Kibriya vü azamet Hakka yarar

Kul olanda bunlar ne arar

Nâbî

Kibir : Büyüklük taslama, kendini herkesten üstün görme…

Azamet: Büyüklük, ululuk, yücelik..

Kibriya: Büyüklük, ululuk, azamet

Hiyerarşinin olmadığı yerde anarşi vardır. Geleneksel dünyada varlık hiyerarşisi kabul edilmekle birlikte beşeri/insani düzeydeki hiyerarşi aslî bir anlam taşımamaktadır.  Egzistans yani varoluş ile birlikte birtakım aslî sıfatlar başlangıç itibariyle kazanılır ki buna Latince “essentialia” İngilizce “original attribute” denilir.

Şöyle izah edelim : Kişinin doğuştan okur-yazar olması asıl değildir. Bu sonradan kazanılan bir vasıftır. Okur-yazarlık sıfatı ârızî bir sıfat olup aslî değildir ve bunun doğrudan var olduğunu kabul etmeyiz;“sıfât-ı ârızada aslolan ademdir” deriz. Biraz daha teknik bir örnekleme ile açacak olursak; bir otomobilin çalışıyor olması “sıfat-ı asliye”, yani aslî nitelik, yani essantialia; arızalı olması ise “sıfat-ı ârıza”,yani arizî nitelik, yani accidentalia’dır. Çünkü otomobilin çalışıyor olması, gidebilmesi, otomobil denen şeyin zatında, yani doğrudan kendisinde bulunan bir özellik, yani bir original attribute’tür. Zira bir şey bu özelliğe sahip değil ise ona otomobil denilemez. Bir otomobilin bozulması, gidememesi durumu, kendiliğinden olan bir şey değil, tesadüf sonucu sonradan ortaya çıkan bir durum olduğuna göre, bu otomobilin bozulması, yani arızalanması, “arizî” bir durumdur; diğer bir ifadeyle“sıfat-ı ârıza”dır; yani “accidentalia”dır. (Kemal Gözler, Yorum İlkeleri)

Mecelle’deki “Sıfat-ı ârızada aslolan ademdir” ifadesi hikemî / irfanî boyutta buna işaret eder diyebiliriz. Yukarıda arz etmiş olduğum beytin manası bu şekilde de yorumlanabilir. Buna göre kibriya ve azamet varlık olmak bakımından insanın aslî sıfatı olarak kabul edilemez zira bunlar Yaratıcının zatına mahsus ve keyfiyeti/niteliği yine kendine malum has sıfatlarındandır.

Modern insan kendi varlığını her ne kadar masumane bir tarzda hümanistik bir çerçeve içerisine yerleştiriyor ise de  insanın bu merkezileşmesi bir bakıma onun Tanrısallaştırılması neticesini de doğurmaktadır. Nitekim Irvin Yalom Nietzsche’den ilhamla kibri şöyle tanımlamaktadır:

“Kemikleri, eti, bağırsağı ve kan damarlarını toplayan deri nasıl insanın görünümünü katlanılır hale getiriyorsa, ruhun ajitasyonu ve ihtirası da kibirle kaplanmıştır. kibir, ruhu kaplayan deridir...”

Birkaç gün önce bir nikah merasimi vesilesiyle Türkiye’nin en meşhur hukuk tarihçilerinden saygı değer bir profesör ile otururken kendisinden şu cümleleri işittim “Bendeniz uzun yıllar hakimlik, savcılık görevlerini ifa ettim. Doktoramı ceza hukuku alanında yaptım ve uzun zamandır da hukuk tarihi alanında çalışıyorum. Doçentlik ve profesörlüğüm de bu alandadır. Hem Roma hukuku hem de İslam hukuku literatürüne yıllarımı verdim. Ancak yine de kendime hukukçu diyemiyorum”  Bu insanî ve objektif tavrın bendenizde uyandırdığı sevinci ifade etmekte zorlanıyorum. Zira etrafımız kendisindeki ârızî sıfatları arızalı bir şekilde dillendiren, tahakküm ve ihtiras duyguları ile çepeçevre kuşatılmış kadın erkek onlarca hukukçu (!) ile sarılmış durumdadır.

