Ceza Muhakemesi Kanunu 102.maddesinin 1 Ocak 2011 tarihinde yürürlüğe girmesiyle Türkiye tahliyeleri tartışmaya başladı. Esasen yeni çıkarılmış bir kanun söz konusu değil. 2004 yılında yapılan yasal düzenlemenin yürürlük tarihinin yeni gelmiş olmasıyla uygulama başladı. Tutukluluk sürelerinin uzun olmasından hep yakınmalar vardı. Bu nedenle yeni TCK ve CMK hazırlanırken hakimlerin takdir hakkına sınırlama getiren ve azami tutukluluk sürelerini belirleyen bir düzenleme yapıldı. Bu düzenleme devam eden yargılamaları tümden etkileyeceği için, mahkemelerin intibakını sağlama yönünden yürürlük tarihi altı yıl sonrası yani 2011 yılbaşı olarak belirlendi. Ne var ki yeni yürürlüğe giren bu yasa gereği devam eden davalarda tutuklu bulunan bazı sanıkların tahliye edilmeleri toplum vicdanında ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Sorumluluğu ise kimse üzerine almak istemiyor. Yargıtay aşırı iş yükü mazeretine sığınmaya çalışırken hükümet sözcüleri Yargıtay`ın tutuklu davaları öncelikle incelemeyerek kamuoyunda infial uyandıran tahliye kararlarıyla hükümetin yıpratılmak istendiğini ileri sürüyor. Olayın daha iyi anlaşılması için hukuk tekniği açısından detaylarda boğulmadan konuyu biraz açalım.
Ceza yargılamasında zanlının- yeni kanuna göre şüpheli ve sanık- işlediği iddia olunan suçun vasıf ve niteliği, bu suça kanunda öngörülen hapis cezasının alt ve üst sınırları, delil durumu, sanığın delilleri karartma ve kaçma ihtimali gibi nedenlerle sanık tutuklanarak yargılaması yapılmaktadır. Yargılama sonunda mahkumiyet kararı verildiği takdirde sorun yok gibi görünmektedir. Tutuklulukta geçirdiği süre sanığın aldığı cezadan mahsup edilmektedir. Ama mahkumiyetine yeterli kesin delil elde edilemediği için sonuçta beraat etmesi halinde sanık telafisi imkansız zarara uğramaktadır. Tutuklu geçen süreler için devletten tazminat isteme söz konusu olsa da özgürlüğün bedelinin para ile karşılanmasının mümkün olmadığı ortadadır. Bu nedenle tutuklama tedbirinin istisnai olarak uygulanması benimsenmiştir. Kimseye suçluluğu kanıtlanmadan ceza çektirilmemelidir. Diğer bir deyimle bir tedbir olan tutuklama cezanın infazına dönüşmemelidir.
Teorik olarak bu anlayışın makul olduğunda her kesim hemfikirdir diyebiliriz. Ama bu anlayışın hayata geçirilebilmesi kolay olmamaktadır. Yargılama sürecinin kısa sürede tamamlanamaması ve ülkemizde olduğu gibi zamanaşımı süreleri doluncaya kadar davaların uzaması sorunu derinleştirmektedir.
Güncel olan tartışmalarda ortak yan, ilk derece mahkemelerinde uzun süreli hapis cezasına mahkum edilmiş tutuklu sanıkların davalarının Yargıtay`da incelenip karara bağlanmaması, bu zaman zarfında 102.maddenin aradığı azami tutukluluk süresinin dolması sebebiyle tahliye edilmeleridir. Tahliye kararları sanıkların suçlu veya suçsuz olduklarına ilişkin değildir. Böyle olunca, bir örnek olarak adam öldürme, tecavüz vaya yasadışı örgüt adına infaz eylemleri gibi ağır cezaları gerektiren eylemlerini itiraf eden ve itiraflarını destekleyen maddi delillerle mahkemenin kesin suçlu gördüğü ve mahkum ettiği sanıklar bile sırf dosyaları Yargıtay`da zamanında incelenip karara bağlanamadığı için tahliye edilmektedir. Bu suçların mağdurları başta olmak üzere toplumun infialini, tepkilerini haksız görmek mümkün değildir. Görüldüğü gibi tartışılan konu, yargılamaların tutuklu devam edip etmemesi, haksız tutuklamalar değildir. Mütecavizlerin, katillerin, yasa dışı örgüt mensuplarının, mafyanın salıverilmesidir.
