1- Meşru Savunma Hakkı ve “Önleyici Saldırı” Kavramı

Devletlerin; menfaatlerini ve diplomatik pazarlıkları, Uluslararası Kamu Hukuku normlarına tercih ettikleri bir gerçektir. Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de gerçekleşen terör saldırılarından sonra başlayan uluslararası/sınır aşan terörle mücadele, yani “terörle savaş” süreci, devletlerin Uluslararası Kamu Hukukuna riayet edip etmedikleri yönünden incelendiğinde, başarısız bir tablo ile karşılaşılacaktır. ABD; bahsigeçen terör saldırılarını gerekçe göstererek, “gerçek ve yakın tehlike” teorisi ile “önleyici saldırı” kavramından hareketle, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. maddesinde düzenlenen “meşru savunma” kavramını uluslararası ilişkilerde çok farklı bir şekle çevirme gayretine girmiştir. ABD’nin politikalarında yalnız kaldığını ileri sürmek doğru olmasa da, “meşru savunma” hakkının “önleyici saldırı” veya “savunma savaşı” gibi kavramları içermesi, sadece ABD tarafından savunulmakta olup, bu tez uluslararası teamül halini almamış, yani Uluslararası Kamu Hukukunun bir parçası olamamıştır. Uluslararası Kamu Hukukunun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru savunma hakkına yaklaşımı, ABD’nin bu yorumlarından uzaktır.

Kuvvet kullanma yasağı jus cogens haline gelmiştir, yani bir devletin bir başka devlete karşı kuvvet kullanamayacağı, köleliğin yasak olması kadar tartışmasız bir kuraldır. Kural, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından BM Sözleşmesi’nin 2. maddesinde yazılı hale getirilmiştir. Bu maddeye göre; “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar”.

Bu kuralın yegane istisnası, meşru savunma hakkıdır. İç hukukta da kişiye yönelmiş haksız bir saldırıya karşı kabul edilen klasik hukuka uygunluk sebepleri arasında yer alan meşru savunma hakkı; devletin varlığının ayrılmaz bir parçası olup, BM Sözleşmesi’nin “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi” başlıklı 7. Bölümünün altında yer alan 51. maddesinde kaleme alınmıştır. Bu maddeye göre; “Bu Antlaşmasının hiçbir hükmü Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konseyin işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.”

Bizim de katıldığımız bir görüşe göre; meşru savunma hakkı, jus cogens olarak nitelendirilen bir normun, yani kuvvet kullanma yasağının istisnası olduğundan, bu norm da jus cogens niteliğindedir[1].

“Bush Doktrini” olarak bilinen ABD’nin meşru savunma anlayışı ise, “önemli ulusal güvenlik çıkarlarını korumak için tek taraflı müdahale hakkını saklı tuttuğunu belirterek terörizme karşı mücadelede kuvvet kullanımının başlatılması ve sürdürülmesinde bir takım kısıtlamalara uymayı reddetmektedir”[2]. Bush doktrinine göre; kitle imha silahlarına sahip olan veya bunlara sahip olmak için çalışmalar yürüten devletlerin uluslararası/sınır aşan terörle bağlantısını kesmek için, önleyici meşru savunmaya başvurulabilmektedir. Doktrinin temel noktasını oluşturan önleyicilik, düşman tarafından kuvvet kullanılmasından önce saldırıya uğrayacağını düşünen tarafın askeri güç kullanması esasına dayandırılmıştır. Ancak Uluslararası Sözleşmeler Hukuku ve Teamül Hukuku, bu doktrini bir norm olarak tanımamaktadır[3].

Yazı konumuzu oluşturan Afrin (Zeytin Dalı) Harekatı’nın, ABD’nin benimsediği Bush Doktrinini ile bir ilgisi ve benzerliği bulunmamaktadır.

