sadece. Birbirlerine öyle sıkı şekilde bağlanmışlar ki, kafalarını dahi oynatamıyorlar. Arkalarında, yüksek bir yerde parlayan bir ateş var. İnsanlar, taştan ve tahtadan yapılmış, insana, hayvana, başkaca şeylere benzeyen değişik türden nesneleri, araçları taşıyorlar. İnsanların bir kısmı konuşuyor, bir kısmı susuyor. Tıpkı bizler gibi!…Bu insanların gözünde gerçek, yapay nesnelerin gölgelerinden başka bir şey değildir. Duydukları sesler de, sadece gölgelerin seslerinden ibarettir. Bu insanların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirseniz eğer, o zaman bu insanlar her şeyi olduğu gibi görürler. Peki! O zaman ne yaparlar?’
Bir bakıma ‘hakikatin hakikatsizliğini‘ anlatan Platon’un mağara alegorisinin ana fikri şudur; ‘dünyevi bilgi gölgeden ibarettir.’ Peki! Gölgenin ötesini kim görebilir? Platon’a göre, elbette daha üstün akla sahip olan filozoflar görebilirler. Onlar, mağaradan dışarıya çıkarlar, gölgelerin arkasındaki ışığı, yani hakikati keşfederler, daha sonra mağaraya geri dönerler, nesnelerin doğasını ve hakikatin ne olduğunu mağaradaki insanlara anlatırlar. Bu yolla mağarada karanlıkta yaşayan sıradan insanların gözlerini açmaya çalışırlar. Mağaradaki sıradan insanlar, onları merakla ve hatta şaşkınlıkla izlerler, söylenenleri anlamaya çalışırlar, ama çoğu şeyi anlamazlar.
Platon mağara alegorisiyle, sadece gördüklerimizle yetinmememizi, onların arkasındaki hakikati görmemiz gerektiğini mi söylemek ister? Yoksa hakikatin, hakiki bilginin yalnızca filozoflar tarafından edinilebileceğini, sıradan insanların hakikati hiçbir zaman göremeyeceklerini, bilemeyeceklerini, bunlar kendilerine açıklansa bile, bunları anlayamayacaklarını mı anlatmak ister?
Bunu tam olarak bilmiyoruz. Ama Platon’un seçkinci felsefesi bağlamında bir değerlendirme yaptığımızda, Platon’un, hakikatin bilgisine sadece filozofların sahip olduğunu, biz sıradan insanların hakikati bilemeyeceğimizi ve anlayamayacağımızı ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Diğer bir deyişle mağarada yaşamaya mahkum olan insanlar, yani sıradan insanlar, hakikatlerin dünyasında değil, sanılardan, sanrılardan, yanılgılardan ve yanılsamalardan oluşan bir dünyada yaşarlar. Zira mağara, hemen her şeyin kusurlu, eksik ve değişken olduğu bir dünyadır. Mağaranın dışındaki dünya ise hakiki dünyadır. Orada her şey kusursuz, eksiksiz ve ebedidir.
Platon’un mağara alegorisi aslında, zihnin evreniyle, duyuların, algıların evreninin karşıtlığı üzerine kuruludur. Günümüzde ‘platonik aşk‘ dediğimiz, yani fiziksel değil, zihinsel olan, yani seni bedenimle ve bedenim için değil, zihnimle seviyorum diyen aşkın, o mükemmel şekli de kaynağını ve ismini bu görüşten, yani Platon’dan alır.
Platon’un felsefi sisteminin, toplumun kapanmasına yol açacak bir nitelik taşıdığını ve o nedenle, Platon’un açık toplum düşmanı olduğunu söyleyen Karl Popper’e göre, Marks da, Hegel de Platon ile aynı kategoridedirler. Tarihselci olan bu düşünürler, geleceğe aynı yerden, yani haritası önceden çizilmiş bir yerden bakarlar. Onlara göre tarihin tekerleği ileriye doğru yürür ve o nedenle gelecek bellidir. Oysa gelecek de, tarih de ucu açık şeylerdir. Kuramlar hakkında, görüşler hakkında, tarih hakkında denemeler yapabilmek için özgürlükler alanının geniş olması, sorgulamalar yapmaya elverişli bulunması gerekir. Zira bilgiyi hakikatlere yaklaştırmak ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Peki, hakikat nedir? Platon’un mağarasındaki insanların gördükleri şey midir hakikat? Yoksa onların göremedikleri, mağaradan dışarı çıkan, dışarıdaki ışığı gördükten sonra mağaraya geri dönen aydınlanmış insanın anlattığı şey ya da şeyler midir hakikat?
Her şeyin öznel ve kendiliğinden olduğunu, akış halinde bulunduğunu ileri süren ve hem nesnelliğin, hem de hakikatin imkansızlığını savunan yapısalcı kuramın Derrida ile birlikte en önde gelen temsilcilerinden ve hatta fikir babalarından olan Foucault ‘Bu Bir Pipo Değildir’ isimli kitabında tam da bunu anlatır.