Almış olduğu yarım yamalak hukuk eğitimini içerisinde taşıdığı statü ve güç istencinin emrine vererek bir kılıç gibi savuran insanların durumu esasen psikolojinin ve sosyolojinin konusudur. Ülkemiz önceleri bir memur zihniyetinin esiriydi ve memur Türkiye’nin efendisiydi. O dönemde memur tüccarı da işçiyi de hor görürdü. Çok şükür, artık o memur yok. Sağda solda bazı kalıntılarını gördüğümüz bu zihniyetin aklında taşıdığı bu kibirli üst yapının al aşağı edilmesi ülkemizin hayrına olmuştur.

Bu konuyu hem irfani/hikemi hem de hukuki damarı kendisinde birleştiren Mevlana Celaleddin Rumi’nin ifadeleri ile zenginleştirerek incelemek yerinde olacaktır. Zira Mevlana büyük bir aşk ve tasavvuf adamı olmakla birlikte Hanefi hukuk okulu literatüründe hatırı sayılır bir rütbeye sahip yüksek dereceli bir hukukçudur. Konuyu Mevlana’ya bağlıyorum zira bu sayfa söz konusu arızalı anlayışın teşhis ve tedavisine dair söyleyebileceğimiz sözleri kaldıracak genişlikte değildir. Esasen böylesi bir kibrin kendisinden başkasının sözlerine kulak vermesi de pek olası değildir. Nitekim Nietzsche bu arızalı hali şöyle açıklar:

“Kibirlilikte kendinden haz duymak - Kibirli kişi seçkin olmak değil, kendini seçkin duyumsamak ister, bu yüzden hiçbir kendini aldatma ve kendini kandırma yöntemini hor görmez. Ötekilerin görüşü değil, onların görüşü hakkındaki kendi görüşü yatar gönlünde.” (Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca C1. 545 (sf 334)

İşte böylesi bir sarhoşlukta olanlara en azından benim gibi sıradan insanların sözleri fayda sağlamaz. Ancak ziyanı yok, hayat ailesinden terbiye almamış olanları terbiye etmekte ve uyandırmakta pek maharetli bir okuldur.

Sözü daha fazla uzatmadan ve yormadan “büyüklerin sözleri sözlerin büyükleridir” (Her ne kadar bu kibir hastalığına kapılmış biçareler kendilerinden başka bir büyük bilmeseler de) ölçüsüne uyarak sözü sözün sahibi Hz Mevlana’ya verelim ve onu dinleyelim. Umulur ki hepimize şifa olur:

Akıl ve zekâyı keskinleştirmek (çıkar) yol değildir; padişahın fazl u ihsânı, (gönlü) kırık kimselerden başkasını kaplamaz.

Çirkin ve sarı bir yüzün, nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de hastalıklı oluşu müşküldür.

Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.

Şükret, mağrur olma, ululanma; kulak ver, kendini hiç önemseme!

Bu ululuk (kibir), bil ki zehirli bir şaraptır. O şarapla (ancak) aptal kişi sarhoş olur.

Bu bizlik, benlik (davası), halkın merdivenidir. Halk, sonunda bu merdivenden düşer!

Kim merdivenin daha üstüne çıkarsa daha aptaldır. Çünkü düşünce onun kemikleri daha beter kırılır!

Hz. Âdem’in işlediği küçücük kusur, midesi ve şehveti yüzünden oldu. Fakat İblisin suçu, ululuktan ve mevki yüzündendi.

Âdem, çabucak tövbe etti; o melûn ise tövbe etmeye tenezzül etmedi.

Haddini bil de yukarılarda uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme!

Halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer; yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır, hoşlanır!

On günlük yücelik için zillet çekerler; gam ve kederle boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar.

Böbürlenerek başlar kıran kişiye ne Allah’ın merhameti nasip olur, ne halkın!

(I/0532,  11207, 1911, 3257, IV/2747, 2763, 2764, V/520, 521, 2396, II/1104,  1105, IV/1850)