2- Afrin Harekatı’nın Uluslararası Kamu Hukukunda Dayanakları

Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılan resmi açıklamaya göre; Türkiye Cumhuriyeti Afrin Harekatı’nı (Zeytin Dalı Harekatı), hudutlarımızda ve bölgede istikrarı sağlamak maksadıyla, PKK/KCK/PYD-YPG ve IŞİD (DEAŞ) terör örgütlerine mensup kişileri etkisiz hale getirmek ve bölgede yaşayan sivil halkın güvenliğini sağlamak için gerçekleştirmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuki dayanakları ise; BM Sözleşmesi’nin 51. maddesi ile BM Güvenlik Konseyi’nin 1624 (2005), 2170 (2014) ve 2178 (2014) sayılı kararları olup, operasyon Suriye Arap Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne saygı göstermektedir. Bir başka ifade ile Harekat, Suriye’nin “toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına karşı, BM’nin amaçları ile bağdaşmayacak bir biçimde kuvvet kullanmayı” içermemektedir[4]. Aksine; kaynağını BM Sözleşmesi m.51 ve yukarıda yer verdiğimiz BM Güvenlik Kurulu kararlarından alan Harekat, hem Suriye Arap Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı duymakta ve hem de BM’nin amaçlarını gerçekleştirmeyi hedeflemektedir.

BM Sözleşmesi m.51’in kapsamını anlamak için; BM’nin yargı organı Uluslararası Adalet Divanı’nın, bu hükmü yorumladığı içtihadını kısaca incelemek gerekmektedir.

Uluslararası Adalet Divanı’nın 09.07.2004 tarihinde yayımladığı “İşgal Altındaki Filistin Topraklarında İnşa Edilen Duvarın Hukuki Sonuçları” başlıklı danışma görüşünde, BM Sözleşmesi çerçevesinde meşru savunma hakkının bir devletin bir başka devlete saldırması halinde kullanılabileceğini, saldırının bir devletten gelmediği durumlarda meşru savunmadan da bahsedilemeyeceğini vurgulamaktadır[5]. Divanın 08.07.1996 tarihli “Nükleer Silah Tehdidi veya Kullanımının Hukuka Uygunluğu” başlıklı danışma görüşünde ise, meşru savunmanın silahlı bir saldırının varlığı halinde kullanılabileceği açıklanmıştır[6].

BM Genel Kurulu’nun 14.12.1974 tarihli ve A/3314 sayılı “Saldırının Tanımı” başlıklı kararının 3. maddesine göre; bir devletin silahlı kuvvetlerinin bir başka devleti istila etmesi veya ona hücum etmesi, bir başka devletin ülkesinin tamamını veya bir bölümünü ilhakı, bir başka devletin ülkesine bombardıman yapması veya farklı şekilde silah kullanması, bir başka devletin liman ve kıyılarını abluka altına alması, bir başka devletin deniz, hava veya kara filolarına saldırması, aralarında imzalanan andlaşmaya göre bir başka devletin ülkesinde bulunduğu durumda, bu andlaşmaya aykırı şekilde hareket etmesi ile ülkesinin emrine verdiği bir başka devlet tarafından, üçüncü bir ülkeye saldırmak için kullanılmasına izin vermesi saldırı olarak tanımlanmakta ve bir devlet tarafından veya adına, bir başka devlete karşı yukarıda sıralanan fiilleri icra eden silahlı çetelerin veya paralı askerlerin gönderilmesi de saldırı kabul edilmektedir.

Zeytin Dalı Harekatı bu çerçevede incelendiğinde; Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet olmayan silahlı gruplar tarafından saldırıya uğradığı ve harekatın silahlı saldırıya BM Güvenlik Konseyi müdahale edene kadar verilen bir yanıt niteliği taşımadığı hususları, Harekatın BM Sözleşmesi m.51 kapsamında meşru savunma teşkil ettiği savını zayıflatmaktadır. Bu noktada, BM Güvenlik Konseyi kararlarına bakmak gerekmektedir.

BM Sözleşmesi’nin 5 ila 8. Bölümlerinde düzenlenen Güvenlik Konseyi; uluslararası barış ve güvenliğin korunması, bozulduğunda ise yeniden tesis edilmesi ile görevlendirilmiş olup, devletler Güvenlik Konseyi’nin bu görevi doğrultusunda aldığı kararları yerine getirmekle yükümlüdür ki, BM Sözleşmesi 7. Bölümü, Güvenlik Konseyi kararlarına riayet edilmesini sağlayacak güvenceler ile donatılmıştır.