Foucault, Belçikalı ressam Rene Margitte’in ‘İmgelerin İhaneti’ isimli bir seri tablosundan birisi olan, üzerinde bir pipo imgesi bulunan ve altında ‘Bu Bir Pipo Değildir’ diye yazan tablosundan esinlenerek yazdığı boyutu küçük, içeriği büyük olan kitapta, nesnelliğin ve hakikatin imkansızlığını, resimden dilbilime, yapısalcılığın modeli olarak kabul edilen göstergelerin, işaretlerin üretilmesini, yorumlanmasını inceleyen bilim alanı olan semiyolojiyi/göstergebilimi, yani görüntü ile gösterge arasındaki ilişkileri inceler.
‘Ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır; çünkü gördüğümüz, söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir’ diyen Foucault, ‘bu bir pipodur, bu bir pipo mudur, bu bir pipo değildir’ şeklindeki akıl karıştırıcı sözleriyle, aslında bizi şu basit soru üzerinde düşünmeye sevk eder: ‘gördüklerimiz, gördüklerimiz midir?’ Yani ‘gördüklerimiz hakikat midir?’
Günümüzde hakikat de, hakikatliğini yitirmiş ve hakikati merak eden çok fazla sayıda insan kalmamış olmakla birlikte, ben ve benim gibi hakikat üzerine düşünenler için gördüklerimiz, gördüklerimiz midir, yani hakikat midir sorusu hala üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur.
Hakikat, filozoflar da dahil olmak üzere birilerinin, ya da daha çok bilgili olan insanların elinde veya cebinde olmadığı için hiç kimse hakikat tekeline sahip değildir. Peki! Hakikati bulmak, hakikat üzerinde düşünmek ve tartışmak için ne yapmak gerekir? Hemen her şeye sağlıklı bir kuşkuyla, bilimsel bir kuşkuyla yaklaşmak, merak etmek, aramak, düşünmek, sorgulamak, soru sormak ve bütün bunları yapabilmek için de hakikatin peşine düşmek gerekir. Bir de görmek gerekir. Bakmak değil, görmek gerekir. Zira bakmak görmek demek değildir. Esasen Foucault da ‘Bu Bir Pipo Değildir’ derken bunu demek ister.
Değerli akademisyen ve bilim insanı Gülriz Uygur ‘Hukukta Adaletsizliği Görmek’ adlı son derece yararlı eserinde; çağımızda olup bitenler karşısında, görmek kavramının daha da çok önem kazandığına, bilgilenmenin insanı görmeye götüreceğine, hukuk ve adalet için görmenin önemine ve değerine işaret eder. Görmek için ilgilenmek gerektiğini ilk sıraya koyarak işe girişen Uygur, görmenin ilgilenecek kişilere, yani duyarlı insanlara gereksinimi olduğunu, bu insanların izleyici değil, katılan ve tanıklık eden kişiler olmaları gerektiğini, izleyen değil, katılan ve tanıklık eden kişi olmak için de, insanın aklı başında, özgür, farkında ve açık fikirli olmasının şart olduğunu ifade eder.
Hukukta görmeyi özel bir başlık altında inceleyen Uygur, bunun ilk koşulunun adaletsizliği görmek ve buradan hareket etmek olduğunu yazar. Empatinin ve sempatinin hukukta görmeyi kolaylaştırdığına vurgu yapan Uygur, her iki kavramın da başkasının/ötekinin kişiliğini kabul etme ve onu anlamayla ilişkili olduğunu, bu bağlamda empatinin başkasının/ötekinin duygularını hissetmek, sempatinin ise başkasının/ötekinin duygularını anlamak olduğunu belirtir.
İnsanın kendisini bir başkasının yerine koyabilmesi anlamına gelen empati, adaletin dağıtılmasında son derece önemli bir ahlaki tutum, son derece etkili bir psikolojik araçtır.
Kürsüde karar vermek yetkisine sahip olan yargıç, adil bir yargılama yapabilmek ve sonuçta adil bir karar verebilmek için; dinlemekte olduğu tanıkla, sorgulamakta olduğu sanıkla, duruşma salonundaki yerlerinde oturan ve adalet talep eden davanın tarafları ve onların avukatlarıyla zihinsel yönden empati kurmak, bu bağlamda kendisini tanığın, sanığın, tarafların ve vekillerinin yerine koyarak, bu insanlar benden ne istiyorlar, ne bekliyorlar diye sormak ve ona göre hareket etmek zorundadır. Sonuçta birilerinin ‘defunctus est’, yani ‘bu kişi görevini yaptı’ demesi için, yapılması gereken şeylerden birisi de sanırım budur.
Ve bir fıkra. Platon bir gün kolunda bir ornitorenkle birlikte bara gitmiş. Barmen çifte alaylı bir şekilde bakınca, durumu anlayan Platon, ‘Ne yapayım?’ demiş ve eklemiş ‘mağarada gözüme güzel görünmüştü!’
Kıssadan hisse; acaba bizim güzel bulduklarımız da, mağarada gördüklerimiz midir?