Şimdi sorunu doğru teşhis etmek için şu soruyu sormak gerekiyor; Keşke tutukluluk süresini sınırlayan 102.Madde yürürlüğe girmeseydi mi diyeceğiz yoksa bu maddenin yürürlüğe gireceğini altı yıldır bilen Yargıtay`ın tutuklu dosyaları zamnında neden incelemediğini mi sorgulayacağız?
Yargıtay`ın iş yükünün çokluğu nedeniyle bu dosyaları inceleyemediği mazereti kabul edilebilir bir mazeret midir? Yargının ağır aksak işlediği, iş yükünün fazlalığı, adaletin geciktiği, davaların makul sürede sonuçlanmadığı, bu nedenle AİHM`de Türkiye`nin en fazla mahkumiyet alan ülkelerden olduğu biliniyor. Bu nedenle alınması gereken tedbirler yargı reformu kapsamında tartışılıyor. Ancak bilinen bir uygulama daha var ki o da, tutuklu davalara öncelik tanınarak incelenip sonuçlandırılması gerektiğidir. Öyleyse 102. Maddenin 2011 yılında yürürlüğe gireceğini en iyi bilen, bilmesi gereken Yargıtay tutuklu davaları öne alarak incelemelerini niçin sonuçlandırmamıştır ? İş yükü, dosya sayısının çokluğu mazeretleri arkasında saklanamyacak gerçek, Yargıtay`ın bu konuda gerekli hassasiyeti göstermediğidir. 102. Madde değişikliği yürürlüğe girmese dahi, tutukluluk sürelerinin uzamaması için bu dosyaları öncelikle incelemek, usul veya esastan bozma kararı verdiği takdirde geikmeksizin tahliyelere karar vermek Yargıtay`ın yetki ve görevleri kapsamında olduğu unutulmamalıdır.
Yargıtay`ın öncelikli inceleme konusunda ileri sürdüğü mazeretleri Cihaner ve Haberal davalarında gösterdiği performans yalanlamaktadır. Bu konuda sorulan sorulara da Yargıtay Başkanlığı makul bir cevap verememektedir. Demek ki Yargıtay tercihini davayı bitirmekten yana kullandığında istediği dosyayı hemen ele alarak karar verebilmektedir. Öyleyse öncelik kriterleri nedir? Sanıkların kimliği, siyasi görüşü ne derece etkili olmaktadır?
Çözüm konusunda da yüksek yargı çözümün değil sorunun kaynağıdır diyebiliriz. Değişiklik öncesi HSYK, Yargıtay ve Danıştay üçlüsü bilinen çözüm önerilerinin hayata geçirilmesinde anamuhalif siyasi parti gibi çalıştıkları, atılmak istenen olumlu adımları engelledikleri unutulmamıştır. Hakim savcı açığının kapatılması için Adalet Bakanlığınca açılan sınavlar her defasında Danıştay engeline takılırken Bölge Adliye Mahkemelerinin (istinaf mahkemeleri) faaliyete geçmesi engellenmiştir. Eski Cumhurbaşkanı Sezer`in Ak Parti Hükümetine hakim savcı alımı yaptırmama yönündeki görüş ve isteklerinin CHP, Yargıtay , Danıştay ve HSYK tarafından talimat kabul edilerek adım adım nasıl uygulandığı ve yargılama sürecinin daha süratli işlemesine nasıl engel olunduğu tahliyeler konusu gindeme gelince daha iyi anlaşılmıştır. Yüksek yargıdaki genel yaklaşım bu olmakla birlikte bazı dairelerin tutuklu davalara öncelik vererek eleştiri konusu tahliyelerle gündeme gelmediği, gelen işten daha fazla dosyayı karara bağlayarak teraküme engel olduğu, takdire şayan çalışma yaptığı görülmektedir. Bu tespit, tüm yüksek yargı mensuplarını aynı kefeye koymanın yanlış olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak, kamu vicdanını ciddi biçimde rahatsız eden tahliye kararlarında Yargıtay`ın vebali büyüktür. ¨Biz yasaları uygulamakla yükümlüyüz¨ diyenlerin, Ergenekon hakimlerine tazminata hükmederken yasaları bir tarafa bırakıp 1930`lu yıllardan dayanak içtihat aradıkları hukuk camiasının malumudur. Kimsenin haksız yere tutuklu kalmaması ne kadar önemliyse, suçluların da elini kolunu sallayarak toplum içinde dolaşamaması aynı derecede önemlidir. Bunun için adalet gecikmemelidir.
Reşat PETEK