BM Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden bir durum olduğu sonucuna ulaşırsa;

  • BM Sözleşmesi m.40 gereğince, sorunun büyümemesi için geçici önlem alabilir.
  • BM Sözleşmesi m.41 uyarınca; iktisadi ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının tümü ile veya bir bölümü ile kesintiye uğratılmasını, diplomatik ilişkilerin kesilmesi gibi, kuvvet kullanımını gerektirmeyen önlemler alabilir.
  • BM Sözleşmesi m.42 uyarınca; m.41 kapsamında alınan önlemlerin yetersiz kalacağını düşünürse, hava deniz ve karar kuvvetleri aracılığıyla müdahale kararı alabilir. Bu müdahale kararının yerine getirilmesi için, Devletlerden kuvvet desteği sağlamaları beklenebilir.

Yeri gelmişken belirtmeliyiz ki; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin, yani ABD, Rusya Federasyonu, Birleşik Krallık, Fransa Cumhuriyeti ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin veto hakları bulunmaktadır, yani Konsey, bu beş üyenin mutabakata varmadığı hallerde 2/3 nitelikli oyçokluğu ile (15 üyeden 10 üyenin olumlu oyu) karar alamaz. Bu husus; Uluslararası Kamu Hukukunun, güç tarafından şekillendirildiğini göstermekte ise de, hukuk hukuktur, yani bu durum yazılı olarak değiştirilmediği sürece, BM Sözleşmesi ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına uymak zorunludur.

TSK’nın “hukuki dayanak” olarak gösterdiği BM Güvenlik Konseyi kararları kısaca incelenmelidir.

14.09.2005 tarihli ve 1624 (2005) sayılı karar; bağlayıcı olmayıp, tavsiye niteliği taşımaktadır. Güvenlik Konseyi; Devletlerin teröre karşı, Uluslararası Hukuk, Mülteci Hukuku ve İnsancıl Hukukla uyumlu olarak iç hukuklarını geliştirmelerini, sınır güvenliğine özen gösterilmesini, radikalleşmeyi önlemek adına medeniyetler arası diyalogun artırılmasını ve geliştirilmesini önermektedir.

15.08.2014 tarihli ve 2170 (2014) sayılı karar; 7. Bölüm kapsamında alınmış olup, yaptırımlar içermektedir. BM Güvenlik Konseyi; Devletlerden IŞİD, El Nusra ve El Kaide terör örgütlerine karşı adımlar atılmasında birlik sağlanmasını, bu örgütlerle ve örgütleri destekleyen gerçek ve tüzel kişilerle mücadele edilmesini, sınırlardan terörist geçişine izin verilmemesi için güvenlik önlemlerinin artırılmasını, yabancı teröristler sorununa odaklanılmasını, bunun için iç hukukta önlemler alınmasını ve terörizmin finansmanının önlenmesini istemekte, ayrıca karar ekinde yazılı kişilerin yaptırım listesine alındığını açıklamaktadır.

24.09.2014 tarihli ve 2178 (2014) sayılı karar da 7. Bölüm kapsamında alınmış olup, yaptırımlar içermektedir. BM Güvenlik Konseyi; Devletlerin teröre karşı yürütülen operasyonlara ilişkin birbirleri ile bilgi paylaşmalarını, sınır güvenliklerini sağlamalarını, radikalleşmeyi engellemek için çaba göstermelerini talep etmekte ve terörizmin finansmanının önlenmesi ile yabancı teröristler sorununa odaklanılmasını öngörmektedir.

Bu kararların genel maksadı ve perspektifi; can yakıcı bir hal alan uluslararası terörizmin ve terör odaklı faaliyetlerin önüne geçilmesi, bunun için de devletlerin uluslararası işbirliği yaparak, sınır güvenliğini koruyacak operasyonel faaliyetlere girişebilmesidir.

TSK’nın dayanak olarak gösterdiği bu üç karardan ilk ikisinin başlangıç, sonuncusunun ise karar bölümünde atıf yaptığı, BM Güvenlik Konseyi’nin 28.09.2001 tarihli ve 1373 (2001) sayılı kararı incelendiğinde ise; BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası/sınır aşan terörizm ile BM Sözleşmesi’nde tanımlanan meşru savunma hakkını açıkça bağdaştırdığı görülecektir. Kaldı ki; Güvenlik Konseyi, 11 Eylül 2001 saldırılarının ertesi günü, yani 12 Eylül 2001 tarihinde aldığı 1368 (2001) tarihli kararında terörizmin meşru savunma hakkı ile ilgisinin altını çizmiştir.

Hukuken bağlayıcı olan BM Güvenlik Konseyi kararlarında terörizm, meşru savunma hakkının tatbiki için uygun bir dayanak olabilecek şekilde yansıtılmış olup, Güvenlik Konseyi’ne göre saldırının bir devlet tarafından gerçekleştirilmesi şartı aranmamalıdır. Kararlarda sınırları çizilen amaçlara hizmet eden Harekat, BM Sözleşmesi m.51 kapsamında değerlendirilebilir.

Bir an için, yukarıda yer verdiğimiz BM Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen, Uluslararası Adalet Divanı kararları gereğince Zeytin Dalı Harekatı’nın meşru savunma teşkil etmediği kabul edildiğinde; Uluslararası Teamül Hukuku normu olduğu yine Uluslararası Adalet Divanı tarafından teyit edilen zaruret halinin de Harekatın dayanağını oluşturabileceği görülecektir.

Divanın “İşgal Altındaki Filistin Topraklarında İnşa Edilen Duvarın Hukuki Sonuçları” konulu danışma görüşü ile 25.09.1997 tarihli Gabcikovo-Nagymaros Projesi (Macaristan/Slovakya) kararında, Uluslararası Teamül Hukuku normu olarak “zaruret hali” açıklanmıştır[7]. Zaruret halinin kümülatif şartları şu şekilde sıralanmaktadır[8]:

  • Devlet, ağır ve yakın bir tehlikeye karşı (“grave and imminent peril”) esaslı bir menfaatini (“essential interest”) korumak için hareket etmelidir.
  • Devlet, bir başka devletin esaslı bir menfaatini zedelememelidir.
  • Devletin bu eylemi, jus cogens bir norma aykırı olmalıdır.

Zeytin Dalı Harekatı bu şartlar altında incelenmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Irak Cumhuriyeti’nin yaşadığı işgal sonrası başlayan iç düzensizlik ve çatışma ortamı ile Suriye Arap Cumhuriyeti’nde gerçekleşen iç savaş sebebiyle sınır güvenliği somut tehlikeye düşürülmüş, buna bağlı olarak da Devlet, ayrılıkçı yapıların ve terör faaliyetlerinin hedefi haline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti; Suriye Arap Cumhuriyeti ülkesinde barınan, her ne kadar bazı uluslararası çevrelerce terör unsuru sayılmasa da, açık kaynağa ve destekleyicisi devletlere göre, gerek Türkiye Cumhuriyeti’nin ve gerekse uluslararası toplumun terör örgütü olarak kabul ettiği bir ayrılıkçı yapının sebebiyet verdiği ve tekrarı muhakkak olan terör saldırılarına karşı, “iç ve dış güvenlik” olarak da adlandırabileceğimiz milli güvenliğini, ulusal yararlarını ve toprak bütünlüğünü müdafaa etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü, iç barışını ve sınır güvenliğini korumak, Devletin insan haklarına saygı yükümlülüğü ile yaşam hakkını güvence altına alan İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.1 ve 2, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme m.2 ve 6 ve Devletin temel amaç ve görevleri ile kişinin dokunulmazlığını, maddi ve manevi bütünlüğünü düzenleyen Anayasa m.5 ve 17’den doğan yükümlülüklerini yerine getirmek şeklinde açıklanabilecek esaslı menfaatlerini, ağır ve yakın bir tehlikeye karşı koruması gerektiği tartışmasızdır.

Bu harekat ile Suriye Arap Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğü gibi esaslı bir menfaatinin zedelenebileceği ve kuvvet kullanma yasağının (jus cogens norm) ihlal edildiğinden de bahsedilemeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Suriye ülkesinin siyasal ve toprak bütünlüğüne karşı bir müdahalesi olmadığından, bir devlete karşı kuvvet kullanmamaktadır. Harekat tamamlandığında Suriye ülkesinde Uluslararası Kamu Hukukuna aykırı bir varlık göstermeyeceğini belirten Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Suriye’ye saldırmamaktadır. Aksine harekat, Suriye Arap Cumhuriyeti için de faydalıdır; zira sınırları içerisinde yer alan terör gruplarına karşı bir müdahale yürütülmektedir.

Özetle; BM Sözleşmesi m.51 ve BM Güvenlik Konseyi kararları, Zeytin Dalı Harekatı’nı desteklemektedir. Bir an için Harekatın meşru savunma hakkı kapsamına girmediği kabul edildiğinde, Uluslararası Teamül Hukuku normu olan “zaruret hali” Türkiye Cumhuriyeti’nin bu hamlesine uygulanabilecektir.

3- Değerlendirme

Belirtmeliyiz ki; iki devlet veya çok taraflı olarak devletler arasında imzalanacak sözleşmeler ile sınırötesi operasyonlar, her defası izinle veya haber vermeye bağlı olarak gerçekleştirilebilir. Çünkü her devletin kendi topraklarına ilişkin egemenliği dışa karşı temsil etme ve bu konuda söz söyleme yetkisi vardır ki, biz bunu iç hukukta “mağdurun/ilgilinin rızası” adlı hukuka uygunluk sebebine benzetebiliriz. Günümüzde; Türkiye Cumhuriyeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti arasında terörizme karşı işbirliği konulu sözleşme olsa da, sınırötesi operasyonu mümkün kılacak yazılı veya sözlü irade beyanı ve muvafakti gösteren bir tasarrufun bulunmadığı görülmektedir. Bu nedenle Afrin Harekatı, Irak’ta gerçekleşen sınırötesi operasyonlardan farklıdır.

Esas olarak Harekatın temel hukuki dayanağı BM Sözleşmesi’nin 51. maddesinden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar maddenin ilk kısmında “Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde” dense de, 24.10.1945 tarihinde, yani yaklaşık 73 yıl evvel kabul edilen bu ibarenin günümüze uyarlanması gerektiği ve mevcut şartlar çerçevesinde değerlendirilmesinin isabetli olacağı tartışmasızdır. Devletler arasında gerçekleşebilecek çatışmaları, bu nedenle de muhatap alınabilecek “devlet” kavramından hareket eden Sözleşme, günümüzün temel sorunlarından olan uluslararası terör yapılanmalarını ve can yakıcı terör faaliyetlerini gündeme almamıştır, çünkü o tarihlerde uluslararası alanda bugün yaşanan türde terörizmin olmadığı görülmektedir. Ancak Sözleşme yukarıda yer verdiğimiz Güvenlik Konseyi kararları ile birlikte ele alındığında; Afrin Harekatı ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bazı devletlerin BM Sözleşmesi’nin 51. maddesi üzerinden yaptığı genişletici yoruma dahi ihtiyaç duymaksızın, Uluslararası Kamu Hukuku’ndan kaynaklanan hakkını kullandığı ve yükümlülüklerini yerine getirdiği anlaşılacaktır. Pekçok devletin Türkiye’nin meşru savunma hakkını kullandığını kabul ettiğine ilişkin açık kaynaklardan elde edilen beyanları ise, bu hususu desteklemektedir. Bir an için meşru savunma hakkının Afrin Harekatı’na uygulanamayacağı iddiası kabul edilse dahi, Uluslararası Teamül Hukuku normu olan zaruret halinin de somut olaya tatbik edilebileceği tartışmasızdır.

4- Son Söz

“Böl parçala yönet" metodunu uygulamayı, bu sırada birilerini sözde "özgürlük savaşçıları" ilan edip, müdahale ettiği bölgenin özelliklerini deyim yerinde ise kaşıyıp kanatan, bölgeyi silah deposu haline getiren, bunun için de yanına aldığı bölge ülkelerine silah satıp dağıtan emperyalist anlayış, Afganistan'dan sonra bu defa 2011 yılı itibariyle gözünü Suriye ve etrafında bulunan coğrafyaya dikmiş gözüküyor. Peki ne adına; sözde demokrasi, barış, adalet, hak ve hürriyetler için, emperyalist güçlerin hareket ettikleri ve silah ticaretine alet ettikleri ülkelerde bu özellikler var mı? Elbette yok. Suriye'de yapılmak istenen de tam "böl parçala yönet" metodu ile sözde "özgürlük savaşçıları" üzerinden, silah yığınağı yaptıkları ve kanlı bir savaşa sürükledikleri bölgeye demokrasi ve barış getirmek! Büyük yalanın bölgeye barış ve demokrasinin getirmeyeceği tartışmasız, bu durum emperyalist güçlerin ilgisini de çekmiyor, çünkü onların ajandası farklı, ancak bizim için bu konu önemli ve biz bu oyunu bozmak, bölgenin parçalanmasına müsaade etmemek zorundayız.

Özellikle ABD; bölgede tehlikeli oyunu oynamaya ve terör örgütlerine değişik isimler vermek suretiyle meşrulaştırma çabalarına, hiçbir sorun yokmuş gibi bu yapılara destek vermeye devam etmektedir, çünkü kendisi bu can yakıcı ateşin çok uzağında kalmakta, fakat müttefiki olduğunu söylediği Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal güvenliği görmezden gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğü ve Türk Milleti'nin her evladı çok önemlidir, vazgeçilmezdir.

Kanaatimizce; kuşatılmışlık ve tehdit, sadece Fırat'ın batısından değil, daha uzun ve Irak'a uzanan Fırat'ın doğusunda bulunan sınır hattından ve ABD'nin hakimiyeti altında burada kurulmaya çalışılan sözde devletleşme çabalarından kaynaklanmaktadır.

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)


--------------------------------

[1] Eustace Chikere Azubuike, Probing The Scope Of Self-Defense In International Law, Annual Survey of International and Comparative Law, 17. Cilt, 1. Sayı, 129-183 (2011), s.144.

[2] Umut Kedikli, BM Antlaşması’nda Meşru Müdafaa Hakkı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2005, s.72.

[3] Azubieke, a.g.e., s.130.

[4] Bkz. BM Sözleşmesi m.2(4).

[5] İşgal Altındaki Filistin Topraklarında İnşa Edilen Duvarın Hukuki Sonuçları (“Legal Consequences of the Construction of a Wall in the Occupied Palestinian Territory”) Danışma Görüşü, Uluslararası Adalet Divanı Raporları 2004, s.136, par.139.

[6] Nükleer Silah Tehdidi veya Kullanımının Hukuka Uygunluğu (“Legality of the Threat or Use of Nuclear Weapons”) Danışma Görüşü, Uluslararası Adalet Divanı Raporları 1996, s.226, par.38.

[7] İşgal Altındaki Filistin Topraklarında İnşa Edilen Duvarın Hukuki Sonuçları (“Legal Consequences of the Construction of a Wall in the Occupied Palestinian Territory”) Danışma Görüşü, Uluslararası Adalet Divanı Raporları 2004, s.136, par. 140, Gabcikovo-Nagymaros Projesi (“Gabcikovo-Nagymaros Project”) (Macaristan/Slovakya), Karar, Uluslararası Adalet Divanı Raporları 1997, s.7, par.51.

[8] Uluslararası Hukuk Komisyonu, Devletlerin Uluslararası Alanda Yanlış Davranışlarından Dolayı Sorumluluğu Taslak Maddeleri (“Draft Articles on the Responsibilty of States for Internationally Wrongful Acts”), m.33.